20 Eylül 2012 Perşembe

TARİF VE PRATİK

Kitapçılarda ‘yemek kitapları’ olarak bulunan bölümlerde bir değişim yaşanıyor son zamanlarda. Bu bölümlere merakla bakan herkesin fark edebileceği bir şey aslında bu. Fakat mutfağın dünyasında yaşamaya karar verdiğimizden itibaren daha çok dikkatimizi çeken bu bölümler yemek tarifi kitapları ve diyet listelerinden pek öteye gidemediğinden yakın zamanda gözlerimizi bu bölümden ayırmamız kaçınılmaz oluyor. Henüz bu bölüme uğramamış ve bu değişimden önce bu raflardan ümidini kesmişler için bu değişimden bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Aslında çoğunluk olarak raflar yemek tarifleri ile dolu olmaya devam etmekle birlikte artık TV aşçılarının kitaplarından ziyade ‘annelerinin kızları’ nın yemek tariflerine rastlama olasılığımız daha yüksek. Çoğunluğu başındaki biyografi dışında klasik yemek tarifi kitaplarının ötesine geçemiyor. Kimiyse anılarının içinde boğulurken yemek kokularını solumamızı engelliyor. Fakat nadir de olsa yemeğin, mutfağın tarihine, sosyolojik önemine değinen kitaplara rastlamak büyük bir umut kaynağı oluyor.

Diğer yandan bu ‘annelerinin kızları’ durumunun cinsiyetçi iş bölümüne katkı sunması ise masumane çocukluk anılarından öteye geçecek bir durumdur. Erkek aşçılara bakıp ‘Aslında erkekler daha iyi yemek yapar.’ diyenler ne kadar kadınların mecburi yemek yapma hizmetiyle mutfağın büyüsünden uzaklaştırıldığını göremiyorsa bu anneden kıza mutfak saltanatı durumunu destekleyenler de kadınları mutfağa hapsedecek olduğunu göremiyor durumdadır. Bizse her iki durumunda toplumun diğer koşullarını önemsemeden ortaya atılmış bu cinsiyetçi yargıların uzağında bir mutfak yaratmalıyız. Yemek yapmak bir sanattır. Herkes sanatçı olamaz. Her kadın veya her erkek sanatçı olamaz. Ve zaten kimse bunu yapmak zorunda da değildir.

Eğer konumuza geri dönecek olursak yıllardır rafları dolduran bu yemek tarifi kitaplarından söz etmek istiyorum. Onların mutfaklardaki yerinden…

Biz aslında genelde mutfaklarda kitap değil defter görürdük. Komşudan, köşedeki pastanenin ustasından, anneden ve hatta yemek tarifi kitabından yazılmış tariflerle dolu defterler olurdu mutfaklarda. Tüm bunların en ilginci ise yemek tarifi kitabındaki tariflerin deftere geçirilmesiydi. Şimdi düşünüyorum da; sanki o defter bizde olsa o yemeği yapan kadar güzel yapabilirmişiz gibi gelmesinin sebebi bu sanırım. Tüm bunlar mutfağın büyüsünü bozmamak için yapılmış şeylerdi belki de. Herkesin edinebileceği bir kitaptan yemek yapmanın herkeste ‘ben de yapabilirim’ izlenimi vermesini engellemek amacının sonucu ortaya çıkan bu defterler kitaptaki tarifleri kendi içine alınca nasıl bir sihir katıyor olabilir ki? Ve bu sihirli sayfalarda gezinen eller nasıl anında güzel yemek yapma yeteneğini alıyor? Tüm bu sorular ne kadar çocukça ise bugün internetten, kitaplardan ve hatta defterlerden tariflere bakarak yemek yapanlara başkasının yaptığı yemeği kendisininmiş gibi sunmuş muamelesi yapmak da bu kadar çocukça bir davranış. 

Aslında bu yargılamalara karşı sadece ‘Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’ ve ‘Teori ve Pratik’ okumalarını bir de mutfakta yapmalarını önerip kenara çekilmek de bir yöntem olabilirdi ama basit hatırlatmaların hafızaları tazeleyeceğine dair umutlarım var. Alıntılar yaparak kimsenin vaktini almayacağım. Çünkü bu benzerliğin yeterince ayakları yere basar olduğuna inanıyorum. Öncelikle yemek kitaplarını kullananlara yukarıda değindiğimiz yargıyla bakanlara dair konuşmak daha yerinde olacaktır. Sorduğumuz soruların çocuksuluğunda da gizli olduğu üzere bir yemeği herhangi bir yerdeki tariften yapmak ona ayrı bir güzellik katmayacağı, yemeği yapan elleri büyülemeyeceği gibi yemeği yemeğin tarifini yazan kişiye ait veya sıradan da yapmaz. Zira bunu öne sürmek gastronominin bilim olduğu gerçeğinin yok saymak ve ancak bilginin, deneyimlerin birikerek gelişme yaşanacağını reddetmek olur. Elbet her yemeğin pratiğe geçişinde belli aşamaları vardır. Fakat en az aşamalı(basit demek istemiyorum) yemeklerde bile yöntem farklılıkları yeni lezzetler doğuracaktır. Bu yöntemleri ise o mutfağın sosyolojik, ekonomik durumu belirliyor. Tarifinde tereyağlı yapılacak yazan bir yemeği evde tereyağı yok diye yapmamak bir kaçıştır. O an mutfakta margarin varsa ona biraz safranla yakılmış margarin ekleyip kullanmaktır çözüm. Belki de aynı tarifte yazan karabiberin yemeği sunacağın insanlara uygun olmadığının tespitini yapıp yemeğe doğru tadı katabilecek ve yiyecek insanlara uyum sağlayacak baharatı bulmaktır. Ya da aynı şartlarda olduğu varsayılan tam malzemeli ve sahibi aynı veya sahipsiz yemekler? Aslında bu aşama tamamen moleküler gastronominin bir eseri diyebiliriz. Elbette hepimiz bu konuda yetişmiş bilim insanı ve/veya evinde mutfağını laboratuvara dönüştürmüş insanlar değiliz. Fakat bu örnek bize aslında bilimin her yerde olduğunu bir kez daha gösteriyor. Örneğin; 1 orta boy soğanı küp küp doğrayın yazması kişinin soğanı doğrayışını belirlemez. Bunu belirleyen deneyimlerdir. Bir güveçle zeytinyağlı yemeğe doğranacak soğanın boyutunu ancak bu tecrübeler sayesinde ayırt edebiliriz. Ayrıca bu işlemleri yaparken soğanı soyup suya atarak daha az gözümüzün yanmasını sağlamak, bıçağı ıslatarak doğramaya başlayarak dilimlerin birbirinden ayrılmasına mani olmak ancak bu deneyimlerle ortaya çıkacaktır. Diğer yandan o anki koşullara kapılıp yemeğin ana maddesini değiştirmek kavurmaya göre hazırlanmış bir yemeği son anda kızartmaya kalkışmak da yanlış olacaktır. Ya da yalnızca deneyim kazanarak en iyi yemeği yapmanın mümkün olacağına inanıp tariflere bakmamak, dünyanın yuvarlak olduğunu tekrar keşfetmek için uğraşır gibi birliktelikleri test edilmiş tatları görmezden gelip aynı tatları test etmeye kalkmaktan başka bir şey olmayacaktır.

Yemek tarifleri kültürlerin yansımasıdır. Heybetiyle övülen padişahlar, krallar için hazırlanmış yağlı yemekler saray yemeği olarak bize zamanını yerini anlatırken, paranın yokluğundan patatesin bolluğundan yıllarca patatesle doymaya çalışmış halkın mutfağında onun çeşitlerini görmek aynı dönemin farklı bir kültürünü aktarır bize. Yemek tarifleri yüzyılların deneyimi ile elimize gelmişken bunu inkâr etmek yüzyılları bir ömre sığdırıp bir de gelişmeyi beklemek kadar saçmadır. Fakat tarifler içerisinde gömülüp tarifleri uygulandığı an ki koşullara uyarlamaksızın aynen uygulamaya kalkışmak da bilimin, hayatın içinde barınan eleştiriden uzak bir şekilde belki de yanlış olduğunu bile bilmeden yanlışı tekrarlamaktır. 

Bir yemek tarifini uygulamak, bir yemek yaratmak cesaret ister. Ve cesaret doğru anda doğru miktarda olduğu zaman doğru sonuç doğar. Masaya en uygun tarifi en uygun cesaret seviyesinde hazırlayabilmek umuduyla…

19 Eylül 2012 Çarşamba

BÜLENT ORTAÇGİL, SAĞLIKTA ŞİDDETE KARŞI SES VERECEK!

“Tüm meslektaşlarımızı konserin gerçekleştirileceği 24 Eylül Pazartesi günü bu anlamlı etkinliğe katılmaya, duyurusunu yaygınlaştırmaya çağırıyoruz.”

İstanbul Tabip Odası Dr. Ersin Arslan’ın ailesiyle dayanışmak, “Sağlıkta Şiddete Dur” demek için Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda bir Dayanışma Konseri gerçekleştiriyor. Konserden elde edilecek tüm gelir oğullarını genç yaşta kaybeden Dr. Ersin Arslan’ın ailesine aktarılacak.

İstanbul Tabip Odası, Gaziantep’te görev yaparken taammüden bir cinayetle, yaşamdan ve sevdiklerinden koparılan Dr. Ersin Arslan'ın anısını yaşatmak, ailesiyle dayanışmak, sağlıkta şiddete karşı ses vermek için dayanışma konseri düzenledi.

Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda 24 Eylül Pazartesi günü saat: 20.30'da gerçekleştirilecek konserde Bülent Ortaçgil 40 kişilik bir senfoni orkestrasıyla sahne alacak. Konserden elde edilecek tüm gelir oğullarını genç yaşta kaybeden Dr. Ersin Arslan’ın ailesine aktarılacak.

İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu konuyla ilgili bir basın açıklaması yaparak, "Unutmamak, unutturmamak için, şiddete karşı güçlü bir ses vermek için, sevgili Dr. Ersin Arslan’ın anısını yaşatmak, ailesiyle dayanışmak için el ele veriyoruz" dedi.

Açıklama şöyle: "Hekimlere yönelik sözlü ve fiziki şiddet adeta gündelik hayatımızın bir parçası haline getirildi. Zorlu koşullar altında ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan biz hekimler sağlıkta yaşanan sorunların sorumlusu olarak gösterildikçe, mesleğimiz itibarsızlaştırıldıkça şiddetin de sıklığı ve dozu arttı. Tüm uyarılarımıza, taleplerimize rağmen korkulan oldu ve Gaziantep’te görev yapmakta olan gencecik bir meslektaşımız; Dr. Ersin Arslan taammüden bir cinayetle, yaşamdan ve sevdiklerinden koparıldı.

Her birimiz onda bir parça kendimizi bulduk, hepimiz içimizde O’nu ve acısını hissettik, hep birlikte bir isyan duygusuyla, kızgınlıkla, üzüntüyle kendimizi ifade ettik. “Sağlıkta Şiddet Son Bulsun” diyerek sokaklara, caddelere taştık. O günlerde bir de söz verdik kendimize ve meslektaşlarımıza “Unutmayacağız, Unutturmayacağız! Sağlıkta Şiddete Karşı Taleplerimizin Takipçisi Olacağız” dedik.

O gün verdiğimiz bu sözün bir gereği olarak, Dr. Ersin Arslan’ın ailesiyle dayanışmak, “Sağlıkta Şiddete Dur” demek için Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda bir Dayanışma Konseri gerçekleştiriyoruz. Değerli sanatçımız Bülent Ortaçgil’in 40 kişilik bir senfoni orkestrasıyla sahne alacağı konserden elde edilecek tüm gelir oğullarını genç yaşta kaybeden Dr. Ersin Arslan’ın ailesine aktarılacak.

Yaklaşık iki ay önce TTB tarafından başlatılan; Dr. Ersin Arslan anısına ailesi ile dayanışma-bağış kampanyasından haberdar olmayan ya da bağış yapma kanalı bulamayan tüm duyarlı meslektaşlarımızın bu etkinlikte alacakları-aldıracakları bilet/biletlerle bağış gerçekleştirmiş olacaklarını hatırlatmak, 24 Eylül Pazartesi günü Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda sağlıkta şiddete karşı hekimlerin anlamlı duruşunu hep birlikte sergilemek istiyoruz.

Tüm meslektaşlarımızı konserin gerçekleştirileceği 24 Eylül Pazartesi günü bu anlamlı etkinliğe katılmaya, duyurusunu yaygınlaştırmaya çağırıyoruz. Unutmamak, unutturmamak için, şiddete karşı güçlü bir ses vermek için, sevgili Dr. Ersin Arslan’ın anısını yaşatmak, ailesiyle dayanışmak için el ele veriyoruz." Dayanışma konserinin biletleri, İstanbul Tabip Odası Cağaloğlu ve Kadıköy Büroları’ndan ve Biletix gişelerinden temin edilebiliyor.






ÖĞRENCİ YEMEKLERİ - KARANFİL

Mangal, ramazan pidesi kokuları ve tatil ile tekrar kavuştuğumuz anne yemeği lezzetiyle geçen aylardan sonra yine burada buluşmak sevdiğine yemek yapmak kadar güzel bir duygu. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bundan önceki tariflerimizde öğrencilikten kaynaklanan alışkanlık ile bol bol yer verdiğimiz patates ve çeşitleri ile ilişkimize bir süre ara vereceğimizden emin olabilirsiniz. Zira patates her ne kadar içerisinde insan için gerekli tüm besleyici bileşenleri içeren, yağsız bir ürün olsa da mutfağımızda yarattığımız bu kalorik devrime son vermenin zamanı geldi. Ayrıca bunları yazışımızdan da anlaşılacağı üzere öğrenci yemeklerini yenileyerek ona yeni baharatlar katmaya karar verdik. Mesela biraz kuru karanfil koyacağız kenarlara, liberal bakteriler çoğalmasın diye. ‘Aaaah ah benim bi karın ağrım var da söyleyemiyorum Tayyipçim’ diyen Obama’ ya da zencefil vermeyi düşünüyoruz. Buna karşı beyni ve insancıl tüm uzuvlarının kangren olduğunu bu yaz da bize anlatmaya çalışan Tayyipçiğine ise sonunda çareyi bulabildik. Meğer babaannelerimiz zamanında Turgut’ la, Süleyman’ a bir türlü yutturamadıkları şuruplarının formülünü kenara saklamışlar. Açıklıyoruz… Saf alkol ve karanfil yağı. Evet. Bu sene bizi karanfil kurtaracak. Belki de bizi ancak karanfil olmak kurtaracak ve bu sene yine bunu anlayan birçok yeni arkadaş aramıza katılacak. 

Aslında Bi Haber’ deki diğer arkadaşlar da yaz boyu sitemizden mümkün olduğunca değindi bu yazıda değineceğim konulara, bu nedenle ‘Yemeğimi yapar giderim.’ diye düşünüyordum. Fakat bir yandan da yemeğimi sunacağım masaya bir el atmadan edemiyorum. Son birkaç ayı düşününce yapılırken hiç süzmeden aylarca bekletilmiş bir sirke gibi geliyor gündemler gözüme. Ele almaya iğrenecek boyuta getirdiler bu cam kavanozu fakat odanın kapısını kapatmak da çare olmuyor bu kokuya. Diğer taraftan bu sirkeyi gazetesine döküp camını parlatmaya çalışan onun bunun(ama katiyen halkın olmayan) gazetecilerinin de var olması ‘Acaba bu sirke bilerek mi böyle pis kokutuluyor?’ demeye sevk ediyor insanı. Neyse… ‘Bu mutfak bizim!’ diyor ve cam kavanoza doğru ilk adımlarımı atıyorum.

Önce Bi Haber’in yurdundan, üniversiteden bakmak lazım sanırım. Ve ilk adımda karşımıza çıkan her üniversiteye zorunlu bütünleme sınavı uygulamasının gelmesi oldu. Hem de ücretsiz(lütfetmişler ya). Sonra bir baktık, her yaz beklenen ‘harçlara zam yapıldı-yapılacak’ telaşının yerini harçların kaldırılması aldı. Sonra tam biz ‘Var bunda bi iş.’ demeden öğrendik ki ikinci öğretimler zaten harç ödemiyorMUŞ. O ödenen öğrenim ücretiyMİŞ. İkinci öğretimler için ayrıca yasa değişikliği gerekirMİŞ. E koca devlet şimdi bununla da mı uğraşsınMIŞ. Zaten daha çok çalışılsalarmış da birinci öğretim kazansalarMIŞ. Mış, miş, muş… 

Koca devlet nelerle uğraşıyor bir de bununla mı uğraşsınMIŞ. Aynı puanla başka bir üniversitede birinci öğretim okuyacak bir öğrenci o üniversitede ikinci öğretim okuyabilirMİŞ. Zaten yeterli istihdamı sağlamayan devlet bu kadar gence yeterli eğitimi de gece gündüz demeden aynı şartlarda vermek zorundayMIŞ. 

Ve tüm bu mışlaşmaların içinde (tamamen organik olan biber gazımızın içinde seyreltilmiş olarak bulunan ve yiyince öldüren) sri lanka biberi kadar acı olan ise bunların öğrenciler tarafından da söylenebilmesi. Bologna sürecinden, piyasalaşmadan bahsetmeden bu konudan bahsetmek elbet yüzeysel olacak ama tüm bunların farkında olmasa bile insan sadece insan olduğunun farkına varsa yine de der mi bunları acaba? Elbette bunları diyenler zaten parasız eğitim mücadelesi verenler değil ama bu mücadeleyi ikinci öğretimlerin de verdiğini biliyorsa, ikinci öğretimlerin yarısı kadar ödediği harcın kalkmasının bile madden ona verdiği rahatlamayı hissediyorsa toplanacak bu paranın başkalarını mağdur etmesi neden bu kadar mutlu ediyor acaba bunları diyenleri? 

Ve tüm bunların içerisinde kampüsten dışarı çıkıyoruz.

Bir sonraki adım… İzmir, Foça, kan, faşizm… İzmir’ le zorla yan yana getirilmeye çalışılan kelimeler.

Bir adım daha… Türkiye, savaş, Suriye, perişanlık.

Bir adım… Aylardır toplu sözleşmeleri ve bundan doğan haklarını hükümet ve Faruk Çelik yüzünden alamayan işçiler.

Bir adım… Kürtaj tartışmalarıyla bedenine dair kendi dışında herkesin laf söyleyebildiği ama yaz gelince yine yanında çocukları tarlalarda mevsimlik işçiliğin yükünü çeken, eve temizliğe giden kadınlar.

Bir adım… Daha oyun çağında okula alınan, ortaokulda meslekten habersiz meslek seçmesi beklenen ama genelde imam hatip dışında da meslek ortaokulu bulamayan, bulsa da seçmeli ders çıkmazında kalan 4+4+4 mağduru çocuklar.

Bu koku her yere bu kadar sinmişken yemek yapmak öyle zor ki. Bu sefer yemek yapmayacağız ama yaz boyu vişne, kayısı bahçelerinde dayanışma için sıvadığımız kollarımızı bir kat daha sıvayıp bu mutfağı da hep beraber temizleyeceğiz.



15 Eylül 2012 Cumartesi

4+4+4'E KARŞI ONBİNLER BULUŞTU

4+4+4 uygulamasına karşı öğrenciler, veliler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler Ankara’da buluştu.
Miting için ülkenin dört bir yanından gelenler Tren Garı önünde toplanarak buradan Sıhhıye Meydanına yürüdü.

Eğitim Sen'in öncülüğünde gerçekleştirilen mitinge TMMOB, DİSK, TTB, ÖDP, HDK bileşenleri, TKP, Halkevleri, Özgürlük Dergisi, BDSP, CHP, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifi ve Genç Sen katıldı. 

Dört bölgeden başlattıkları yürüyüşü Hipodrumda birleştiren ve buradan Tren Garına yürüyen Eğitim Sen yürüyüş kolu binlerce kişilik kortejiyle Sıhhıye Meydanına doğru yürüyüşü başlattı. Yürüyüş kolunda yaklaşık onbeş bin kişilik bir katılımla yürüyen Eğitim Sen korteji alana girdikten sonra sırasıyla sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler alana girdi. Tüm kortejlerin alana girişi ile miting başladı. Saygı duruşu ile başlayan mitingde 4+4+4'e karşı verilen mücadeleyi anlatan bir sinevizyon gösterimi yapıldı. Mitingde Tayyip Erdoğan ve Ömer Dinçer'in konuşmaları barkavizyondan verilerek suçlamalarına yanıt verildi.


Mitingde önce Eğitim Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız konuştu.

Ünsal Yıldız konuşmasında; 
"Siyasal iktidar bu ülkeyi baştan aşağı yeniden kurmak isiyor. Onun için uluslararası egenen güçlerle Suriye'ye saldırıyor. Bu saldırıya halkı ikna etmek için Alevi düşmanlığı ve Kürt düşmanlığı argümanlarını kullanıyorlar. 12 eylülün üzerinden 32 yıl geçmişken bugün arada hiçbir fark yok. 4+4+4'ün son 4 yılı örgün değil, saymaya gerek yok. İkinci dört yıla ise yoksul aile çocukları çocuklarını gönderemeyecek. İlk dört yılın birinci sınıfı ise okul öncesi eğitim. Yani geriye üç yıl kalıyor. Yani yeni düzenlemeyle eğitim 12 yıla çıkmıyor. 8 yıl fiili olarak 3 yıla iniyor.

Okula başlama yaşı 5,5'a, mesleğe başlama yaşı 9'a iniyor. Skandal bu. Kentlerimizde geri döndüğüzde bu yasanın açtığı tüm sorunlara karşı mücadeleye devam edeceğiz." dedi.

Daha sonra Tutsak olan 68 KESK'linin isimleri tek tek okunarak selamlandı. Eğitim Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız'dan sonra KESK Genel Başkanı Lami Özgen bir konuşma yaptı.

KESK Genel Başkanı Lami Özgen konuşmasında; 
"Bizler okullarımıza, çocuklarımıza, geleceğimize sahip çıkmak için buradayız. Tüm inadımızla da bunun mücadelesini vereceğiz. AKP hükümetinin bu inadımızı gördüğünden ve kaygılandığından hiç kuşkumuz yok. Bunu, binlerce gencimizi, sendikacı arkadaşlarımızı, gazeteci kardeşlerimizi, kendisinin sürdüğü politikalara karşı mücadele veren, direnen herkesi demir parmaklıklar arkasına mahkûm eden AKP’nin yarattığı tutuklama teröründen anlayabiliyoruz. Bugün sözde yargı reformları ile katliam sanıklarını dışarı salanlar, 69 KESK yöneticisi ve üyesi arkadaşımızı demir kapılar ardında tutmaya devam etmektedirler. Tek suçları, faşizme ve emperyalizme karşı, baskı ve sömürüye karşı, emeğini görünmez kılan, onurlu ve insanca yaşam hakkını elinden alan bu düzene karşı sendikal mücadele vermek olan bu arkadaşlarımızın bugün neden cezaevlerine mahkum edildiğini anlamak isteyenler, ülkemizi karanlığa doğru itmek isteyenlerin gözlerindeki korkuya baksınlar. İşte o korkulu gözlerde, sendikal hak ve özgürlükleri için mücadele edenlerin inancını ve kararlılığını göreceklerdir.

Bizler, bu ülkenin emekçileri, ezilenleri, yoksullaşmaya ve sömürüye karşı mücadele eden halkları olarak; eşit, özgür ve demokratik bir Türkiye için verdiğimiz mücadeleye olan inancımızla, bugün geleceğimizi hedef alan gerici, piyasacı bu saldırılara karşı da mücadele edecek, kamusal, bilimsel, laik, demokratik ve anadilde eğitim hakkımızı sonuna kadar savunacağız." dedi.

Miting Moğollar konseri ile sonlandı.


Mitinge ÖDP Eş Genel Başkanları Alper Taş ve Bilge Seçkin Çetinkaya, HDK Milletvekili Levent Tüzel, EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy, TTB Merkez Konseyi üyesi Osman Öztürk, İHD Başkanı Öztürk Türkdoğan katılarak destek verdi.

Mitingden notlar:

- Eğitim Sen alanın en kalabalık korteji idi. Diğer kitlesel kortejler olan ÖDP, Halkevleri ve TKP kortejleri de coşkuları ile alanda yerlerini aldı.

- Gençlik kortejlerinde kitlesel olarak katılan gruplar Gençlik Muhalefeti ve Öğrenci Kolektifi oldu.

- Alanda en üste 68 KESK üyesi tutsağın resminin bulunduğu bir pankart asıldı. Alandaki konuşmalarda sık sık tutsaklara selam gönderildi.

- Eğitim Sen korteji içinde ilk defa Eğitim Bilimleri Fakültesi öğrencilerinden oluşan Genç Eğitimciler pankart açarak yürüdü.

- Eğitim Sen korteji içinde ataması yapılmayan Sınıf Öğretmenleri de yürüdü.

- Mitinge İstanbul Öğrenci Velileri İnisiyatifi, Kardelen İlköğretim Okulu Öğrenci velileri, Öğrenci Velileri Derneği de katıldı.

- İşçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri ve bir çok siyasal grubun mitinge temsili denilebilecek seviyede katılması dikkat çekti!

- Mitinge İstanbul milletvekili Levent Tüzel dışında Meclisten katılım olmadı.

- SDP alana girerken polis ile kısa süreli bir gerginlik yaşandı.







14 Eylül 2012 Cuma

MUSTAFA KAMİL ZORTİ 12 EYLÜL'Ü ANLATIYOR...

Mustafa Kamil Zorti ile yıllar önce, 12 Eylül’ün 10. yılı münasebetiyle Demokrat dergisi için Rauf Ekşiciva bir söyleşi yapmıştı. Dile kolay aradan 22 yıl geçti. Zorti ile ikinci söyleşiyi yapmak da Muhalefet.org’a kısmet oldu.

Zorti’ye gerçekleştirdiğimiz söyleşi ile birlikte, 22 yıl önce Demokrat Dergisi için yaptığı söyleşi de yayınlıyoruz. Zira, Zorti o vakitler zaten bugün tartışılan pek çok şeyin yanıtını açık seçik vermiş. O günlerde Zorti, kendisini eleştirenlere ‘yapana kadar iyiydi ama’ diye yanıt vermiş, pek de haksız sayılmaz hani.

Zorti’yi şimdi nerde bulduk, nasıl konuştu bunlar meslek sırrı kalsın… Ama epey yaşlansa da halen 12 Eylül’ün mutluluğunu yaşamaya devam ettiğini söyleyelim, hatta Zorti pek gururlu bugünkü Türkiye’yi ballandıra ballandıra anlatıp ‘işte benim en büyük eserim’ demekten geri durmuyor.

Mutlu mesut emeklilik günleri biraz zora mı girdi? Son dönemde hakkınızdaki eleştireler yoğunlaştı.
Sabah yine erkenden kalkıp dişlerimi fırçalıyorum, kahvaltı yapmadan önce doktor raporumu alıyorum. Vallahi ev raporla doldu, isteyene bir tane gönderiveriyorum. Hafif atıştırırım, zaman kaybı olmasın diye… Öyle Zorti yaşlandı artık gününü yatakta geçiriyor sanmasınlar, işlerim yine çok yoğun.

Ne ile meşgulsünüz?
Anılarımı çizeyim diyorum. Bilmeden konuşuyorlar. Aslı öyle mi canım, sanki benden daha iyi biliyorlar da bana beni anlatıyorlar. Ben hepsini çizeceğim yine, ellerim de titremiyor, o da uydurma.

Sizi bu kadar sinirlendiren nedir, yargılanma mı yoksa?
Kim yargılanıyor şimdi çıkaramadım. Sinirli olduğumu siz nerden çıkardınız. Amerika’da büyük devlet adamları hep anılarını yazıyor ya ben de çizeceğim şimdi. Bir keresinde çocukken daha mahallede çocuklar top oynuyordu da toplarını kesmiştim de mahallede gürültü patırtı kesilmişti.

Nedir bu hakkınızdaki iddialar, oysa siz 22 yıl önce 12 Eylül’ü gazetelerden öğrendim demiştiniz…
Yani bakın şimdi ben de gazete okurum tabi. 12 Eylül sabahı gazeteye baktım meğerse konuşan benim. Anlattım ben bunu size. O zaman küçüktüm mahalle bakkalı beni kışkırtıyordu hep, gitti şu topu kes diye. İyi yaptım ama ben zaten futbolu da pek sevmezdim. O gün 12 Eylül müydü hatırlamıyorum şimdi tarihi… Hem siz tarihe niye taktınız ki, boşverin bunları.

Darbeden söz ediyorduk…
Evet duymuştum birkaç ülkede yapılmış. Bizi pek el üstünde tuttular canım. O birkaç bozguncuya bakmayın siz, ne güzeldi o günler. Bize rahat vermiyorlar diyorlar, şiir yazıyorlardı daha ne olacak. Ben de hatırlayınca o günleri içli içli söylerim ‘Mamak’a sonbahar geldi’ diye. 

Peki yargılamaya ne diyorsunuz?
Ne yapacaktık yani memleketi başı boş mu bıraksaydık yani. Hem suçlandığımı da nerden çıkardınız. Avukatlarım anlattı geçen iddianame zaten bizim iddialarımızdan oluşuyor. Hatta savcı yazmadan önce yanıma uğradı. İnanır mısınız, jilet gibi gençler yetiştirmişiz, saygısından kahvesini bile içemedi. Bana o zaman için neden geciktin, neden daha sert olmadı diyorlar, e kardeşim onu da sen becerseydin. Daha ne yapalım gül gibi memleket bıraktık bunlara.
Tayyip Erdoğan öyle demiyor sanki...
Birlikte çekilmiş fotoğraflarımızı görmemiş gibi konuşuyorsunuz. Şimdi o öyle dedi bu böyle dedi diye siz de kurnazlık yapıp bizi birbirimize mi düşüreceksiniz. Bizim çocuğumuz hepsi. Küçükken de yanıma getirmişlerdi onu, koşturup dururdu bizim bahçede, üstünde bir gömlek vardı ama markası şu an hafızamda değil. Şimdi büyüdü serpildi tabii. Bilirsiniz ben bu konularda tevazudan pek hoşlanmam ama bu çarpık bacak bizi vallahi de geçti, billahi de geçti. Bu dünyadan geldik, yakında belki de gideceğiz, ama inan olsun gözüm zerre arkada değil.

Türkiye’nin bugününü nasıl görüyorsunuz?
Güzel daha ne olsun, yıllar önce ben çizmiştim zaten bu tabloyu. Dur size göstereyim diyeceğim ama ben onu hediye etmiştim. Ama unutmadan size cennetin tapusunu göstereyim mi. Ben de var bir tek bu. Bastonumun içinde özel bir yer yaptırdım orda saklıyorum. Bizim bir zat-ı muhterem vermişti bana. Ah onu da ne çok özledim bir bilseniz, az göz yaşı dökmedi o da benim için.

Yeni bir darbe ihtimali var mı sizce?
Darbe demeyin şuna artık siz de. Duyan da kötü bir şey sanıyor. Ama şimdi ne güzel yollar buldular. Biz acemiydik paldır güldür çıktık sokağa. Öyle mi canım şimdi her şeyi günü güne ince ince sızarak yapıyorlar. Keşke zamanında biz de böyle yapsaydık diye düşündüğüm oluyor. Ama her şey zamanın şartlarına uygun olmalı. Bizim zamanımızda teknoloji çok gerideydi, bazı şeyleri yapmak daha zordu. Bugünün gençleri şanslı, her şeyi acısız-iğnesiz hallediveriyorlar.


ZORTİ 22 Yıl Önce DEMOKRAT’a Neler Anlatmıştı?

Rauf Ekşiciva, 12 Eylül’ün 10. yılı “münasebetiyle” Mustafa Kamil Zorti ile konuştu.

İnsanlar vardır ki, tarih yaparlar. İnsanlar vardır ki, tarihe konu olurlar. Aradaki fark, kıldan ince ve fakat o nebzede de kılıçtan keskindir. Aksini iddia etmek, hamhalat işgüzarların vazgeçilmez meşgalesi olup, bu kalem sahibine de gayetle uzak düşer.

Şimdi, yağlı kandilin isli aydınlığında ve kâğıt üzerinde fasılalarla ilerleyen kamış ucun cızırtısından başka sesin duyulmadığı gecelerde “tarih” yazan, tarihe babalık eden Heredot’un bir zamanlar dolaştığı topraklardayız. Evet, burası Marmaris.

Karşılıklı ıhlamur yudumladığımız âlicenap şahsiyet, daha ilk satırda zikrettiğimiz insanlardan biri. Tarihteki yeri şimdiden ayrılmış. Nasıl bir yer bu? İyi mi? kötü mü? Bunun cevabını vermek, bizim hüsnüniyetimizi bir kılaç aşar. Ve hem gazeteci objektif olmakla, gerçekleri araya yorum sıkıştırmadan yazmakla yükümlüdür. Dahası, buna “hükümlüdür”. Ki, tarihin münkir-nekir meleklerince defter-i kebir’e düşülen sabit kayıtlar, günü geldiğinde bu türlü şahsiyetler için, tarihin görünmez eli tarafından düşülecek temyizi gayrikabil hükümlere yeterli done teşkil edecektir. Bizim elimizden naçizane gelen, tarihte ek malzeme sınmaktır. Tarih yazdığımızla alakadar olur ya da burun kıvırır; artık onu da o bilir. Canı sağolsun!

Demokrat!’a bu ay yazacağımız yazı, 10. yılı münasebetiyle 12 Eylül’ü konu edecekti. Emektar daktilomuzun başına oturmuştuk ki, sağduyunun sesi geldi kulağımızın dibine fısıldadı: “Rauf Ekşicıva, sen gafilledin mi? madem konu 12 Eylül, bırak bu işin kompetanı konuşsun. Git, Mustafa Kamil Zorti’yi bul!”

Doğru söze şapka çıkarılır. Bize de Marmaris’e gitmek düştü. Oracıkta Mustafa Kamil Zorti’yi kendinden emin, yalnız, fakat vakur ve sade yaşarken bulduk. İşte karşınızda “MKZ”. İşte 12 Eylül. Otuz iki kısım tekmili birden…

>Sayın Zorti, nasıl geçiyor emeklilik günleriniz?
İyi geçiyor. Yine sabahları erkenden kalkıyorum, sakın ola zannetmeyin ki, yapacak iş yok, Zorti fosur fosur uyuyordur… Evvela yüzümü yıkıyorum. Sonra dişlerimi fırçalatıyorum. Derken sıra kahvaltıya geliyor. Umumiyetle hafif bir kahvaltı tercih ediyorum; peynir, yarım okka zeytin, portakal suyu ve…

>Afedersiniz, yarım okka zeytin fazla gelmiyor mu?
Hepsini yemiyorum ki… Buranın zeytinleri çok oynak oluyor, mütemadiyen çataldan kaçıyorlar, saplamaya muvaffak olamıyorsunuz. Zıplayıp kayboluyorlar. Ben, bu niye böyle diye bakkala sordum. Çok yağ koyuyorsunuzdur dedi. Müsriflik ettiği için aşçıyı mutfaktan tard ettirdim ben de…

>Günlük gazeteleri yine yakından takip ediyorsunuzdur herhalde Sayın Zorti…
Tabii, kahvaltıdan sonra onlarla bir müddet alakadar oluyorum… Şimdi, Saddam’ın yediği herze sebebiyle, bütün gazetelerde çarşaf çarşaf Körfez hadisesi var. Hepsini okumak hayli vakit alıyor. Netekim, adam bir defa okumaya dalınca ocakta yemeği bile yakabiliyor. O sebeple, ben de iki adam tuttum, onlar okuyup bana anlatıyorlar… bizim TRT yahut da PTT, bir servis kursa, misal, kafadan atıyorum, sıfır bilmem kaç Savaş Servisi diye… Vatandaş telefon ettiği vakit anında taze malumat verse fena mı olur?

>Sizce savaş çıkması ihtimal dahilinde mi?
Zannetmiyorum. Zira çıkacak olsaydı, bu vakte kadar çıkardı. Bu öyle uzun boylu bir iş değil ki. Bastın mı tetiğe, yallah, al sana savaş!.. Amma, esasında tayin edici husus Saddam’ın tahammül gücü ile Bush’un kararıdır. Bush kati kararlı bir kişinidir? Hatırlarsınız, Amerika ziyareti esnasında Evren Paşa, vaktin Amerikan Başkanı Reagan şerefine bir resepsiyon vermişti. Fakat Reagan o akşam kayınvalidesine el öpmeye gideceğini beyan ederek özür dilemiş, Amerikan tarafı onun yerine başbakan yardımcısı Bush’un davete gelebileceğini bildirmişti. Milletlerarası ilişkilerde var olan “Vana misafirinin kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” prensibi mevcuttur. İşte bu prensip mucibince, Türk tarafı bu teklifi reddetti. O vakit, Amerikan yönetimi paniğe kapıldı pentagon’da acil toplantı yapıldı. Ve Bush, gönlünü almak için ertesi sabah Evren Paşa’yı kahvaltıya davet etti. Hâlbuki programda öyle bir şey mevcut değildi. O sabah taksiyle hayvanat bahçesine gidilecek ve Türk tarafına sosisli ısmarlanacaktı. Program öyleydi… Söylediğim gibi Amerikalılar derhal o kahvaltıyı tertip ettiler. Lakin Evren Paşa bu daveti reddetti. Türk tarafı “Motoru bozduk”, yani bağırsaklarımız bozuldu diye de gayet kibar bir bahane, gerekçe söyledi. Bu sefer de, Bush’tan sizi sinemaya götüreyim diye yeni bir teklif geldi. Evren Paşa hiç istifinizi bozmayıp onu da refüze etti. Ardından Bush, Başkan Reagan’ın kartondan maketiyle fotoğraf çektirmek isteyip istemediğimi sordu, ona da hayır dedik: şimdi bunları niçin anlatıyorum. Hal böyleyken Bush, ırak’a taarruz kararı verebilir de vazgeçebilir de… Bunu zaman gösterecek… Ben Irak’a da gittim.

>Saddam için neler söyleyebilirsiniz Sayın Zorti?
Saddam kurnaz ve hilekâr bir adam. Ziyaretim esnasında Saddam’la birkaç el okey oynama imkânım da oldu. Hatta o benim koltukaltıma düşmüştü. Bir hayli de, okey tabiriyle bandozladım kendisini, benden taş alamadı. İki defa da taş kapaklarken şahit oldum. Benim gördüğümü fark edince utandı, başını öne eğdi… Her el bittiği vakit, Saddam’ın okeye dönmekte olduğunu gördüm. Okey Atmak maksadıyla sabırla bekliyordu, maalesef taş gelmedi, ben atmadan. Bu da gösteriyor ki, Saddam mütemadiyen büyük onamayı, riski seven bir adam. Netekim, kimseyi takmayan Kuveyt’i işgal ve ilhak ederek bu huyunu gösterdi… Esasında ben, bu hususta yakın dost ve arkadaşım olan Kuveyt Emiri El Sabah’ı defaatle ikaz da etmiştim.

>Sizi dinlemedi mi?
Artık bu mühim değil. Ben, ona ırak hududunu kuvvetlendirmesini söylemiştim. Zira çöl savaşları bir nevi hususi şartları olan savaşlardandır. Askerin gözüne kum kaçabilir, tanklar kuma saplanabilir…

>Sözünüzü kesiyorum. Bir şey hatırladım, böyle bir uyarıyı 12 Eylül’den önce Cumhurbaşkanı Korutürk de, müdahale etmeye hazırlanan komutanlara yapmıştı değil mi? Harekâtın sonbaharda yapılması halinde tankların çamura saplanabileceğini, en iyisinin baharı beklemek olduğunu söylemişti yanılmıyorsam…
Bu, o başka şimdi… Müsaade ederseniz evvela Kuveyt Emiri’ni nasıl ikaz ettiğimi izah edeyim… Ona, Irak hududu boyunca büyük vantilatörler konuşlandırmasını ve onları gece gündüz ırak’a doğru çalıştırmasını, kum fırtınasının Saddam’ı böyle bir işgalden alıkoyacağını söylemiştim. Bu nasihatimin kulak arkası edildiği anlaşılıyor. E, ne yapalım, nush ile ıslanmayanı ederler tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir…

>Efendim, sohbetimizin esas amacı biliyorsunuz, 10. yılı münasebetiyle 12 Eylül’ü ele almaktı. 10 yıl sonra baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz 12 Eylül’ü?
Unutmadan Atatürk’le alakalı sorunuzu cevap vereyim. Maazallah, sonra Zorti sorudan kaçmış diye propaganda yaparlar… Ki, zannedersem ’86 senesinde, Fransız Le Figaro Gazetesi’nden gelmişlerdi, onlara verdiğim demeçte de bu hususa temas etmiş, Korutürk’ü eleştirenler bilmiyorlar ki, tanklar çamura saplanırsa itecek olan yine kendileridir, demiştim… Aradan 4 sene geçmiş, fikirlerimde ısrar etmiyorum. Lüzumlu tadilatı yapıyorum. Şimdi bana sorsalar, müdahale etmek icap ediyorsa, tankları baharda yıla çıkarın derim. Çamur da olmaz, itme zahmeti de…

>10 yıl oluyor dedik. Ufukta yeni bir müdahale var mı sizce?
Gönül isterdi ki, bunlar hiç olmasın. Mademki demokratikiz, sivil idareden yana olmamız icap eder. Amma memleket uçurumun kenarına geldiğinde, kardeş kavgası sebebiyle kendi kendini aşağı itmesine ramak kaldığında ne yapacaksınız, seyir mi edeceksiniz?.. Şüphesizdir ki, demokrasi bu milletin müstahak olduğu en iyi bir idare şeklidir… Ben müneccimbaşı değilim, lakin yakın zamanda öyle bir şeye ihtimal vermem. Hem on senenin dolmasına daha bir hafta var… Eh… heh… heh… Espri yaptım.

>Müdahale, şartlar oluştuğunda olur diyorsunuz. Peki, 12 Eylül hangi şartlarda ortaya çıktı? Bazı emekli paşaların hatırlarında söyledikleri gibi müdahaleye en az bir yıl öncesinden karar verildiği doğru mu? Mesela siz 12 Eylül’ü ne zaman öğrendiniz?
Ben 12 Eylül’ü ilk defa 13 Eylül günü gazetelerden öğrendim.

>Efendim, ciddi misiniz?
Tabii… O vakit müdahalenin adı “12 Eylül” değildi ki. “Bayrak Harekâtı” idi. Sonradan 12 Eylül dediler. 12 Eylül’de yapıldığı için… Misal, 8 Temmuz tarihinde yapılsaydı, 8 Temmuz diyeceklerdi.

>Yani aslında müdahale daha önce yapılacaktı da, ertelendi mi demek istiyorsunuz?
Bu zaten malum bir şey. Ertelemeler oldu. Zaruri sebeplerden oldu. Yoksa kimilerinin uydurduğu gibi bir defasında haber vermek üzere zamanın Amerikan Başkanı Carter’a telefon edilmesi neticesinde, telefonunuzun müddet meşgul çalması sebebiyle müdahalenin ertelenmiş olduğu kuyruklu yalandır. Haber verilecek olsa, Ankara’da burnunun dibinde Amerikan Büyükelçiliği var, gider oraya söylersin.

>Meşgul telefon söylentisine ilave olarak, bir de 12 Eylül’den hemen önce, o günkü Hava Kuvvetleri Komutanı Sayın Şahinkaya’nın bu sebeple Amerika’ya gittiğini ileri sürmüşlerdi…
Desinler, mademki demokratiksiniz bunlara da tahammül edeceksiniz… Hem muzır bir milletvekilinin eşeleyip durması üzerine Tahsin Paşa, söylentilere karşı mal varlığını da beyan etmişti.

>Siz bu konuda oldukça mütevazı bir durumdasınız.
Benim için de neler söylediler… Beleşe ev sahibi oldu bile dediler. Hâlbuki ben onu, topladığım boş kovanları satarak almıştım.80 evvelinde sokaklarda boş kovandan yürünmüyordu!

Bu vesileyle biraz geriye dönmek istiyorum Sayın Zorti. Az önce 12 Eylül’ün birkaç defa ertelemeye uğradığını söylemiştiniz. Biraz açar mısınız? Söylentiler bir yana, neydi gerçek sebepler?
Sebeplerden biri Demirel Hükümeti’nin yeni güvenoyu almış olmasıydı. Bir müddet ona şans tanımak lazımdı ahlaken… Amma o da beceremedi. O vakit konuşulmuştu, yahu bu müdahaleler hep bu adama denk geliyor diye. Fakat en nihayetinde belki de isabet oldu. Demirel bu hususta tecrübeli olduğu için, nasıl hareket etmesi gerekiyorsa öyle yaptı. Teslim olmam filan deyip maraza da çıkarabilirdi. Bir başkası olsaydı, misal başına daha önce böyle bir şey gelmemiş olduğu için, Ecevit olsaydı şiir okuyarak karşı çıkabilirdi. Nitekim ilk müdahaleyle alaşağı edildiği vakit, Demirel de şaşırıp meşhur şapkasını makamında unutup gitmemiş miydi? Sonradan hep başına kaktılar bu hadiseyi…

Söz Sayın Demirel’e gelmişken, kendisinin, iktidarları döneminde anarşiye, müdahaleyi meşru kılabilmek amacıyla göz yumulduğu yolundaki iddialarını nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyiz?
Bu böyle, öyle söylendiği gibi değil şimdi Sayın Ekşicıva… o vakit askerin, polisin eli kolu bağlıydı anarşiste, teröriste karşı. Siz yakalıyordunuz, savcı salıveriyordu. Mahkemede beraat ediyorlardı… Demirel’den de, Ecevit’ten de kanunlarda lüzumlu değişiklikleri yapmaları hep istendi. Amma bunları meclisten çıkartamadılar. Anarşiye mani olacak olanlara lüzumlu salahiyetleri, yetkileri vermediler.

İstenen yetkiler nelerdi?
Bunlar da malum. Bir defa kanunen, ateş etmeden evvel dur demek gerekiyordu. Siz dur diyene kadar da adam kaçıyordu. Hele bir dur diyecek kişi kekeme çıktı mı, atı alan Üsküdar’ı geçiyordu… Sonra gözaltı müddeti çok kısaydı. Adam bunun kısa olduğunu bildiği içün ne yapsanız konuşmuyordu, konuşturamıyordunuz… 12 Eylül’den sonra bu süre 90 güne çıkartılınca görevliler de rahatladı, nasılsa önümüzde 3 ay var, mutlaka konuştururuz diye. Sakın ola zannetmeyiniz ki, demokratik uygulamalar da tamamen ortadan kaldırılmıştı. Misal, gözaltı müddetiyle alakalı bir istisna getirilmişti. Nasıl bu tenzilat mevsimi oluyor senede iki defa… Onun gibi işte, Mart ve Ekim aylarında gözaltına alınanlar içün gözaltı müddeti tenzilatlı olarak 45 gün tutuluyordu. Yetkileri artırılınca polislik kolaylaştı, herkes polis olma için müracaat etti. O sebeple, bunları kırmamak içün polis kadrosu devamlı artırılıyor… Netekim, işsizliğe karşı da pratik bir çözüm bu.

Yani Demirel’in iddialarına katılmıyorsunuz.
Tabii şimdi 12 Eylül’ü yapanlar kötü oldu. Bu hep böyle olmuştur zaten… Zira adamı işi oluncaya kadar severler. Bizde ahde vefa olsaydı şimdi böyle mi olurdu? Bizim millet olarak en köyü huylarımızdan biri de müsrif oluşumuzdur. Bir şeyi sonuna kadar kullanmadan atmamayı adet edinmişiz. Bu yanlış. Gönül isteri ki, böyle bitmesin… Neyse, siyasilerin mesuliyeti başkalarına yıkacağına, kendi gözlerindeki çöpü görmeleri lazım gelir evvela. Siz de o devirleri yaşadınız, herkes de yaşadı. Ne çabuk unuttular, aylarca bir cumhurbaşkanı seçemediklerini? Milletvekilleri Meclis turlarına katılacaklarına, mavi tura gidiyordu. Meclis’e dövüşmek içün geliyorlardı. Genel Kurul salonuna güreş minderi alınması içün ödenek bile ayırmamışlar mıydı? Yeni küfürler duydum diğer arkadaşları da bilgilendirmek istiyorum diye söz hakkı isteyen ben miydim? Milletvekili yeminini “Brejnev’in ölüsünü öpeyim” diye yapanlar yok muydu? Bunlara niye mani olmamışlar? Memleket ikiye bölünmüştü. Bir tarafta kurtarılmış, diğer tarafta canını kurtarabilmişlerin bölgesi… Birleşmiş Milletlere müracaat eden kurtarılmış bölgeler mevcuttu. Hangi birini sayayım? Partizanlık almış yürümüştü. İsmi lazım değil bir başbakan, kendi partisine üye alelade vatandaşların yolda gördüğü resmi makam arabalarına binebilmeleri üçün genelge çıkarabiliyordu. Düşünebiliyor musunuz, bakkal Mehmet ile Genelkurmay Başkanı aynı arabada gidiyor? Alın başka bir misal: Sümerbank, pankart yapmak maksadıyla patiska alanlara yüzde 35 tenzilat yapıyordu. Soygun paralarıyla devlet tahvili almak isteyenlere kolaylık saplanıyordu. Çalınan paraların başka türlü bulunmasından umut kesilmişti. Davul zurnayla kafa şişirdikleri yetmiyormuş gibi, grevciler çağırdı mı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gidip fabrika önlerinde konser veriyordu. Sendikalar bu derece azmıştı, onların borusu ötüyordu. İşçilerden kestikleri paralarla lüks içinde yaşıyorlardı, hepsi ipek gömlek giyiyordu!.. Bunlar saymakla bitmez, vaktinizi almayayım. İşte hal böyleyken, bunlara seyirci kalanlar şimdi topu 12 Eylül’e atıyorlar. Memleketim o zamanki vaziyetini unutuyorlar.

Evet, ’80 öncesini hepimiz biliyoruz. Türkiye’de durum buydu. Ya çevremiz nasıldı? Dış gelişmelerle 12 Eylül arasında bağ kuranlara ne diyeceksiniz?
Etrafımız o vakit şöyle bir manzara arz ediyordu… Yunanistan’da Papandreou, Amerikan üslerini taverna yapacağım diye iktidara geliyordu. Sonrada yapamadı ya, söylemesi kolay… İran’da şah devrilmiş, Humeyni sakal koyvermişti. Ruslar bir düğün davetini bahane ederek Afganistan’a girmişti. Bütün bunlara bir de, 6. Filo’nun Türkiye’ye yanaşmaktan çekindiği içün, Amerikan bahriyelilerinin umumhaneye gidemeyip abazan kalmaları ilave olunca, ABD Ortadoğu’da bir hayli sıkıntıya düştü. Amma, 12 Eylül Amerika istedi diye yapılmadı. Yalan söylüyorlar.

Fakat Amerikalıların bu işe çok sevindiği aşikar değil mi Sayın Zorti? Müdahale olduğunda, CIA’nın Ankara İstasyon Şefliğini yaptığı söylenen Paul Henze’ye yatağından kaldırılıp, “Your boys have done it”, yani “Senin çocuklar nihayet yaptı” gibisinden haber verilince, Henze’nin sevinçten don gömlek sokağa fırlaması bunu gösteriyor değil mi?
Amerikalıların bir huyu var. Emekli oldukları vakit, başlarından geçenleri hatıralında yazıyorlar. Herkes de okuyup mahrem şeyleri öğrenebiliyor. Bazı şeyleri mezara götürmek lazımdır. Ayrıca bu laftan böyle bir mana çıkarmak doğru mu? Zira 12 Eylül’ü yapanlar “çocuk” değil ki, hepsi koca adam. Belki de Henze’ye bu haber verilirken, telefon eden çocuklarıyla beraber tatilde olan karısıydı. “Çocukların nihayet yaptı! Canım vazoyu kırdılar. Şunlara terbiye veremedin gitti. Ben şimdi otel müdüriyetine ne diyeceğim?” diye arıyordu. Henze de uyku sersemine yanlış anladı, 12 Eylül oldu zannetti.

Her neyse, şöyle oldu, böyle oldu, 12 Eylül oldu. Gelelim 12 Eylül’e… Sayın Zorti, sevapları elbette çok, fakat askeri idarenin hiç mi günahı olmadı? Biliyorsunuz, çeşitli eleştiriler yapılıyor. Bu eleştiriler yerinde mi? Siz bu konuda uzman ve referans kaynağı sayılıyorsunuz. Mesela insan hakları alanındaki eleştiriler için ne dersiniz?
Yani işkence teraneler… Yani Rauf Bey, bir defa işkence her devirde olagelmiştir. 12 Eylül’e mahsus bir uygulama değildir ki… Netekim, tarihe bakarsanız bu işin evveliyatı bir hayli eskiye uzanır. Adem ile Havva’nın cennetten tard edilmesine sebep olan hadiseyi ele alalım. Elma hikâyesi… Şimdi bir adamı kopar o elmayı, kopar o elmayı diye mütemadiyen tahrik etmek… Bu da bir işkence! Psikolojik işkence… e o halde niçün kıyamet koparılıyor? tamam. 12 Eylül devrinde bazı şeyler olmuştur. Ki şarkısını da yaptılar, “Elbet olmuştur geçmişte açıklanamaz şeyler” diye… Amma, o hadiseler münferit şeylerdi. Binde bilmem kaç!.. Zaman geliyor insan karısıyla bile kavga ediyor… Hem bu işleri yapanlar hakkında davalar da açıldı, suçu olanlar cezalandırıldı. Şu kadar kişi “3 sene işkenceden men” cezası almadı mı? Bir o kadarı da, pasif görevlere kaydırılıp, mesela falakada yalnızca ayakları tutmakla sınırlandırılmadı mı?

12 Eylül mahkemeleri ve 10 senedir devam eden davalar var. Bu konuda söylenenleri biliyorsunuz. Tamamıyla haksız oldukları söylenebilir mi?
Yargılamaları Konsey üyeleri yapmadı ki, bağımsız ve kanunda yeri olan mahkemeler yaptı. Evren Paşa, Nurettin Paşa veyahut da Tahsin paşa telefonu açıp mahkeme başkanına şunu aslı, bunu kesin, berikine müebbet verin, filancaya 24 sene yeter mi demiş? Hayır!.. Keşke o senelere ait, Konsey’in telefon faturalarını fare yemeseydi de, bunlar açıklanabilseydi… Maalesef bizde gelişmemiş sanat dallarından biri de arşivciliktir. Netekim, benim Cılıklı köyü konuşmamın müsveddesini de bulanıyoruz. Bir ara Amerika’ya kaçırıldığı da söylenmişti amma haber çıkmadı daha sonra…

Halen devam eden davalar ve cezaevi şartları da şikâyete konu oluyor.
Sayın Ekşicıva, bakın siz de söylediniz, halen devam ediyor diye… Malum, devam eden davalar hakkında tefsirde bulunmak suçtur bizde… Ne söylesem yanlış anlarlar şimdi. Zorti mahkemelere tesir ediyor diye, az mı başımın etini yediler geçmişte…

Neydi onlar efendim, hatırlayabiliyor musunuz?
Şöyle tesir ediyormuşum güya Rauf Bey… Mahkeme başkanının evinin önünden geçerken ona gizlice göz kırpıp, anlarsın yani diye imada bulunuyormuşum. Yok, efendim, tebdili kıyafet siyasi duruşmalara katılıyor; mahkeme heyetine doğru hani şu Roma imparatorlarının arenada gladyatörler rakibini altına alınca kendilerine dönüp, “asalım mı, asmayıp da besleyelim mi” kabilinden sordukları vakit, imparator başparmağıyla aşağıya doğru bir hareket yapar ya, onu gibi yapıp “Asın” diye işaret ediyormuşum… Bir sürü buyruklu yalan işte…

Cezaevi şartları?
Burada da sapla samanı birbirine karıştırmamak lazım… Hep şikâyet ederler mesela, cezaevi yemeklerinden taş, toprak çıkıyor diye… 12 Eylül’de, o mesele de tahkik ettirildi. Bakın burada bir dosya mevcut. Balığı “Cezaevleri Brifingi”, ’82 senesinde Konsey idaresine arz edilmiş… Oradan aynen okuyorum. Diyor ki, “Yemeklerden taş, toprak çıkıyor diye gelen şikâyetlerin artması üzerine bir komisyon kurularak, Mamak, Metris, Bayrampaşa ve diğer irili ufaklı 8 bin 500 ceza ve tutukevinde araştırma yapılmıştır. Neticede birçok cezaevinde yemeklerde taş ve toprak numunelerine rastlanmıştır. Numunelerin tahliliyle bunlarım, tünel kazımı sırasında ortaya çıkan ve bir yerde saklanamadığı için yemek kazanlarına dökülen molozlar olduğu tespit edilmiş,, bunun üzerine derhal aramalara başlandıysa da, mahkumların kazdığı tüneller henüz ortaya çıkarılamamıştır. Buyurun bakalım, şimdi kime inanacak adam?

Çok enteresan Sayın Zorti… Cezaevleri konusunda da bizim ulaşamayacağımız bilgilere sahipsiniz. Bu sebeple güncel bir konuya dönüp fikrinizi almak istiyorum. Cezaevinden firar eden aşırı sol örgüt militanları bunu nasıl başarıyorlar? Nasıl kaçtıkları bir türlü anlaşılamıyor?
Adamın içeride işi gücü yok ki,. Böyle şeytanlıklar düşünüyor daima. Ne yapsam da firar etsem diye plan yapıyor… Oysaki herkes hayat gailesine düşmüş, ekmek peşinde… O sebeple diğerleri daha avantajlı oluyor. Kimsenin aklına gelmeyecek şeyler buluyorlar. Sizin de temas ettiğiniz gibi nasıl firar ettikleri hala bilinmiyor. Amma, ben uzunca bir müddettir vaktimi bu işe ayırdım. Onlar orada hapis, ben de burada ha… hayatını yaşıyorum yani. Yani onlar gibi benim de boş zamanım çok. Aylardır düşündüm, düşündüm, en nihayetinde buldum galiba nasıl firar ettiklerini henüz kimseye de söylemedim. Netekim, ilk defa size açıklayacağım bunu. Adalet Bakanı Sungurlu’yu aradım birkaç defa, lakin her seferinde toplantıda diyorlar… Yeri gelmişken, ilave etmek istiyorum, kendisine gönderdiğim “Sübyan Koğuşları Nasıl Hizaya Sokulur?”, “Gardiyanlarda Stresi Azaltma Çareleri”, “Hücrelerde Çiçek Yetiştire” ve “İtirafçılığı Teşvik İçin İlave Tedbirler” gibi teklif paketlerim hakkında da henüz, menfi ya da müspet bir cevap alabilmiş değilim. Kayboldularsa birer nüsha daha yollayabilirim… Neyse, ne diyorduk?

Militanların nasıl firar ettiğini açıklayacaktınız?
Öyle mi demiştik? Evet, Bakın Nasıl firar ediyorlar anlatayım. Hazır mısınız? Teyp Çalışıyor mu netekim?

Evet Sayın Zorti, nasıl kaçıyor bu militanlar cezaevlerinden? Merakla dinliyoruz…
Dediğim gibi ben bu hususta çok düşündüm. Netekim, az daha kafayı da yiyorduk… Neticede şu kanaat bende hasıl oldu. Dikkat ettiyseniz, bu adamlar içeri atılırken bayağı normaller. Hatta içerinde şişkoları dahi mevcut. Oysaki, şimdi baktığınız vakit bunların hepsi sıskalaşmış olarak tespit ediyorsunuz. Bilinçli olarak kendilerini zayıflatıyorlar. Bir deri, bir kemik kalmak içün her yolu deniyorlar. Niçin? Zayıflayacak, küçülecek ki, her türlü delikten, parmaklıktan sızıp kaçabilsin. Maksatları bu bunların… Zaten sonrası kolay. İster ziyaretçinin çantasına saklan kaç, ister içeri aldırdığın bunlar cilt cilt kalın kitaplar okur, onun içine gizlen, sonra da elini kolunu sallaya sallaya kaç! Envai çeşit yolu var.

Çok ilginç. Tünek kazıp kaçıyorlar görüşüne pek katılmıyorsunuz zannedersem.
O iş öyle zannedildiği kadar kolay değil. Kolay olsaydı, bugüne kadar ben muvaffak olurdum. Üç sefer tecrübe ettim. Üçünde de çocuklar mani oldu. Dışarısı tehlikeli, nere kaçacaksın dediler. Şimdi mecburen buradayız. Esasen adam hapistekileri daha iyi anlıyor şimdi. Amma burada yemekler iyi çıkıyor. O bakımdan rahatım. İyi halden tahliye bekliyorum.


 Muhalefet.org




3 Eylül 2012 Pazartesi

PARASIZ EĞİTİM GERÇEKTEN GELDİ Mİ? - GÜNCELLENDİ


Harçların kaldırılması AKP'yi destekleyenler olsun, karşısında duranlar olsun çok geniş bir kesimin üzerinde durduğu bir konu haline geldi. Bu konuya dair biz kendi sözümüzü daha önce zaten söylemiştik. Fakat bundan sonra ''PARASIZ EĞİTİM GERÇEKTEN GELDİ Mİ?'' başlığı altında bu konu il ilgili tartışmaları güncel olarak yayınlamaya çalışacağız... Ama bundan önce şunu da belirtmekte fayda var; ÜNİVERSİTEN Bİ HABER FANZİN olarak yapılan bu değişikliğin orta oyunundan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Kaldı ki ikinci öğretimlerin harçların gerçek mağdurları olmasına rağmen ikinci öğretim harçlarına dokunmaması, Mersin'de 'Parasız, Nitelikli, Bilimsel, Eğitim istiyoruz' diyen Gençlik Muhalefeti üyelerine polisin saldırması ve zaten harçların eğitim için yapılan harcamalar içinde devede kulak kalıyor olması düşüncelerimizi doğrular nitelikte. Söyledik yine söylüyoruz; parasız eğitim öyle sadece harçların kaldırılmasıyla gerçekleşecek bir durum değildir. Bir öğrenci üniversite okumak için barınma ücreti, gıda ücreti, ulaşım ücreti ve kitap ücreti gibi gayet yüklü miktarlardaki kalemleri ödemek zorundadır. Tüm bunlar ortada dururken ve bunlar kaldırılsa dahi bir öğrencinin sosyal ve kültürel gelişimini sağlayacak bir yaşam koşulu sağlanmadıkça parasız eğitimden de onun tam anlamıyla gerçekleşmesinden de bahsedilemez. Tüm bunların yanında harçları üniversiteler için ihtiyaçlarını karşılamak açısından büyük bir gelir kaynağı olduğunu unutmamak gerekir. Bu bakış açısıyla harçların kaldırılmasının bize ve üniversitelerimize dönüşü daha çok piyasa ilişkileri içine çekilmek ve eğitimin temel kaynağının piyasa bileşenleri olduğu bir yüksek öğretim sistemi olacaktır. Piyasacı mantıkta devletin piyasada yeri olmadığına göre üniversitelere de kaynak aktarmasına gerek yoktur ve piyasacı mantık bir yere para yatırıyorsa bunu 'müşterilerinden' yani bu durumda öğrencilerden mutlaka alacaktır. İşte hal böyle iken tekrar etmekte fayda var: 'Parasız, Bilimsel, Nitelik, Demokratik ve Anadilde Eğitim Mücadelesi' bu gün hala günceldir ve bu kıstaslar etrafında mücadelemiz sürecektir.

Bİ HABER FANZİN

************************************************


CİN, ALİ, VELİ, 49, 50 - MELİH PEKDEMİR


Başlığın açıklamasını sonundan itibaren yapayım. 49-50 AKP’nin ortalama seçmen oranı; son anketlere göre 46-50 de diyebiliriz.

AKP hükümeti eğitim alanında girdiği son çıkmazın farkında; ancak çözmüş havalarından da vazgeçmiyor. Çünkü seçmenlerini 66’ya bağlamakta kimse onun eline su dökemez. Tam bir hafta sonra 66’ya bağladıkları bu eğitim düzeninde, 66 aylık sabi sübyanları ite kaka mektebe başlatıyorlar. Başbakan velilere bir de posta attı: Rapor almak çocuklara ihanettir! “Veli”, ise işte bu miniklere rapor almış bazı “hain” anne-babaların da resmi kayıtlardaki sıfatı.

Yeni müfredat da belli: 4 + 4 + 4 = 0

Çocuklarımız işte bunu öğrenecekler… Bir kuşak maalesef böylece sıfırlanacak!

Gelelim Cin ve Ali’ye yahut Cin Ali’ye… Ama isterseniz gelmeyelim. Şunu da gördük ki bu muhteremlerin devri iktidarında “cin” lafını kullanmak artık külliyen caiz değilmiş. Zaten kendileri “cin” demezler, “üç harfli” derlermiş. Ve de artık hiç kimseye dedirtmeyeceklermiş.

Nasıl mı? Cin Ali, malum, ilkokul okuma kitaplarının sevimli kahramanlarındı. Ol sebepten, yani maneviyat bakımından o da sakıncalı bulunmuş! Üç harfli Ali diye lafı dolandırmayıp yerine başka isimler koymuşlar, Bilge, Ege gibi… Merak etmeyin yakında bu isimler de değiştirilir; Recep, Şaban, Tayyip, Ramazan, Erdoğan!

Öte yandan, muktedirler cinliği, cingözlüğü kimseye kaptırmak istememiş de olabilirler. Çünkü onların istedikleri cin gibi yeni bir nesil değil ki… Dindarlık ve kindarlıkla yetinecek yeni yetmelerimiz. Cin olmadan adam çarpmayacaklar, aykırı ve muhalif olmayacaklar. Uysal olacaklar ki, muktedirler tarafından kolay güdülebilsinler. “Hani bedava süt dağıtıyordunuz, her öğrenciye bir el bilgisayarı verecektiniz?” diye sormasınlar.

“Cin Ali” deyince Ali ve Ali deyince de çağrışımla akla Alevilik gelmez mi? Gerçi Sünni muktedirlerimizin gündeminden de hiç düşmüyor. Yargıtay Alevilik fetvası vermişti hatırlarsınız, Alevi yurttaşların nasıl ibadet edeceği hakkında. Şimdi de Danıştay, “Din dersi Alevi’ye de ateiste de zorunlu” gibisinden bir karara imza attı. Velisinin başvurusu üzerine, ilköğretim 5. sınıfta öğrenim gören çocuğunun “din dersinden muaf tutulması” yönünde alınmış bir mahkeme kararını, mevcut müfredatın din eğitimi değil, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi niteliği taşıdığı gerekçesiyle esastan bozdu! Dedim ya, bu “ders” hakikaten mühimmiş: Çünkü minik Ali’ler ve Aliye’ler neden “cin” kelimesini kullanmayacaklarını öğreneceklermiş. Yani?

Cin Ali gitti gider…

Çünkü işbaşındakiler cingözlüğün daniskasını bilirler!

Baksanıza, eşeğimizi bir kaybettiriyor, ardından bulduruyorlar, cümleten sevindirik oluyoruz. Geçtiğimiz haftalarda Samanyolu TV’de “Kıdem Tazminatı müjdesi” diye bir haber izlemiştim. Ne müjdesiydi bu? Önce demişlerdi ki, yok öyle üç kuruşa beş köfte, ey emekçiler! Bundan böyle kıdem tazminatı yok… Ama hemen ardından Başbakan, “zinhar kıdem tazminatına dokunmayın!” buyurdu. Meğer bu emir üzerine “kıdem tazminatını kaldırmama çalışmalarına başladık” diyorlarmış. Müjde buymuş…

İşte “parasız eğitim” martavalı da böyle. Bu talepten dolayı binlerce genç polisten dayak yedi, yüzlercesi hapiste… Ama bir ara Başbakan “parasız eğitim” deyiverdi. Ardından YÖK, “yok böyle bir çalışma” dedi. Ardından Başbakan yine “parasız eğitim” deyiverdi. Bakanlık “valla parasız eğitim olacak” sözü verdi. Ardından gençler sokaklara döküldü, bu parasız eğitim herkes için geçerli olsun diye. Yine dayak yediler. Mersin Gençlik Muhalefeti’nden çocuklar üç gün önce “Tüm Harçlar Kaldırılsın”' eyleminde gözaltına alındılar, kızlarımız saçlarından sürüklendiler.

Ama cingöz muktedirler hep böyle yapıyorlar. Çünkü martavallarını hep yutturabiliyorlar. Kürt sorunu var, açılım yapacağız dedikten sonra ısrarla ve pişkinlikle artık Kürt sorunu yok diyebiliyorlar. Ama Kürt sorununu böyle “bitirince” bu kez Kürdistan sorunu yarattıklarını fark edemeyecek denli cingözlük bahsinde de çuvallıyorlar. Her neyse, dalga geçercesine yaptıkları icraatları hep “işe” yarıyor. Sıkıştıklarında “sözlerimi medya çarpıttı” deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Hakları da var. Oy oranları hâlâ 49-50!

İşte Çiçek ile Arınç arasındaki kayıkçı dövüşünü de böyle izlemedik mi? Arınç dedi ki bu bir Çiçek “muhtırası”! Mağdur görünmeye alıştırdılar ya, artık kendi kendilerine muhtıra veriyorlar, derken, bir baktık ABD genelkurmay başkanı Obama’ya Suriye konusunda muhtıra vermez mi? Alın size bu kez stratejik ortak mağduriyeti. Özel yetkili savcılar acaba bu mevzuda da bir darbe girişimi davası açar mı?

Ne bileyim, Cingöz Recai’ye mi, yoksa Pennsylvania’ya mı sormak lazım?

BirGün

************************************************

BAŞBAKAN'A AÇIK MEKTUP: ÖĞRENCİLERİ YİYELİM!*

Sayın Başbakan’ımız,
Son günlerde muhalefet partisi ve sivil toplum örgütleri, en küçük muhalefetin bile terör örgütü üyesi suçlaması için yeterli olduğunu, parasız eğitim isteyen, poşu takan yahut 1 Mayıs’a katılan öğrencilerin haksız yere tutuklandığını söylüyorlar. Hatta bazı haddini ve kendini bilmez köşe yazarları (Sayın İçişleri Bakanımız ve küçük not defteriniz onları çok iyi biliyor!) hükümetinizin düşünce özgürlüğünü kısıtladığını, eleştiriye tahammül edemeyecek kadar kibirli ve hoşgörüsüz olduğunu söyleyerek bizi uluslararası toplum nezdinde küçük düşürmeye çalışıyorlar. Biliyoruz, yeri geldiğinde hepsinin ağzının payını veriyorsunuz ama her ne kadar sinek küçük olsa da birilerinin midesini bulandırabilir.

Sayın Başbakan’ımız,
Bu muhalif öğrencilerin sayısı şimdilik iki binlerde olsa bile tutuklanmayı hak eden binlercesi olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bu öğrenciler dışarıda kaldıkları her saniye ülkemizin imajını zedelemek için ellerinden geleni yapıyorlar. (Ki biliyorsunuz bizim için imaj her şeydir!) Sizlerin onlar için uygun gördüğü kalıpların dışına çıkarak, pervasızca icraatlarınızı sorguluyorlar, protesto ediyorlar, organik olmayan yumurta atıyorlar. (Bu yumurtaların iç ve dış mihraklarca ellerine tutuşturulmuş olduğu herkesin malumu.)

Kendi hesabımıza, bu önemli konu üzerinde günlerce düşündük. Bizden önceki hükümetlerin bu öğrenciler üzerinde yaptıkları uygulamaların onları terbiye etmeye yetmediğini, hatta sayılarını daha da arttırdığına tanık olduk. Bu nedenle bizim önerimiz sadece bu öğrencileri ve fikirlerini ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda bunlardan kurtulurken ülkemizin ekonomisine, birlik ve beraberliğine bir katkı sunmayı da amaçlamaktadır. İşte bu yüzden, şimdi en ufak bir itiraza uğramayacağını düşündüğümüz naçizane düşüncelerimizi size sunabiliriz.

Sayın Başbakan’ımız,
Yaptığımız araştırmalar sonucu ülkemizde şu an, üç bine yakın tutuklu, on bin tutuklanmaya hazır, otuz bin ise hakkını aramaya kalkacak öğrenci bulunmaktadır. Poşu takanları, şarkı söyleyenleri, saçını kısa kestirenleri vs. sayarsak bu sayının elli bin üzerinde olması muhtemeldir. Bu elli bin öğrencinin bundan sonraki hayatları boyunca devlete masrafı yaklaşık elli milyon liradır. Bu maliyeti hesaplarken bütün masrafları ayrıntılı olarak düşündük. Ekteki raporda tüm teferruatları bulabilirsiniz. (Örn. Üniversite giderleri, hapishane masrafları, çıktıktan sonra takip-dinleme masrafları, yapacakları eylemlerde atılacak gaz bombası, su fışkırtacak panzerin benzini, resmi-sivil polislerin mesai ücretleri vs.)

Bildiğiniz gibi bu öğrenciler okumak yazmak dışında ideolojik faaliyet peşinde olduklarından özellikle bütçenin güvenlik harcamaları kaleminde aşırı şişmeye neden olmaktadırlar. Bütçeye getirdikleri ek maliyet yanında dış ülkelerden aldığımız gaz bombası ve diğer güvenlik araç gereçleri yıllık ithalatımızı arttırmakta ve istikrarlı ekonomimizi dışa bağımlı hale getirmektedir. Fakat önerimizin uygulanması durumunda ithalatımızdaki bu artışı durdurmamız ve cari işlemler açığında rekor kırdığımız yönünde mütemadiyen bizi eleştiren muhalefeti de susturacağımız kesindir.

Sayın Başbakan’ımız,
Ortalama bir insanın %40’ı kas dokusudur. Hulasa bir öğrenciden ortalama yirmi beş kilo et çıkmaktadır. Etin kilosunun otuz lira olduğunu varsayarsak (ki bu koyun, dana etidir) on sekiz sene bilgiyle işlenmiş, taptaze bir öğrencinin etinin daha değerli olacağını bilmemek abes olur. Et ve Balık Kurumu’ndaki fiyatlarla diğer ülkelerdeki et fiyatlarını karşılaştırıp yaptığımız analiz sonucunda; bir öğrencinin kilosunun en az yüz liradan satılması gerektiği sonucuna ulaştık.
Sizin aklınıza gelen soru bizim de aklımıza geldi. Peki, bu etleri kime satacağız? Kimler bu öğrencileri yiyecek?

Bizim naçizane fikrimiz öğrenci yemenin bir ayrıcalık, statü sembolü olması gerektiğidir. Bu nedenle hazır beton üzerinden hızla yükselen yeni burjuvazimizin damak tadına uygun olacağını düşünüyoruz. Zaten bu öğrencilerin anne babalarını holdinglerinde, şirketlerinde yalayıp yuttukları için çocuklarını da büyük bir hazla mideye indireceklerdir. Ayrıca kendileri pek kitap okumadıklarından öğrencilerin içlerindeki bilginin (tabii zararlıları ve sinirleri alındıkta sonra) sindirim yoluyla bünyelerine geçmesi onları daha zeki ve entelektüel yapacaktır.

Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, restoranlarda etlerin bölgesel farklılıklara göre servis edilmesidir. Örneğin Ege Bölgesi’nde okuyan bir öğrenciyi zeytinyağıyla ve adı sanı duyulmamış otlarla yemek gerekirken, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki öğrencileri terbiye etmeden yememek gerekir. Bu konudaki çalışmaları “Bölge Bölge Öğrenci Yemekleri” başlıklı raporumuzda ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. (Bkz. Bölüm 4)

Aynı zamanda öğrencilerin derilerinden ve kemiklerinden yararlanabiliriz. Derilerinden hanımefendilere nefis eldivenler, beyefendileri de şık ayakkabılar yaparken, can sıkıntılarını gidermek isteyen hanımlarımız da takı kurslarında kemiklerinden kolyeler ve yüzükler yapabilirler. Bu takıların sosyetemiz arasında oldukça rağbet göreceği ise kesindir. Çünkü bir süre sonra bu giysiler ve takılar gösteriş sembolü olacak, kimisi Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği’nde okuyan öğrenciden yapılan eldiveniyle böbürlenirken, kimisi de katıldığı sohbetlerde bacak bacak üzerine atıp Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okuyan gençten yapılan kolyesiyle hava atacaktır.

Ayrıca bu deriler ve kemikler ülke ekonomimize de büyük katkılar sağlayacaktır. Öğrencilerin işlenmesi için küçük ölçekli işletmelere ihaleler verilecek, ayakkabı, eldiven, mont yapan fabrikalar açılacak, üretilen ürünler AVM’lerde satılacak ve binlerce işçiye istihdam sağlanacaktır. Bu sayede gıdadan, tekstile, inşaata kadar birçok sektörde hızla büyüyerek sizin de sıkça ifade ettiğiniz gibi 2023’te sadece Ortadoğu’da değil dünya çapında güçlü bir ülke haline geleceğiz. Ülkemizin şu an % 9 olan işsizlik oranı bir sene sonunda %5, iki sene sonunda %1’e düşecektir. (Bkz. Bölüm 23.)

Sayın Başbakan’ımız,
Son olarak bu muhalif öğrencileri ortak yaşamın yararlı üyeleri haline getirecek kolay ve ucuz yöntemi bulabilecek kişilerin, sizin tarafınızdan cömertçe ödüllendirileceğini düşünüyoruz. Güzel ülkemizin bir istikrar adası haline gelmesini hazmedemeyenlerin kandırdığı gençleri hapishane köşelerinde çürütmemek ve ekonomiye kazandırmak için hazırladığımız raporu en içten duygularımızla arz ederiz.

Saygılarımızla,
Kulunuz Kültür Mafyası

*Jonathan Swift’in, 1729 yılında yazdığı, İrlanda’daki Yoksulların Çocuklarının, Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemek ve Onları Topluma Yararlı Kılmak Üzere, Mütevazı Bir Öneri başlıklı makalesinden esinlenmiştir.

kulturmafyasi.com

************************************************

BİRİNCİ ÖĞRETİMDE DE HAR(A)ÇLARA DEVAM!

AKP’nin birinci öğretim öğrencilerine sus payı olarak “harçları kaldırmasının” ardında bir de görünmeyen uygulamalar var. İkinci öğretim öğrencileri dışında okulunu uzatan birinci öğretim öğrencileri de harç ödeyemeye devam edecek. 

AKP’nin birinci öğretimde ve açık öğretimde harçları kaldırdığını açıklamasına karşın üniversitede okuyan onbinlerce öğrenci harç ödemeyi sürdürüyor. İkinci öğretim ve yüksek lisans öğrencileri dışında okulunu bir dönem dahi uzatan birinci öğretim öğrencileri de harç ödeyemeye devam edecek.

Üniversitelerde çeşitli sebeplerden dolayı okulu uzatmak zorunda kalan öğrencilerin sayısı düşünüldüğünde harçlar kaldırıldı açıklaması “sus payı”ndan ibaret kalırken, buna bir de ikinci öğretimde ve yüksek lisans programlarında eğitim gören onbinlerce öğrenci eklendiğinde harç ödeyen öğrencilerin sayısı bir hayli artıyor.

İşte resmi gazetede yayınlanan ilgili bölüm:

Süresinde mezun olamayan öğrencilerin katkı payı ve öğrenim ücreti tutarları
MADDE 11 – (1) Hazırlık sınıfı veya yabancı dil geliştirme programı hariç olmak üzere, ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeydeki yükseköğretim programlarından program süreleri sonunda mezun olamayan öğrencilerden ekli cetvellerde belirtilen tutarlar kadar öğrenci katkı payı ve öğrenim ücreti alınır.”

BirGün

************************************************

MÜHİM MESELELER

Ülkemizin büyük devlet adamlarından biri olan başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı bizim çevrelerden -ki üniversite çevreleri bahsettiğimiz- kimi arkadaşlarımız -ki bu kimi arkadaşlar arasında fanzin ekibimizde var- önemseyip üzerinde düşündü. Yine aynı çevreden  büyük bir çoğunluk ise 12 Eylül darbesinden bu yana özelde gençlik genelde ise tüm halk üzerinde işletilen apolitik, Türk-İslamcı (siz bunu dindar diyede okuyabilirsiniz) bir nesil ve en nihayetinde toplum yaratmama projesiyle yakından alakalı olarak umursamadı. Biz bu durumu umursayanlar olarak mikroskobumuzun ayarlarıyla oynayarak lam ile lamer arasında duran hassas ve bir o kadar mikropsu konuya daha yakından bakma ihtiyacı duyduk.

Konuyu birçok bakımdan irdeleye biliriz. Fakat bizce ana olarak durulması gereken bir kaç nokta var. Bu noktalara geçmeden önce üniversitelerin genel durumunu ve bazı hususları da açıklayarak işe başlarsak konuların birbirleri ile rabıtaları daha rahat kurulabilir. Son zamanlarda devlet büyüklerimizin üniversiteler üzerine bir çok açıklaması oldu. Ama bunlardan bir kaçı özellikle önemliydi. Bu özellikli açıklamaları şöyle sıralayabiliriz; ilk olarak diyanet işleri başkanı her üniversitede cami olması gerektiğinin fetvasını yayınladı, ikinci olarak başbakan 'talimat verdim harçlar kalkacak' dedi ve son olarak Bekir Bozdağ 'camiler fakülteler kadar önemli' dedi. 

Bu açıklamaların ardından üniversitelerin genel durumuna bakmakta yarar var. Ülkemizde 169 tane üniversite bulunmakta ve bunların 105'i devlet üniversitesi, 64'ü ise vakıf üniversitesi. AKP iktidarı ile 89 yeni üniversite açıldı. Bu açılan üniversitelerin çoğu 'Her ile bir üniversite kampanyası' olarak açıklayabileceğimiz kampanya ile kurulmuş üniversiteler. Geri kalanı ise Vakıf üniversiteleri. Yine sayısal verilerden devam edersek Türkiye'de ki öğrenci sayısı yaklaşık olarak 4 milyon. Türkiye'deki akademisyen ( Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent) sayısı ise yaklaşık 50 bin. Bu demek oluyor ki kaba bir hesap ile akademisyen başına 80 öğrenci düşüyor. 

Devam edersek, 2012 yılı için Yüksek öğretime ayrılan bütçe 12 milyar 743 milyon TL, bunun yanında Diyanet İşleri Başkanlığı'na ayrılan bütçe 3 milyar 891 milyon TL, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne ayrılan bütçe ise 12 milyar 119 milyon TL. Bu kalemlere ek olarak Türkiye'nin yıllık askeri harcaması 31 milyar 786 milyon 820 bin TL'dir. Tüm bunlara son bir ekte biber gazına yapılan 10 yıllık harcamayla yapalım. Biber gazına son 10 yılda 37 milyar 817 milyon 657 bin 143 TL harcanmıştır. Bu rakamlarında ortaya çok net koyduğu gibi Türkiye'nin üniversitelerine ayırdığı bütçe oldukça yetersizdir. Ayrılan bütçenin zaten %52,67’sini (6 milyar 712 milyon TL) personel harcamaları oluşturmakta, sosyal güvenlik devlet primi giderleri ise 1 milyar 157 milyon TL’yi bulmaktadır.. Mal ve hizmet alım giderleri ise 1 milyar 861 milyon TL olarak öngörülmüştür.

Yani üniversitelerimize bilimsel araştırma için sadece yaklaşık olarak 2 milyar lira kalıyor. Bu rakamlarla anlaşılıyor ki, zaten verili sistem ile bilimsel araştırma yapmayan üniversiteler, böyle bir eğilimleri olsa dahi bunu devlet bütçesi ile yapamazlar. Ayrıca bu 2 milyar liralık bütçenin tüm üniversitelere eşit olarak dağıtılmadığı düşünülürse bilimsel çalışma yapmak tam bir hayal. Tam bu noktada ise işin içine sermayedarlar ve büyük şirketler giriyor. Üniversite bulunan beyin gücünü parasal destek ile denetime alan şirketler bilimsel araştırmanın yönünü de toplum çıkarlarından kendi çıkarlarına büküyorlar. Bu durumdan karlı çıkan sermayedarlar, hem kurulması ve işlemesi büyük paralar gerektiren AR-GE bölümlerini kurmaktan kurtuluyorlar hem de öğrencileri ve araştırma görevlilerini ucuz iş gücü olarak kullanıyorlar.  Tüm bu çıkarlı hamlelerin sonundaysa üniversiteye bir tane spor salonu, iki tane konferans salonu, bir kaç bilgisayar ve bir kaç öğrenciye burs vererek hayırsever iş adamı konumuna terfi ediyorlar. Üniversiteler ise özellikle Bologna sürecininde etkisiyle bu çarka her geçen gün daha fazla teslim oluyorlar.  

Yine yukarıda akademisyen sayıları ile öğrenci sayılarını vermiştik. 1 akademisyene ortalama 80 öğrenci düştüğü görülse de işin aslı öyle değildir. Bir çok fakültede sınıf mevcutları 200 kişiyi buluyor. Özellikle İktisadi ve İdari Bilimler faküleri ve Fen-Edebiyat fakülteleri gibi fakültelerde bu durum artık alışıla gelmiş bir halde. Bir akademisyene 200 öğrencinin düştüğü bir ortamda eğitimden, öğretimden ve dahada önemlisi bilimsel bilgiden bahsedilmesi ne kadar mümkündür. Üstelik bu yetersiz akademisyen sayısına rağmen hala yeni üniversiteler açılmaktadır. Durum buyken ne mevcut üniversitelerde ne de yeni açılan üniversitelerde nitelikli eğitimden bahsedilemez.

Bu konuyla ilgili bir diğer gerçekte akademisyenlerin niteliğidir. 12 Eylül darbesinin ardından bir çok akademisyen solcu, sosyalist, ilerici, demokrat, Kürt ve ya Alevi olduğu için üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu durumda üniversitelerde oluşan akademisyen ihtiyacı niteliksiz yeterli bilgisi olmayan insanların akademisyen yapılmasıyla, yardımcı doçentlerin jet hızıyla profesör olmasıyla dolduruldu. O günden bu güne değişen pek bir şey olduğunu söyleyemeyizde. Niteliksiz eğitimle yetişen akademisyenler ve bunun sonucu niteliksiz bir eğitim.

Üstelik tüm bu nitelikli akademisyen sıkıntısına rağmen 12 eylül benzeri bir uygulamada ufukta görünmüş durumda. Bu durum kendisini Bologna Süreci ile dayatmakta. YÖK'ün 2006 yılında yayınladığı Yükseköğretim Strateji raporundaki bilgilere göre; hedef akademisyen sayısını 10 ile 15 yılda iki katından fazlasına çıkarmak. Bununla beraber bu kadar hızlı bir artışın eldeki malzeme ile nasıl sağlanacağı konusu ise şurada ortaya çıkıyor. Ülkenin büyük üniversiteleri dışında ki üniversitelerde akademisyen olarak çalışmak isteyen doktora mezunları hem daha fazla maaş alacak, hem de daha hızlı bir şekilde 'kariyer basamakları'nı tırmanacak. Böylece niteliksiz olan akademisyen kadrosu dahada niteliksiz hale getirilecek.

Buradan üniversitede ki fiziki koşullara geçersek. Üniversitelerin bir çoğu yetersiz sınıflar, eksik teknik malzeme vb. sıkıntılarla boğuşuyor. Bazı üniversitelerde Fen bölümü öğrencileri laboratuvar yüzü görmeden mezun oluyor. Her sene okulların kontenjanları artırılırken ek bina gibi gerekli ihtiyaçlar karşılanamıyor ve nihayetinde üniversiteler tıklım tıkış koyun ahırlarına dönüyor. Üstelik yeni açılan üniversiteler bu saydığımız sıkıntıları en başından beri yaşayarak tabela üniversitesi olmaktan öteye gidemiyor. 

Üniversite kontenjanları ile ilgili bir başka sıkıntı ise yurt sorunu. AKP kontenjanları sürekli artırmakla birlikte ne yeni devlet yurtları yapmakta ne yurtların kapasitesini artırmakta ne de yurt şartlarını düzeltmektedir. Bu durumda yoksul halk çocukları cemaat yurtlarına ve dolayısıyla cemaatin karanlık ağlarına mahkum kalmaktadır. 

Üniversiteler öğrencilerinin sosyal gelişimine destek olmayıp, mevcut YÖK yönetmelikleri ile bizzat bu gelişimi engelliyorlar. Demokrasinin, bilimsel ve eleştirel düşüncenin beşiği olması gereken üniversiteler, AKP ve onun üniversitelerdeki eli YÖK ile bilimsel bilginin ve eleştirel düşüncenin olmadığı anti-demokratik açık hava hapishanelerine çevriliyor. Her türlü haklı söz bastırılıyor. Hatta üniversiteler artık Evrim teorisinin karşı çıkıldığı, Adnan Oktar gibi şarlatanların alkışlandığı mekanlara dönüştürülüyor. Bu açıdan bakılınca Bekir Bozdağ'ın açıklamaları çok manidar görünüyor.

Şimdi konuyu başta belirlediğimiz açıklamalar üzerine bükelim. Başbakan harçlar kalkacak diyor. Bu durumda yıllardır harçlara karşı çıkan bizler, AKP hakkında yanılıyor mu oluyoruz? Bizce yanıt hayır. Çünkü bizler yıllardır süren mücadelemize 'harçların kaldırılması mücadelesi' demiyoruz. Bizler mücadelemizi 'parasız eğitim mücadelesi' olarak adlandırıyoruz. Parasız eğitim dediğimiz olgu ise sadece harçların kaldırılmasıyla sağlanacak bir durum değildir. Parasız eğitim öğrencilerin her türlü zorunlu ve insani ihtiyacının devlet tarafından karşılanmasını amaç edinen bir mücadeledir. Sadece harçların kaldırılması bir şey ifade etmez. Çünkü eğer bir üniversiteli geldiği üniversitede ücretsiz ve nitelikli bir barınma hakkına sahip değilse, eğer sağlıklı ve ücretsiz beslenme hakkına sahip değilse, nitelikli ve parasız bir sağlık hizmetine ulaşamıyorsa hayatından sadece bir gider kalemi eksilmiş olacaktır.

Şunu da biliyoruz ki; Türkiye'nin imzacısı olduğu Bologna süreci metinleri böyle bir şeye karşı çıkmaktadır. YÖK'ünde sık sık vurguladığı gibi 'eğitim bir yatırım kalemidir. Ve bu nedenle yararlananlar ödemelidir'.İşte bu nedenlerle tek başına harçların kaldırılması anlamsızdır. Ayrıca harçların kaldırılması AKP'nin bir lutfu değil tam anlamıyla parasız eğitim için mücadele edenlerin bir kazanımıdır. AKP'yi yıldıran bizim mücadelemizdir.

Son olarak da Bekir Bozdağ ve Diyanetin fervasını bir arada alalım. Başbakanın ağzından bir çok kere duyduğumuz dindar nesil kelamı 4+4+4 ile İlköğretim, lise giderken, üniversiteye uğramaması şaşırtıcı olurdu. Her zaman toplumun en dinamik ve muhalif kesimi olan üniversiteler AKP'nin bir türlü zapt edemediği kaleler konumunda. 

Bu kaleleri zapt edebilmek için önce YÖK eliyle rektör, dekan atamaları yaptı. Daha sonra kendine yakın akademisyenlerle üniversiteleri doldurdu. Yetmedi sivil polis yönetmelikleri ile polisi kampüslerde meşrulaştırmaya çalıştı. Ama hiç bir hamlesi tutmadı. Son çare olarak üniversite öğrencilerinin gericileştirilmesi planlarını yürürlüğe koydu. Bu çıkışlar onun için anlamlı.

Camiler elbette sadece ibadethane formatıyla üniversitede karşı çıkılamayacak birşey.Ama yarın alevi öğrenciler cemevi talep ederse,meclisteki olaya mı dönecek iş. Ya da üniversitede bir erkek saçı uzun ve küpe takarak dolaşamazken, sevgililer el ele tutuşamazken, bir Kürt öğrenci kimliğini açıkça söyleyemezken ya da solcu bir öğrenci siyasi görüşünü özgürce ifade edemezken  bu durumu özgürlük olarak mı niteleyeceğiz? Tabi bu söylediğimiz durumlar camiyi sadece ibadethane olarak alırsak böyle. 

AKP sadece bu açıdan düşünmemektedir. Türban meselesinde olduğu gibi bu meselede de amaç üniversitelerin gericileştirilmesi ve denetim altına alınmasıdır. Camilerde bunun mevzileri olarak planlanmaktadır. İşte bu nedenlerle bu uygulamaya karşı çıkılmalıdır. Birde bu zatın üniversitelerin ülkenin her yerinde açılmasıyla kalitenin arttığı ve bilimsel bilgide rekabetin iyi olduğu açıklamaları var ki akıllara zarar. İlk açıklamayı yukarıda çürüttük. İkinci açıklamayı ise her şeyi satmayı kendine görev bilmiş bir partinin vekili bu muhteremin liberal kişi bozukluğuna veriyoruz. Bilimsel bilginin rekabet ile toplum yararına geliştiği duyulmamış, görülmemiş bir şeydir. Bilimde rekabet ancak büyük para babalarının şirketleri için işe yarardır. Bilimin toplum yararına gelişmesinin ve üretim yapmasının tek yolu dayanışmasıdır. Hem kendi içinde mesleksel ve alansal olarak hem de bilimi ürettikleri ile. 

Öte yandan muhterem Bekir Bozdağ 'Camiler, fakülteler kadar mühimdir' diyor. Bu değer yargısı bizde soru işareti oluşturuyor. Mevcut politikalarınıza bakarsak Bekir bey ihtiyacı olduğu halde üniversitelere fakülte binaları açmak konusunda ketumsunuz. Bizce fakülte işini pek mühim görmüyorsunuz. Bu camilerinden mühim olmadığı anlamına mı geliyor? Tabi olaya birde şiirsel olarak bakarsak iş biraz daha çözülüyor. RTE çok feryat ediyor 'bir şiir okudum hapse girdim' diye. Her üniversiteye cami, dindar nesil dedikçe bizim aklımızada hep o şiir geliyor; 

'Minareler süngü, kubbeler miğfer; 
camiler kışlamız, müminler asker.'

Sonuç olarak AKP'nin dur durak bilmez saldırılarına karşı üniversiteler teslim olmayacak. Bu ülkenin devrimci gençleri üniversitelerini minareler süngüsü, kubbeler miğferi; camiler kışlası, müminler askeri olanlara bırakmayacak. Bizler üniversitelerimize sahip çıkacağız. Umudun ve dayanışmanın işçileri bu günüde umuda vardırmayı dayanışmayla başaracak.


Bi Haber Fanzin

************************************************ 

EĞİTİM ŞİMDİ GERÇEKTEN PARASIZ MI OLDU?

AKP, ‘üniversite harçlarının ikinci öğretimler dışında kalktığını’ açıkladı. Medyada bu değişiklik ‘artık eğitim parasız’, ‘harçlar kalktı’ şeklinde sunuldu. İlk söylediğinde gerçekten de kulağa hoş geliyor. Peki, gerçekler öyle mi?

Gerçekleri görmek için hem AKP’nin daha önce ‘kulağa hoş gelen’ mesela ‘artık herkes özel hastanelerde ücretsiz muayene olabilecek’ diye sunduğu politikalara hem de eğitimde ve üniversitelerde yaşanan duruma bakmak yeterli olabilir. 

1) AKP’nin temsil ettiği yeni iktidarın mantığı ‘içerme’ ve ‘pasifleştirme’ üzerine kuruludur. Her meselede karşımıza çıkan bu yaklaşımın üniversitelerde son dönemdeki iki örneğinden birisi ‘YÖK Disiplin Yönetmeliği’, diğeri ise ‘harçların kaldırılması’dır. Her ikisinde de AKP, son dönemde kendisine karşı yükselen öğrenci gençlik muhalefetinin iki temel talebi ile oynamakta, onu ‘içermektedir’.

YÖK Disiplin Yönetmeliği ile birlikte ‘pankart açmak serbest’, ’12 Eylül’ün Disiplin Yönetmeliği Kaldırıldı’ manşetleriyle sunulan içerik, asıl olarak öğrencilerin her tür hareketinin ve muhalefetin sınırlarını çizerek, o sınırlar içerisinde ‘serbestlik’ tanıyan yeni ve ‘gizlenmiş otoriterlikle’ maluldur. Bu yolla öğrencilerin ‘özgürlük ve demokrasi’ talebi de boşa düşürülmektedir. Benzer bir yöntemi harçların kaldırılmasında da görmek mümkündür. Uzun yıllardır öğrenci gençlik tarafından sürdürülen ‘parasız eğitim mücadelesi’ sözde harçların kaldırılması ile ‘karşılanmış’ ve ‘boşa düşürülmüş’ bu şekilde öğrenci hareketinin talepleri içerilerek pasifleştirilmiş olmaktadır. Bu ‘artık eğitim parasız’ yaygarası öncelikle eğitimin ticarileştirilmesini ve her kademesinde paralı hale getirilmesi gerçeğini gizlemekte, paralı eğitimi harçlarla sınırlamaktadır. Oysa eğitim AKP iktidarının özelleştirmeleri ve mali özerklik adı altında üniversiteleri ticarethaneye dönüştürmelerinin sonucu olarak zaten her kademesinde paralı hale gelmiştir, harçlar bu bütünün -artık- küçük bir parçasından başka bir şey değildi. 

2) Eğitimin paralı hale getirilmesinin ilkel döneminin uygulamalarından olan harçlar, devletin eğitimden çekilerek kaynak ayırmaması, herkesin kendi eğitimini finanse etmesi üzerine kuruluydu. Bu anlamda harç gelirleri, üniversitenin kaynağına doğru akmaktaydı. İktidara geldiği günden beri toplumsal alanlarda hak olarak kalan sosyal devlet kalıntılarını da tarumar eden AKP'nin ‘harçları kaldırma’ şovu arkasında üniversitelere nasıl bir kaynak gösterdiği muammadır. Geçmiş pratiklere ve iktidarın sınırsız neoliberal niteliğine bakarak, somut duruma en yakın ihtimalin; eğitim masraflarının çeşitli şekillerde öğrencilere yıkılacağı olduğunu söylemek mümkündür.

Harçların kaldırılmasından doğan kaynak boşluğunu devlet doldurmayacağına göre; barınma, beslenme, ulaşım, sağlık başta olmak üzere pek çok alanda yeni bir zam dalgasının gelmesi sürpriz olmayacaktır. AKP'nin öğrencileri harç ödemekten 'kurtarıp', harç miktarını ya da daha fazlasını ödetmek zorunda bırakacağı yeni mekanizmalar oluşturacağı, bu yolla harç gelirlerine denk bir bütçeyi kuralsız bir piyasacılık içinde ‘tahsilata’ yöneleceği de ilk akla gelenlerden birisidir.

3) Bu anlamda, elbette ve öncelikle harçların kaldırılmasının geçtiğimiz dönemde gelişen öğrenci gençlik muhalefetinin etkisinden –ve elbet yıllardır kesintisiz süren mücadeleden- azade tartışmak mümkün değildir. AKP’ye karşı yalnızca öğrenciler içerisinde değil, halk içerisinde de önemli bir umut kaynağı haline gelen mücadelelerin sonucunda zorunlu bir adım olarak AKP harçların kaldırılmasını gündeme almıştır, yine YÖK Disiplin Yönetmeliği’ndeki değişiklikler de bunun bir sonucudur. Bu durum mücadele edilerek kazanmanın mümkün olduğunu, iktidarların gizleyerek ve kendine mal ederek de olsa bazı adımlar atmak zorunda kaldığını gösteren bir örnektir. O yüzden öğrenci gençlik hareketi harçların kaldırılmasını elbette öncelikle kendi mücadelesinin bir eseridir. 

4) Gerçekten parasız bir eğitim için, eğitim alanındaki ticarileşme karşısında parasız eğitim mücadelesinin harçlarla sınırlandırılması en önemli tuzaklardan birisidir. Çünkü, bugün eğitim barınma-beslenme-ulaşım sorunlarından başlayarak bir ticaret nesnesi haline gelmiştir. Üniversiteler şehirlerin ticari faaliyetinin canlanmasının bir aracı olarak çoğaltılmakta, öğrenciler müşteri olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten parasız bir eğitim ancak öğrencilerin barınma ve beslenme sorunlarından başlayarak, kültürel-sosyal gelişimine kadar tüm ihtiyaçlarının devlet eliyle karşılandığı, herkes için burs olanaklarının sağlandığı bir eğitim anlayışı ile mümkündür. Oysa bugünkü durum bunun tam aksi yönündedir. O yüzden harçların kaldırılması tek başına devede kulaktır.

5) İkinci öğretimlerde harçların kaldırılmamış olması ise AKP’nin bir tür piyasacılığı kademeli olarak uygulamasının bir sonucudur. Bu anlayış, -harçların kaldırılmasının ardından yarın çıkacak çapanoğlu olarak da- eğitimin maliyetinin bireyler tarafından karşılanması ve piyasacılık ile başarı arasında kurulacak bağa ilişkindir. Geçtiğimiz yılda gündeme gelen ancak tepkiler nedeniyle vazgeçilen ‘bireysel harç uygulaması’ her öğrencinin başarı durumu ile ölçülür biçimde kredi satın almasına dayanan yaklaşım, önümüzdeki günlerde gündeme gelecek olan Yeni YÖK tasarısının parçası olarak karşımıza çıkabilir. Böylelikle AKP bir yandan ‘harçları kaldırmış’ olacak, ama aynı zamanda başarılı olamayan öğrencilere de para cezasını keserek bu açığı kapatmış olacaktır. 

6) Parasız eğitim tartışmasının harçlara sıkıştırılmasının gizlediği bir gerçek de kamu üniversitelerinin ‘meslek okullarına’ dönüştürülmesi ve giderek özel üniversitelerin eğitimin temel kurumu haline getirilmesidir. Eğitim sistemi 4+4+4 düzenlenmesi ile birlikte özellikle emekçi yoksul halk çocuklarını 9 yaşından itibaren meslek okullarına yönlendirerek okuldan koparmakta, yaygınlaştırılan –ve meslek lisesileştirilmiş olan- yüksek okul ve üniversitelere yönlendirmektedir. Bu piyasa çarkı içerisinde hem üniversite bilimsel niteliğinden uzaklaştırılmakta hem de sınıfsal ayrışma süreklileştirilerek sabitlenmektedir. Ayrıca son dönemde bütçeden eğitime ayrılan pay giderek düşerken onun yerine özel okullar desteklenmektedir. 

AKP şimdi, yeni ‘YÖK Disiplin Yönetmeliği’ ve ‘Harçların Kaldırılması’ ile hem ‘demokratik’ hem de ‘parasız eğitim’ talebini içererek, içini boşaltmaya yönelmiş, bu şekilde eğitimin piyasalaşmasını ve gelişen otoriterliği de gizlemiş olmayı hesaplamaktadır. AKP aynı zamanda öğrencilerin mücadelesinin sonucundaki zorunlu bir adımı olan bu değişiklikleri kendisi tarafından sunulmuş bir lütuf olarak göstermeye çalışmaktadır. 

Oysa, bu atılan adım öğrencilerin mücadele ederek kazanabileceklerini en zorba iktidarları dahi istemedikleri adımları atmak zorunda bırakacağının bir kanıtıdır. 

O yüzden öğrencilerin şimdi yükselmeye başlayan talepleri AKP’nin bu tuzağının da boşa çıkarılacağını gösteriyor. Öğrenciler ve öğrenci gençlik muhalefeti dün kararın açıklanmasının ardından ikinci öğretimde de harçların kaldırılması ve aynı zamanda paralı eğitimi bütün boyutlarıyla deşifre ederek gerçekten parasız bir eğitim, kamusal ve demokratik bir üniversite için yeni bir mücadeleyi şimdiden başlatmış durumda.


muhalefet.org

************************************************

ÜNİVERSİTE A.Ş.'LER ÇOĞALIRKEN,''PARASIZEĞİTİM'' Mİ? - ASLI AYDIN

Türkiye'de hızla tepeden tırnağa tüm kamusal hizmetler, yaşadığımız toprak, içtiğimiz su hatta neredeyse soluduğumuz hava piyasanın meta ilişkisine havale edilirken, bugün önümüze serilen göstermelik adımlar sadece "sözde" olmaktan ibaret kalıyor, başkanlık sistemi tartışmaları ile yaklaşan seçimler öncesi yüksek dozda popülizm ve pragmatizm kokuyor.

Nitekim bugün AKP siyasetine veya ideolojisine yabancı kalmış birinin bile kolayca yakalayabileceği bu denklemin matematiğini çözmek hiç de zor olmasa gerek. 

AKP'nin bugünkü politikalarını bir bütünlük altında, temsil ettiği ideolojik eksende inceleyecek olursak, bugünkü "parasız eğitim" hamlesi ile kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediği açıkça görülmektedir. AKP'nin eğitimde 4+4+4 dönüşümü ile piyasacı ve gerici bir sistemi hedeflemesini ve ülkede milyonlarca çocuğun bilimsel, parasız eğitim hakkına önceden ipotek koymasını bir yana bırakır ve bugün yüksek öğretim kurumlarındaki özel/vakıf üniversitelerine doğru var olan dönüşüme bakarsak muazzam bir “sektör” zaten karşımızda duruyor. Türkiye'deki vakıf üniversitelerinin hızlı yükselişi ve giderek devlet üniversitelerinin yerini alması zaten sistemin başlı başına piyasalaşmasından/paralılaşmasından başka bir anlam taşıyor mu? 

AKP’nin piyasanın işleyişine mahkum ettiği eğitim sistemine dair işlettiği eğitim politikaları, devlet üniversitelerindeki “eğitime yatırım” faaliyetlerini adeta durduruyor, vakıf üniversitelerinin tercih sebebi olması yönünde devlet üniversitelerini oldukça geri planda bırakıyor. Hal böyle olunca, çocuklarının geleceği için tek seçeneği para harcamaktan geçen veliler, borçlanarak veya bütçelerinde büyük bir bölümü eğitime ayırarak çocuklarını daha “garanti” atında olacakları vakıf üniversitelerine göndermeyi tercih ediyorlar. 
Vakıf üniversitelerine yönelim bu kadar artınca, elbette “serbest piyasa” mekanizması gayet iyi işliyor, yıllık okul ücretlerinde yüzde 30’lara varan zamlar yapılıyor. Yıllık ücretleri 15-25 bin arası değişen vakıf üniversitelerine sadece yüksek gelir grubu değil, orta sınıf ücretli kesim de yöneliyor. Çünkü bugün mevcut sınav sisteminin eleme koşullarında kıyıdaki köşedeki tüm parası ile çocuğunu bir üniversitede okutabilmenin yollarını arayanlar, mevcut politikalarla geleceksizliğe mahkum edilmiş çocuklarına “parayla” çıkış kapısı arıyorlar. Bankaların Eylül ayı ile beraber bol bol TV’lerden, reklam panolarından eğitim kredilerini pazarlamaları boşuna değil, işin içinde devasa bir sektör var. 

Bu devasa sektör sermayeyi ve elbette temsil ettiği siyasi iktidar çevresini bir yandan beslerken, bir yandan da mevcut politikalar bu sektörü besliyor. Örneğin bugün sadece İstanbul’da 9 devlet üniversitesi var, vakıf üniversitelerinin sayısı ise 33! 1992'den günümüze vakıf üniversitelerinin sayısı 33 kat artmış. Bu artış binlerce öğrencinin, öğretim görevlilerinin ve personelin yer aldığı, işleyen bir endüstrisinin oluşmasını sağlamış, yüksek öğretimde devlet üniversitelerinin alternatifi olarak başta sahneye çıkan vakıf üniversiteleri oldukça güçlü bir konuma taşınmış. 

Türkiye bugün dünya nüfus büyüklüğünde 18. sırada yer almakta olup, yaklaşık 75 milyona yaklaşan nüfusunun içinde 12 milyon genç nüfusa sahip. Türkiye’de genç işsizlik oranı ise yine yaklaşık yüzde 16. Bu yüzde 16’nın içinde şüphesiz büyük bir çoğunluk üniversiteye giriş sınavını kazanamamış/elenmişlerden veya kazanıp mali yetersizlikten dolayı gidememişlerden oluşmakta. Ayrıca bu işsiz gençlerin arasında üniversite mezunu olup da “mesleki yetersizliklere” sahip, yani bugün sermaye kesiminin yabancı dil, bilgisayar becerisi vb. taleplerine cevap verememiş gençlerin de büyük bir yer kapladığı bilinmekte. Bugün vakıf üniversitelerinin büyük bir kısmı, şirket sahiplerinden veya holding patronlarından oluşuyor. İşsizlik tehdidini sürekli sırtlarında hisseden gençler için “iş garantisi” kampanyalarını sunan bu “patron okulları”, eğitimin “bilimsel” olan kimliğini dışlayarak ve sadece “mesleki” kısmı ile ilgilenerek “gelecek garantisi” vaat ediyorlar. Kısaca kendi şirketlerine, kendi biçim verdikleri işçileri yetiştiriyorlar. 

Dahası, vakıf üniversitelerini bugün tercih sebebi yapan koşulla arasında “nitelikli öğretim kadrolarının” yaratılması ve devlet okullarına karşı bu yönde üstünlük kazandırılması da göz önünde bulundurulmalıdır. Akademisyenler ve öğretim görevlilerine daha uygun ücret ödenmesi, güncel teknolojik gelişmelerin daha hızlı adaptasyonu, eğitim teknolojilerindeki manevraları, kendi öğretim üyesi yetiştirme programını oluşturabilmesi ve akademik özerklik fırsatı, öğretim üyelerinin de yüzlerini “daha iyi yaşam koşulları sunan” vakıf üniversitelerine dönmelerine zemin oluşturuyor. Elbette onlara paralı eğitim merkezlerini, ticarethaneye dönüştürülen üniversiteleri işaret eden el, bugün devlet okullarına yatırım yapmayan, hantal, atıl ve talebe göre çok yetersiz bırakan siyasi iktidara ait “görünen” el. 

Son yıllarda üniversitelerin siyasi iktidar ve sermaye lehine yaşadığı dönüşümün vakıf üniversitelerini, “garantili” bir geleceğin vaat edildiği birer “fırsat mekanları” haline getirmesinin ardında böylesi bir hikaye varken, “parasız eğitim” hikayesi bugün hangi gerçeğe paralel düşüyor? Çoğunlukla A.Ş. haline getirilmiş olan üniversiteleri piyasanın merkezine iterken, barınma, ulaşım gibi “mali” sorunları büyütüp öğrencilerin üzerine yüklerken, uzun yıllardır gençliğin sürdürdüğü “parasız eğitim talebi” üzerinden prim yapmaya çalışmak fazlaca “sakil” kalmıyor mu?


BirGün

************************************************

AKP'NİN ''PARASIZ ÜNİVERSİTELERİNDE'' MÜŞTERİ ÖĞRENCİLER

Daha önce birçok üniversitede uygulanan öğrenci kimliklerinin banka kartlarına çevrilmesi ve zorunluluk haline getirilmesi, birkaç üniversitenin daha uygulamaya katılmasıyla 23 üniversitede uygulanmaya başlandı. 

Öğrencilerin rızasını almadan bilgilerini paylaşan ve bankaların zorunlu müşterisi haline getiren bu uygulama, başta öğrenciler olmak üzere tepkilerin büyümesine neden oluyor. 

Bankaların üniversitedeki kar kapılarının üniversite yönetimleri tarafından açılması, üniversitenin kapısından adım atan her öğrenciyi bankanın zorunlu müşterisi haline getirip kredi kartını cebine koyuyor. 

Bu kartlar sayesinde ancak derslere ve okulun diğer bölümlerine giriş yapabilen öğrenciler, yemekhane, kütüphane, spor salonu gibi alanlardaki faaliyetlerden ancak bu kartlr sayesinde faydalanabiliyor. 


Öğrencileri Bankaların Daimi Müşterileri Haline Getiriliyorlar 
Bugün bankaların üniversiteler ile protokol anlaşması imzalayarak ihale usulü açılan kimlik kartlarını üzerilerine almaları ve hedef kitle olarak üniversite öğrencilerine yönelmeleri, bir yandan müşteri adedini genişletip verdikleri kartlar üzerinden aidat, faiz vb karları garantilemek. Fakat diğer bir yandan da bankalar ileride meslek sahibi olabilecek, hayatında yeni bir adımla bir tüketim girdabına girecek öğrencileri şimdiden kendilerine bağlamanın peşinde. Bugün bankaların pazarlama stratejilerinde en öncelikli madde, “bağlı müşteri”nin olması. Banka sayısının her geçen gün artması ve yüksek rekabet koşullarında bankaları müşteri kapma yarışı içinde daha vahşileştiren rekabet, üniversite gibi muazzam “müşteri ordusunu” bankalar için kaçırılmaz bir fırsat yapıyor. 
Daha önce üniversite kampüslerine ticari standları taşıyan bankaların öğrencilere zorla kredi kartı satma çabası, şimdi üniversite yönetimlerinin öğrencilere bu kartları zorla satması ile hedefine ulaşmış oluyor. 

Aidat, Faiz, Kredi, Borç… Kriz 
Öğrencilerin verilen kimlik kartlarına para yükleyip okul içindeki gündelik-zorunlu faaliyetlerinde kullanmalarının yanında bir de kartların kredi kartı olma özellikleri bulunuyor. 

AKP hükümeti bilindik takiyelerle “harçlar” üzerinden seçim çalışması yaparken, öğrenciler gerçek hayatta ailelerinden sağladıkları çok kısıtlı bir bütçeyle ulaşım-yemek-barınma vb birçok masrafları karşılamak zorunda bırakılırken, öğrencilerin ceplerindeki harçlıkların katlanmak zorunda kaldıkları maliyetlerin çok gerisinde olduğunu AKP ve üniversite yönetimleri gayet iyi biliyor. 

Toplumun genelinde de aynı stratejinin izlendiği düşünülürse, gelirleri arttıracak veya tüketim maliyetlerini kısacak bir girişim yerine üniversitelerde de borçlandırma mekanizması işletiliyor. Öğrencinin cebine başta kredi kartı konuluyor, “istersen harca” deniliyor.

Sadece Kart Değil!!
Öğrencilerin banka kartları ilk elden bankaların üniversite şubeleri tarafından veriliyor. Öğrenci banka şubesine gittiğinde ise imzası alınarak hesap açılış formu ve kredi kartı talep formu imzalatılıyor. Öğrencinin imzalamama gibi bir karar verme yetkisi üniversite yönetimi ve banka anlaşmasına istinaden elinden alındığı için imzalamak zorunda bırakılıyor. Çünkü öğrencinin derslere girmesi bile bu kartın cebinde olmasına bağlı. 

Öğrencilerden alınan bilgilere göre hesap açılışında ise çoğunlukla bankanın mevduat dışı yan ürünleri de banka görevlileri tarafından işaretleniyor, “otomatik fon hesabı” ve “otomatik ödeme talimatı” gibi. İşin en tehlikeli tarafı ise çoğunlukla bu hesaplar açılırken öğrencilere bir de küçük bir kredi limiti açılıyor, fakat faizi neredeyse tüketici kredisinin bile 3 katı! Bu kredi limiti hesaba otomatik bağlanıyor, hesapta para kalmayınca öğrenci bu limitten herhangi bir sorgulama olmadan kolayca borçlandırılabiliniyor. 


muhalefet.org

************************************************

HARÇLAR İŞTE BÖYLE KALDIRILDI - ECE ÖZTÜRK

AKP harçların kaldırılmasını bir lütuf olarak sunmaya çalışıyor. Medya parasız eğitim mücadelesini şimdiden bir nostalji hikayesi olarak sunuyor. İşte bu oyun bugün yine sokakta, Mersin’de bozuldu. Bütün harçlar kaldırılsın, üniversitelerdeki her tür ticarileşmeye son verilsin diyen öğrencilere polis saldırdı.

14 öğrenci dövülerek gözaltına alındı. İşte bu görüntüler, harçların nasıl kaldırıldığının da resmidir. En zalim iktidarları dahi dize getiren, zorunlu olarak kimi adımlar atmasına neden olan yıllardır öğrencilerin sürdürdüğü kararlı mücadeledir. Mersin de bugün bu bir kez daha gösterildi.

Evet, harçlar işte böyle kaldırıldı. Ve yarın eğitimin gerçekten parasız olması için yeni kazanımlar da yine bu mücadelenin eseri olacak.

***

Öğrencilerin harçların kaldırılmasının ardından, ikinci öğretim harçlarının da kaldırılması ve üniversitelerin ticarileştirilmesine son verilmesi için başlattıkları yeni mücadele AKP’nin yaratmaya çalıştığı yanılsamaya da bir yanıt oldu.

AKP, ticarileşen üniversite piyasasında artık ancak sembolik bir yere sahip olan ‘harçları’ kaldırarak aynı zamanda medya eliyle ‘artık eğitim parasız’ yanılsamasını yaratmaya çalıştı.

Öğrencilerin bu karşı çıkışları aynı zamanda bu yanılsama karşısında da hakikatin üzerinin örtülmesini engellemeye yönelik ideolojik bir mücadele zeminidir. 

Sermayenin doğrudan yönetimlerde yer almaya başladığı, bilimsel bilginin yerine piyasa için bilgi üreten, iç işleyişi bir şirketleşme içerisinde öğrencileri müşterileştiren ‘yeni piyasacı üniversitenin’ aynı zamanda ‘parasız’ olması elbette bir oksimorondur. Öğrenciler bugün de işte bu gerçeklerden söz ettiler. 

***

Öğrencilerin karşı çıkışları, parasız eğitim mücadelesinin yaratılan yanılması eşliğinde nostaljinin içine sürüklenmesini parçalayıp, harçların yıllardır zorbalara karşı mücadele edilerek kazanıldığını gösterdi.

İktidarlar gücünü aşağıdakilerin mücadele ederek, kendi örgütlülükleri ile kazanmalarının mümkün olmadığını vaaz eder. Bu yüzden emekçilerin lehine yapmak zorunda kaldığı her düzenlemeyi de bir lütuf olarak sunmaya çalışır. 

Oysa ancak mücadele edenler kazanabilir! Harçları kaldıranlar yıllardır bunun için mücadele edenlerdi, yarın gerçekten parasız eğitimi mümkün kılacaklar da yine bugün mücadele edenler olacaktır.

Mersin sokaklarında polisin zorbalığı karşısında direnen devrimci gençlerin bize söylediği budur…


muhalefet.org

************************************************

HARÇLARIN KALDIRILMASI 'PARASIZ EĞİTİM' ANLAMINA GELİR Mİ? - ARİF KOŞAR

“Her şeyi içinde bulunduğu koşullara göre değerlendirmek gerekir.” İlkokuldan itibaren öğretmenlerin öğrencilerine anlattığı temel bir ilkedir bu söz. Günlük yaşamda da çeşitli biçimleriyle kullanılır, dile getirilir. Bu beylik ‘ilke’yi belki de en fazla ‘harçların kaldırılması’ tartışmalarında göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü, Türkiye’de eğitim ve üniversitelerin piyasaya açılmasında son 20 yılda öyle bir aşamaya gelinmiştir ki, harçların kaldırılması tek başına anlamlı olmaktan epeydir çıkmıştır.

Devlet üniversitelerinin piyasaya açılmasının yanında özel üniversiteler mantar gibi türemiş, sayıca devlet üniversitelerine yaklaşmıştır. Sadece bu bile, üniversite yaşamında köklü bir değişim anlamına gelmektedir. Artık üniversite eğitiminin önemli bir bölümü, doğrudan öğrencilerin ‘bedel’ini ödediği, bu ‘bedel’ karşılığında da işletmenin ‘eğitim’ verdiği, kâr ya da zarar ettiği, maliyetleri azaltmak için akademik personelini işten attığı bir işleyişe sahiptir. Burada temel güdü açıkça, kimsenin de inkar edemeyeceği bir biçimde ‘kâr’dır.

YÜZDE 258 ARTTI
2002 yılında özel üniversitelerin sayısı 24 iken AKP’nin 10 yıllık iktidarı boyunca, özellikle 2006 yılından sonra 38 özel üniversite kurulmuştur. Bu yüzde 258’lik bir artışa karşılık gelmektedir. Bugün 166 üniversitenin 62’si ‘vakıf’ üniversitesidir. Hükümet özel üniversitelerin kuruluşunu desteklediğini, teşvik ettiğini ve genel olarak ‘üniversite’lerdeki değişimle bunu koşulladığını zaten övünerek anlatmaktadır. Sır değildir. Birçok özel üniversite de ayrıca doğrudan sermaye gruplarıyla ve bölgedeki Sanayi ve Ticaret Odalarıyla iletişim içinde kurulmaktadır.

Şimdi, bu koşullarda harçların kaldırılması gündemde. Peki, ‘harçlar niye gelmişti’ diye sormak gerekir. Yıllarca YÖK ve hükümetin cevabı; üniversitelerdeki çeşitli giderlerin karşılanmasında öğrencilerin katkısının alınması olmuştur. Ancak, az çok eğitim, eğitim sistemi, Türkiye’de eğitimin sorunlarıyla ilgili olan herkes bilmektedir ki, devlet üniversitelerindeki ‘harçlar’ hem kamu üniversitelerin piyasaya açılması hem de vakıflar aracılığıyla özel üniversitelerin ‘sektör’de etkinliğinin arttırılması amacıyla gündeme gelen, ya da diğer politika bileşenleriyle bu hedefe yönelen bir uygulamadır.

Harçların uygulama amaçları zaten pek çok açıdan hayata geçmiştir. Özel üniversiteler gırla gitmekte, dolayısıyla üniversitelerin özelleştirilmesine istenen noktaya hızla gelinmektedir. Devlet üniversiteleri teknokentler, kentle iletişim kurma, üniversite-sanayi işbirliği adı altında zaten piyasaya sonuna kadar açılmıştır. Öğrenci kartlarının banka kartlarına çevrilmesinden kampüslerdeki ticari mekanlara, barınma sorunundan yemek ve ulaşıma kadar pek çok konu eğitimin değil piyasanın ilgi alanına dahil edilmiştir.

Öyleyse, bugün ‘harçlar kaldırılıyor’ demenin, gerçek anlamda parasız ve bilimsel bir eğitimle alakası kalmadığı açıktır. Dolayısıyla bugün özel üniversiteler kapatılmadan, öğrencilerin eğitim sürecinin en önemli bileşenleri olan barınma, yemek, ulaşım ve diğer sosyal olanaklar devlet güvencesi altında alınmadan parasız eğitimden bahsetmek, sadece kiralara bakınca bile abesle iştigaldir.

Hatta, “Başbakan Bakanlar Kurulunda ‘harçların kaldırılması’ için talimat verdi” haberlerinin, yeni YÖK yasası hazırlıklarını da gözeterek; ciddi bir özelleştirme, devlet üniversitelerini piyasaya açma ve özel üniversiteleri yaygınlaştırma hamlesinin zeminini oluşturmak üzere gündeme geldiğini de söylemek mümkündür. Evet, hükümet harçları kaldırabilir, ama özel üniversitelerin eğitim sisteminin önemli bir bileşeni haline geldiği ve devlet üniversitelerindeki eğitim ‘maliyet’lerinin bile neredeyse özel üniversitelere yaklaştığı bugün, bu iddia, eğitimin özelleştirilmesi hedefiyle herhangi bir uyumsuzluk göstermemektedir.

BASKIN ORAN VE PARALI EĞİTİM
‘Harçların kaldırılması’ tartışmaları sürerken Baskın Oran, 2008 yılında açtığı ‘paralı eğitim’ tartışmasını Radikal İki’deki köşesinde yeniden gündeme getirdi. Oran, gözü dönmüş liberallerin ‘eğitim ekonomisi’ yaklaşımı temelinde gündeme getirdiği liberal modelin farklı bir versiyonunu savunuyor. ‘Öğrencilere vaaz’ başlığıyla ve esprili bir dille ‘üniversiteler paralı olmalı’ diyor. Slogancılığı ve ezberciliği eleştiriyor. Baskın Oran, özellikle Türkiye’de azınlıkların hakları konusunda saygı değer bir çaba, emek ve mücadele veren değerli akademisyenlerden birisidir. Ancak, paralı eğitim konusundaki tersten ezberi, tıpkı ‘ezberciliğin’ eleştirisi gibi maalesef eleştiriyi hak etmektedir.

Oran, Başbakan’ın öğrencilere ve ailelerine ulufe dağıttığını söylüyor ki, gerçekten eğitimin tüm kademeleri devlet güvencesine alınmadan harçlarını kaldırılması ulufeden başka bir şey değildir. Oran yazısında şunu öneriyor: “‘Hayatta hiçbir şey faturasız olmaz’ ilkesini geçtim, üniversite bedava olursa dar gelirli öğrenci hiç okuyamaz, çünkü asıl masrafı önce barınma sonra da yeme içme, üstbaştır. Tam aksine, siz üniversitelerin paralı olmasını savunun ki parası olanlar ödesinler, üzerine de devlet koysun, sizin gibi dar gelirli çocuklara sadaka gibi değil, haftalık sinema harçlığına varıncaya kadar ciddi anlamda burs ödensin. Dar gelirli çocuk bu burs olmadan okuyamaz, dedim. Bu bursun yarısı, faizsiz olarak, sizler mezun olup işe girdikten bir süre sonra uzun vadede maaşlarınızdan tahsil edilir, mesele kökünden hallolur, dedim.”

‘Sınırlı kaynak, sınırsız ihtiyaç’ iktisadi safsatasının bir yansıması olan ‘Hayatta hiçbir şey faturasız olmaz’ ilkesini biz de geçelim. Gerçekten üniversite eğitimin öğrenciler üzerindeki esas yükü; barınma, ulaşım, yemek, sosyal ihtiyaçlar, asıl ve yardımcı kaynaklardır. Dönem başlarında ve yılda iki kere ödenen harçlarda ise bu büyük eğitim masrafı ve ‘maliyeti’ karşısında devede kulaktır dense yeridir.

Elbette, bu harçların iyi olduğu anlamına da gelmez. Harçların mantığı, başlı başına bir hak olan eğitimin, bedelinin en azından bir kısmının öğrenci tarafından ödenmesi ve hak olmaktan çıkması anlamına gelir ki, bu da emekçiler için kazanılmış bir hakkın ortadan kaldırılmasıdır.

Şimdi, hocamız Baskın Oran’ın önerdiği gibi paralı eğitim ve dar gelirli öğrencilere de geri ödemeli burs sağlandığını düşünelim. Birincisi, bu, yoksul öğrencilerin, üniversitelere daha girmeden ‘siz yoksulsunuz, sizin için şu şu koşullar geçerlidir’ denilip bursa bağlanması, yani üniversiteye girişte ayrıma tabi tutulması demektir. Oysa parasız eğitimin (ve genel olarak sosyal hakların) önemli amaçlarından birisi bu ayrımın ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizm koşullarında ne kadar mümkündür, bu ayrı bir tartışma?

İkincisi, paralı eğitim, üniversitelerin iyice ticari bir mekan haline gelmesi demektir ki, AKP zaten epeyce yol kat etmiştir. Üçüncüsü, parayı veren öğrenci ile burs alan öğrenci arasındaki ilişkide eşitliği kimse garanti edemez, ayrıca önemli sorunlar doğuracağı da açıktır. Dördüncüsü, bu mantık üniversite eğitiminin sadece bireysel bir fayda sağladığını bu nedenle de maliyetini öğrencinin karşılamasını öngören liberal teze dayanmaktadır ki, bunun toplumsallığı göz ardı ettiğini sayın Oran da kabul edecektir. Beşincisi, hadi burslu eğitim alındı, peki, öğrencinin iş bulup bu bursu ödeyebileceğini kim garanti edebilir? Cevabı belli olan bu sorular daha da uzatılabilir.

Dolayısıyla sayın Oran’ın ‘paralı ve burslu’ bileşimi yerine devletin emekçi çocuklarının üniversite eğitimini tüm yönleriyle garantiye aldığı ve özel üniversitelerin ortadan kaldırıldığı parasız, demokratik bir üniversite talebi daha anlamlı değil midir? Küreselleşmenin ‘gereği’ lakırdısı ile piyasaya açılan üniversitelerimizde, neden yine aynı gerekircilikle liberal (ve ‘bursla’ yoksulları koruduğu varsayılan) bir model önerelim?


Evrensel


************************************************


ÜNİVERSİTE HARÇLARI VE TWİTTER'CI BAKANLAR - ABBAS GÜÇLÜ

Üniversite harçlarının kaldırılacağını, bizzat Başbakan Erdoğan açıkladı. İyi mi olacak yoksa kötü mü, bunu zaman gösterecek. 

Götürüsünün, getirisinden çok daha yüksek olacağını daha önce defalarca yazdık, zamanı geldiğinde de göreceğiz. Tıpkı, katsayılar konusunda olduğu gibi dağ fare doğurursa, hiç şaşırtıcı olmaz... 

Ama bugün bu konuyu değil, harç muafiyetinden ikinci öğretimlerin yararlanmayacağı yönündeki çifte standardı tartışmaya açmak istiyoruz... 

Harçlar ya kaldırılır ya da kaldırılmaz. Kaldırılıyorsa tümden kaldırılır, kaldırılmıyorsa da herkese uygulanır. Bedava ders kitabı verilirken fakir, zengin ayrımı yapıldı mı ki, bu konuda ayrım yapılıyor. Kaldı ki, ikinci öğretimde okuyanların çoğu, daha alt gelir gurubunda ya da çalışarak okumak zorunda olan öğrencilerden oluşuyor. 

Bu yönde bir karar alınırken nasıl bir inceleme yapıldı da böyle bir karar alındı. Ekonomik açıdan bakıldığında da, puan açısından bakıldığında da, ikinci öğretimi birinci öğretimden farklı görmek yanılgıların en büyüğü olur. 

Hem Marmara’da, hem de İstanbul Üniversitesi’nde ders verirken hep ikinci öğretimleri tercih ettim. Çünkü, derslere daha fazla asılıyorlar. Elbette genellememek gerekir ama yüzde bir puan daha düşük aldığı için ikinci öğretime gitmek zorunda kalan öğrencilere böylesine bir ayrıcalık yapılması hiç doğru değil. 

Başbakan Erdoğan konudan haberdar mı bilmiyorum. Kendisine imam hatipli diye ayrıcalık yapıldığından hep şikayetçi oldu, şimdi aynı ayrıcalığın, zaten mağdur durumda olan ikinci öğretimlilere yapılmasına eminim ki onay vermeyecektir... 

Veliler de Rahatsız! 
Üniversitelerde öğrenci okutmak hiç de kolay değil. Hele ki yemeyip, içmeyip çocuklarınızın geleceği için kaynak ayırıyorsanız. Onlar için her kuruşun önemi var. Ve işte ikinci öğretimde öğrenim gören öğrencilerin yarıdan fazlası bu durumda. İşte bir velinin bu konudaki serzenişi: 

“Dünkü gazetenizde üniversite öğrencilerinden alınan harçların kaldırılması ile ilgili bir haber yayımlandı. Üniversitede çocuk okutan her veli gibi ben de bu haberi sevinçle okumaya başladım ancak ‘ikinci öğretimden alınan öğrenim ücreti devam edecek’ cümlesi ile hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü benim çocuğum puanı tutmadığı için gündüz yerine gece okumak zorunda kaldı. Biliyorum gece öğretmenlere ödenen mesai ücreti gündüz eğitimine göre daha yüksek ve giderler daha fazla, ancak sonuçta bu çocuklar da öğrenci ve gece harçları gündüzün neredeyse 8 katı. 

Sizden ricam bu konuya da dikkat çekmeniz, eğer eşit öğrenim hakkından söz ediliyorsa ve gündüz okuyacak öğrencilerin harçlarını devlet karşılayacaksa gece okuyan öğrencilere de bu hak tanınmalı diye düşünüyorum, eğer gündüz öğrenimine göre gece öğreniminde giderler çok fazla deniliyorsa hiç olmazsa yüzde 50 indirim yapılırsa, bu çocukların üniversite giderlerini karşılayan velilerin omzundaki yük, az da olsa azaltılmış olur, biz buna da razıyız...” 

Velilerin bu isteği umarız Ankara’da yankı bulur. Yoksa, “Üniversitelerden harçları kaldırdık” söylemi, havada kalmış olur... 

Haberi Twitter’dan Al 
Bazı bakanlar sosyal medyayı çok seviyor. Canlı yayınlarda bile takipçilerine mesaj çekmekten geri kalmıyorlar. İşte onlardan birisi de Maliye Bakanı Şimşek. Özellikle de gençlere yönelik mesajları, twitter üzerinden vermeye bayılıyor. Geçenlerde öğretmen atamalarına yönelik bilgileri de yine twitter üzerinden vermişti. 

Harçların kaldırılmasıyla ilgili detayları da yine gelin onun twitter hesabından alalım. İşte bu yöndeki haber: 
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek üniversite harçlarının kaldırılması kararı ile ilgili detayları anlattı. İşte Maliye Bakanı’nın twitter hesabından harçların kaldırılması ile ilgili yaptığı açıklamalar: 

Sayın Başbakanımızın müjdesini daha önce verdiği gibi birinci öğretim ve açık öğretim harçlarını dünkü Bakanlar Kurulu’nda kaldırdık. Yıllardan beri öğrencilerimizin talep ettiği çok önemli bir adımı attık, hayaldi, gerçek oldu! 

Her öğrencinin en iyi şartlarda eğitim ve öğretimini sürdürebilmesi bizim en temel hedeflerimizdendir. 

Peki, kimler yararlanacak? İsteğe bağlı paralı eğitimi tercih edenler hariç diye bakmak lazım olaya. 

Bazı petrol zengini ülkeler hariç nerede sıfır harç uygulaması var? Bir tane örnek gösterebilir misiniz? İşte AK Parti farkı! 

Öğrenci başına aylık üniversite kredi/burs miktarı 2002’de sadece 45 lira idi ve üç ayda bir ödeniyordu. 

Bu miktarı kademe kademe artırarak, 2011’de 240 liraya kadar yükselttik. 2012 itibariyle 260 lira. 

Yeni uygulamanın ülkemize, öğrencilerimize hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ediyorum... 

Özetin özeti: Önemli olan neyin ne kadar arttığı değil, öğrenciye ne kadar yettiği ve ne kadarını ilgilendirdiği...


Milliyet


************************************************


PEKİ YA İKİNCİ ÖĞRETİM? - AHMET SAYMADİ 

Ben ilkokula giderken okula iki vardiya halinde giderdik, sabah gidip öğlen çıkanlara sabahçı, öğlen gidip akşamüzeri çıkanlara öğlenci denilirdi. İlkokuldaki sabahçı-öğlenci ayrımı kadar basit bir ayrım üniversitelerde de var.

1992 yılında kabul edilen "Yükseköğretim Kurumlarında İkili Öğretim Yapılması" adlı kanun ile öğrenciler arasında birinci ve ikinci öğretim ayrımı yapıldı. Gündüz öğretim görenlere birinci öğretim, akşam üzeri gelenlere ise ikinci öğretim denildi. Kanunun 7. maddesinde "İkinci öğretim isteğe bağlı ve paralıdır" hükmü yer alıyor. Oysa madde yanlış yazılmış, kanun yazım tekniğine göre "İkinci öğretim paralıdır ve isteğe bağlıdır." yazılması gerekiyor. Çünkü birinci şart paranızın olması, parası olmayan istese de kayıt yaptıramıyor.

Aynı üniversitenin aynı bölümünü kazanan öğrencilerin bir kısmı gündüz saatlerinde ders görüyor, diğerleri ise gündüz ders görenlerin amfileri boşaltmasından sonra okula geliyor, aynı amfilerde aynı dersleri görüyorlar, aynı sınavlara giriyorlar ve aynı diplomaları alıyorlar. Mesela, siz hiç ikinci derece avukat ya da mühendis gördünüz mü?

Ama ödedikleri harç parası çok farklı; akşam gelenlerden alınan katkı payı yani "harç parası" gündüz gelenlerin ödediğinin dört katı. Örneğin 2011 yılında gündüz okula gelen Hukuk Fakültesi öğrencileri 313 TL harç parası öderken akşam okula gelenler 1.155 TL ödüyordu. Ya da Mühendislik Fakültesi öğrencilerinden gündüzcüler 387 TL öderken akşamcılar 1.529 TL ödüyordu.

Dün itibariyle Bülent Arınç bir açıklama yaptı, "2011-2012 öğretim yılı sayısı itibarıyla 1 milyon 524 bin 380 öğrenci bu harçların kaldırılmasından doğrudan istifade edecektir. Aynı şekilde açık öğretimden katkı paylarının alınmasına da son verilmiştir. Yine 2011-2012 eğitim-öğretim yılında 1 milyon 951 bin 494 öğrenci de bundan istifade etmiş olacaktır" dedi. Birinci öğretim öğrencilerinden katkı payı alınmayıp, ikinci öğretim öğrencilerinden katkı payı alınmasına devam edilmesi Hukuk doktoru bir arkadaşımın deyimiyle, "Eşitlik ilkesine aykırı"

Öğrenciler arasında var olan bu birinci öğretim, ikinci öğretim ayrımı öğrenim kredisi kullanımı durumunda da sürdürülüyor. Aynı kanunun 7. maddesinin son bendinde "Öğrenim ücreti Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumunca kredi olarak verilmez" hükmü yer alıyor. Ziyadesiyle sakıncalı olan bu ikili durumun harç parasının kaldırılmasında da tekerrür etmesi eşitlik ilkesinin çiğnenmesindeki kararlılığı gösteriyor. Harç parasının kaldırılması yönünde bir düzenleme yapılacaksa bu mutlaka ikinci öğretim öğrencilerini de kapsayacak şekilde yapılmalıdır.

Harç parasının birinci öğretimde kaldırılması "Parasız eğitim" dönemine geçildiği anlamına da gelmiyor. Öğrenciler kayıt ücreti, belge ücreti, yemek-ulaşım-barınma gibi masraflarını karşılamakta da zorlanıyor. 1 Ağustos günü Milliyet gazetesinde çıkan bir haberde Dicle Üniversitesi Genel Sekreteri Sabri Eyigün şöyle diyordu, "Şehir merkezi okulumuza 6 kilometre uzaklıkta. 1 TL minibüs parası vermemek için 6 kilometre yolu her gün yayan gelen öğrencilerimiz var."

Hâkkâri Üniversitesi Rektörü İbrahim Belenli ise şöyle diyordu, "Öğrencilerimize akşam saatlerinde 1 tas çorba veriyoruz. Her akşam yalnızca o çorba için 150 kadar öğrencimiz sıraya giriyor."

Hacettepe Üniversitesi Rektörü Murat Tuncer ise, "Yemek fiyatlarını 2 TL'den 1 TL'ye düşürdükten sonra okulda yemek yiyen öğrenci sayısının birden 4 bin kadar arttığını gördük" diyordu.

Bu örnekler durumun vahametinin anlaşılmasında yeterli örnekler olsa gerek. Öğrencilerden alınan kayıt ücreti, belge ücreti, yurt parası, yemek parası gibi bedeller alınmamalıdır. Ücretsiz yemek, ulaşım ve barınma imkânı sağlanmalıdır.

Sendika.org'da 23 Temmuz günü Mustafa Sönmez yazısında ise çarpıcı veriler vardı: "Son üç yılda yükseköğretimli öğrenci sayısı yılda 300-400 bin artırılarak 2 milyona yaklaştı. Bir anda yükseköğrenim çağındaki nüfustan okullaşanların oranı yüzde 38'e çıktı. Oysa birkaç yıl öncesinde bu oran yüzde 10-15 dolayındaydı. 'Gaz almanın' nasıl gerçekleştiği malum; 2006-2011 döneminde 50 yeni devlet üniversitesi, 2007-2011 dönemindeyse 37 yeni vakıf üniversitesi kuruldu. Yanı sıra 2006-2010 yılları arasında okul kontenjanları yüzde 66 oranında artırıldı. 103'ü devlet ve 62'si vakıf olmak üzere toplam üniversite sayısı 165".

Devlet o kadar çok tabela üniversitesi açtı ki sonunda vermediği eğitimin parasını almaktan da vazgeçti herhalde.

Başbakan harç paralarının kaldırılması için çalışma başlatılsın dediğinde gerekçesini şöyle açıklamıştı: "Öğrenciler çok eylem yapıyor." Bu cümleden de anlaşılacağı gibi harç paralarının kaldırılması öğrencilerin bir kazanımıdır, AKP hükümeti bunu yine bir lütuf gibi sunmaya çalışmaktadır. Ayrıca Başbakana hatırlatmak isteriz, hala birçok öğrenci "harç parası kaldırılsın" dediği için hapiste. O öğrenciler bir an önce serbest bırakılmalı. Ama bırakılmayacaklarını da biliyoruz çünkü onlar sadece harç paraları kaldırılsın demiyorlar, herkesin eşit ve özgür bir şekilde yaşadığı bir dünyanın hayalini kuruyorlar.

Unutmadan, Ağrılı bir öğrenci vardı adı Ömer Çetin'di. Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer, 2010 yılında harç parasını biriktirmek için İstanbul Ataşehir'de günde 30 lira yevmiye ile çalıştığı inşaatın üçüncü katından düşerek hayatını kaybetmişti.

Ömer'in anası gibi başka bir ananın ağıtıdır, "Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler!"

Vebalin boynumuzdadır, toprağın bol olsun Ömer Kardaş... (AS/HK)


Bianet


************************************************



TÜM HARÇLAR KALDIRILSIN, KAMUSAL-DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE İSTİYORUZ

AKP, üniversite harçlarının birinci öğretimler ve açık öğretim için kaldırıldığı müjde(!)sini verdi. Zaten bir süredir medyada iktidar eliyle sürdürülen harçların kaldırılması kampanyası, değişikliğin ardından “üniversite öğrencilerine müjde”, “eğitim artık parasız”, “harçlar kalktı” şeklinde sunulsa da aslında gerçekler hiç de öyle değil.

Geçtiğimiz yıl gündeme getirilen “Bireysel Harç Uygulaması” ile harçlar, öğrencinin başarısı üzerinden ders satın almaya dayandırılmaya çalışılmıştı. Öğrencileri normalde ödedikleri harç miktarından kat be kat fazlasını ödemeye mahkum eden bu uygulama, tepkiler üzerine geri çekilmişti. Eğitimi, özellikle üniversiteyi istediği gibi yapılandıran ve onu piyasaya teslim eden AKP, şimdi de harçların kaldırılması yalanını gündeme getiriyor. 

Sadece birinci öğretim ve açık öğretimin harçlarını kaldıran değişiklikle ikinci öğretimler harç ödemeye devam edecekken, bu değişiklik parasız eğitim olarak sunuluyor. Bugün üniversiteler piyasanın arka bahçesi, öğrenciler müşteri konumundayken, eğitim her geçen gün ticarileştirilirken parasız eğitim talebi sadece harçlarla sınırlandırılmaya çalışılıyor. Oysa öğrenciler hala paralı ulaşıma, paralı beslenme ve barınmaya mahkum ediliyor; bunu karşılayacak gücü olmayanlar ise cemaat ağlarına itiliyor. Üniversitedeki her türlü işlem paralı hale getiriliyor, öğrenci kimlikleri bile kredi kartı özelliğine sahip kılınıyor. Gençler geleceksizliğe mahkum edilirken bundan çıkış yolu olarak da “iş garantisi” var denilerek vakıf üniversiteleri gösteriliyor, aileler büyük borçlar altına girerek çocuklarını buralarda okutmaya zorlanıyor. Bütünlüklü olarak bakıldığında tek başına harçlar, paralı eğitimde aslında küçük bir noktayı oluşturuyor.

Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı’nın 11. maddesine baktığımızda da program süreleri sonunda mezun olamayan öğrencilerden harç alınacağı ortaya çıkıyor. AKP’nin bir yandan harçları kaldırdık derken bir yandan başarısız öğrenciden ve ikinci öğretim öğrencilerinden harç alarak bu açığı kapatmaya çalıştığı görülüyor. Ayrıca bu uygulama ile öğrenciler arasında başarılı başarısız ayrımı yapılıyor ve okul masraflarını karşılamak için çalışmak zorunda olan bu yüzden okulu uzayan öğrenciler de mağdur ediliyor. Parasız eğitim için yıllardır mücadele veren öğrencilerin hapse atıldığını, harç parasını biriktirebilmek için çalıştığı inşaatın 3.katından düşen Muğla Üniversitesi öğrencisi Ömer Çetin’i düşündüğümüzde öğrencilerin mağduriyetinin zaten iktidarın umurunda olmadığı çok açık görülüyor.

AKP, harçların kaldırılmasına yönelik bu değişikliği kendisi tarafından verilmiş bir lütuf olarak sunmakta, yeni “YÖK Disiplin Yönetmeliği” ve “harçların kaldırılması” ile demokratik ve parasız eğitim talebinin içini boşaltmaya çalışmaktadır. Böylece üniversitelerin her geçen gün daha da piyasalaşmasının, baskıların ve gericileşmenin artışını gizlemeyi hedeflemektedir. Ancak, gündeme gelen bu değişikliğin yıllardır süren mücadelelerin ve son dönemde gelişen gençliğin muhalefetinin bir kazanımı olduğu açıktır. AKP bunu kendine mal etmeye, gizlemeye çalışsa bile öğrencilerin mücadelesinin onu bu adımı atmak zorunda bıraktığı görülmektedir.

Bizler biliyoruz ki parasız eğitim sadece harçların bir bölümünün kalkması değildir. Gerçek parasız eğitim, ikinci öğretim de dahil tüm harçların kaldırıldığı, üniversitelerde sermaye sahiplerinin değil üniversite bileşenlerinin söz sahibi olduğu, öğrencilerin barınma, ulaşım, beslenme gibi tüm ihtiyaçlarının, gelişimlerini destekleyecek her türlü faaliyetlerin maliyetinin devlet tarafından karşılandığı bir halde mümkündür. Üniversiteler gerici, piyasacı ve baskıcı yapısından arınmalı; parasız, bilimsel, demokratik eğitim veren kurumlar haline gelmelidir. Bizler bu yüzden “Harçları kaldırdık” yalanına kanmıyoruz,”gerçekten” parasız eğitim mücadelemize devam ediyor ve yineliyoruz:

“Tüm Harçlar Kaldırılsın. Kamusal-Demokratik üniversite istiyoruz.”


Gençlik Muhalefeti