30 Temmuz 2012 Pazartesi

RTE ÇILDIRMIŞ OLMALI!

Başbakan üniversite harçlarını kaldırmak için talimat vermişşşş... İronik bir durum! 'Parasız eğitim istiyoruz' diyen öğrenciler hapiste, parasız eğitim için mücadele eden öğrenciler hapiste, parasız eğitim için eylem yapan öğrenciler biber gazı banyolarında... Emniyet mensuplarını göreve davet ediyoruz.. Acilen başbakanı ya gözaltına alın ya da biber gazı ile terbiye edin. 

Konu çok geniş; harçlar gerçekten kaldırılır mı?, Kaldırılması hangi şartlarda olur?... Bu sorular uzar gider. Ama şunu söylemek önemli; Türkiye'nin de dahil olduğu Bologna süreci başbakanla hiç de aynı fikirde değil. Bologna ve Türkiye'de ki temsilcisi AKP'in YÖK'ü harfi harfine şunları söylüyor; 'Eğitim yararlanan kişi ve kurumlara bir fayda sağlar ve bu faydanın bedeli ödenmelidir.' Yani faydalanan öder mantığı... Bu sözden sonra bu talimatın çok inandırıcı olmadığını söylemek gerek. Ayrıca AKP'nin her söylediğinde de bit yeniği aramak gerek. 10 yıllık pratiği bunu açıkça gösteriyor. AKP 'sol gösterip sağ vurmayı' çok seviyor. Şimdilik bu konu ile ilgili yararlı bir metin olarak düşündüğümüz Express Dergisi'nin internet sitesinde yayınlanan yazıyı sizlerle paylaşalım. Ama bu meselenin peşini bırakmayacağımızı söyleyelim bu konu ile ilgili daha geniş ve derin bir metin kaleme alacağız...

İşte yazı;

Yüksek öğrenim harçları kaldırılıyor: Piyasa dışında alan yok!

Başbakan Erdoğan ilginç bir üslûpla yüksek öğrenim harçlarının kaldırılacağını açıkladı:“Harcı kaldırma kararını verdik. Arkadaşlar çalışmalarını yapıyorlar. İnşallah önümüzdeki dönemde harç almayı düşünmüyorum. Bu benim bütün arkadaşlarıma teklifim. Onlar da nihaî çalışmasını yapıyorlar. Dolayısıyla burs, krediyi aynı şekilde devam ettireceğiz, harcı da inşallah almayacağız ve böylece bunu gündemden tamamen düşüreceğiz. Tabii o malûm çevreler yine bir başka pankartı açacaktır, o ayrı mesele. Veyahut da üzerine farklı şeyler yazılır, yumurtaları da atacaklardır, onlar ayrı konu.”Başbakanın “malûm çevreler” hakkında söylediği “parasız eğitim sağladık, yine de beğendiremeyeceğiz” öngörüsünün yerinde bir öngörü olduğunu söyleyerek başlayalım; malûm çevrelerden olduğumuzu ve bu kadar tanınmaktan gurur duyduğumuzu da ekleyelim. Bu yazı da “veyahut da üzerine farklı şeyler yazılır” kontenjanından yazın dünyasına girmeyi amaçlıyor, yani yüzde birlik dilime. Başbakanın öngürdüğü başka pankartlar ve yumurta hakkımızı 2012 güz dönemi öğretim yılının açılışına saklıyoruz.

Gerçek bir kazanım sunduğunu söyleyen hükümetin sözlerini çözümlemek zor değil; eğitimin parasız olmasını isteyecek en son kişiler onlar. Parasız eğitim isteyen öğrencilere örgüt üyesi olmak ve örgüt propagandası yapmaktan 8.5 yıl hapis cezası veren bir hükümetin parasız eğitim için harekete geçeceğini kimse düşünmedi. “Parasız eğitim getirdik” sahnesinin oynanmasından sonra çok bilinen ekonomik rasyoneller devreye girdi. Öğrenci katkı paylarının (üniversite yönetiminin dilinde harç, öğrencilerin dilinde haraç) kaldırılmasının ekonomik rasyonel sebebi olarak, katkı paylarının o kadar da katkı sağlamaması gösterildi. Öğrenci katkı payları, öğrencilerin aldığı hizmetlerin fiyatını düşürmelerine yaradığı şeklinde ekonomik ve siyasî olarak meşrulaştırılıyordu (barınma, yemek vs.). Kısacası, öğrenciden sübvansiyon alınıyordu. Şimdi, “aman canım, o kadar da katkı yapmıyorlarmış” diyerek başbakan harç almayı düşünmediğini söylüyor. (Buradaki birinci tekil şahıs vurgusuna dikkat; başbakan harçlar direkt ona ödeniyormuş gibi konuşuyor, eh, doğruya doğru.)

Öğrenciler parasız eğitim isterken asla sadece harçları kastetmediler; harçlara yapılan fahiş artışlar onların parasız eğitim mücadelesinin önemli alanlarından biriydi, fakat asıl olarak parasız eğitim ile kastedilen şey, toplumsal sınıfların eğitime erişim eşitsizliğini vurgulayarak toplumsal eşitsizliğin giderilmesiydi. Dolayısıyla, “parasız eğitim” şiarı, yalnızca AKP’nin mâledilemeyecek, ama onun son on yıldır fena halde sorumlu olduğu ağır sınıfsal sınırların yıkılmasına yönelik söz ve eylem bütünüydü. Bu yüzden toplum mühendisliğine soyunan tüm hükümetler için elbette “tehlikeli”ydi. Özel üniversitelerin tam anlamıyla mantar gibi çoğalmasına, vakıf üniversitelerine tanınan muafiyetlere ve kolaylıklara bakıldığında eğitimin meta olarak hangi sınıfa ait olacağına dair kesin tercih belli edilmişti; Özallı yıllar bunun milâdıdır. Sermayeyi elinde tutan kültürel sermayeye de sahip olacaktı elbette. Dolayısıyla “parasız eğitim”, düşüncenin kültürel sermayeye çevrilmesine, sermaye sınıfının elinde garip bir meta olan eğitim anlayışına da karşıydı. Post-Marksist, Frankfurt Okulu’nu sular seller gibi bilen doçentin, bir vakıf üniversitesindeki sendikalaşma hareketine düşmanlığı sonucunda hemen profesörlüğe ve dekanlığa yükseltilmesi “meta-eğitim”in artık pek de şaşırtıcı olmayan latifelerinden biriydi. “Marx bizden sorulur, hem Marx okur hem de sendikadan nefret ederim”, “vakıf üniversitesinin sermayesini mi soruyorsunuz, aman canım, hepimiz televizyon seyredip hamburger yemiyor muyuz” diyerek sermayeyi doğallaştıran “eleştirel hocalar” (!) artık gündelik hayatın bir parçası olarak kabul ediyorlar kendilerini. Dolayısıyla öğrencilerin “parasız eğitim” sloganları tam da bu “mutlak gerçeklik” haline getirilmek istenen “günlük hayat”a karşı önemli bir direnişti. Ellerinde yumurtadan başka bir şeyi olmayan öğrenciler, egemen sınıfın her şeyi meta haline getirdiği bir gerçekliğe direniyorlar. Parasız eğitimi “katkı payına” indirip ondan vazgeçerek gol atmaya çalışan başbakan ve ekibi, “parasız eğitim” pankartı açan devrimci öğrencileri bu yüzden affetmiyor, çünkü onlar dayatılan meta-eğitimi, egemen sınıfın biçimlendirdiği gerçekliğin tek gerçeklik, tek dünya olabileceğini kabul etmiyorlar.

Devlet üniversitelerinin yeni hali

Vakıf üniversitelerinin “okul için değil, hayat için eğitim” sloganlarının altında hiç de “praksis” gibi bir kaygıları yoktu elbette. “Teoride kaybolmayın, pratik hayat için öğrenin” diyen özel üniversiteler, öğrencilerini “hayata hazırlama” adı altında piyasa için hazırlıyorlardı. Esnek çalışma saatlerinde liderlik özelliğine sahip, stres altında çalışabilen, rekabet ederek takım içinde çalışmayı bilen ( her ne demekse) insanlar pratik piyasa bilgileriyle donatılıyordu. Eleştirel bir bakış üniversiteler için atılması gereken bir yük oldu ya da “kültürel sermaye” olarak David Harvey davet etmek filan için kullanıldı. ÖSYM’nin yine skandal dolu sınavından sonra, tercihlerin yapılacağı şu günlerde şehrilerdeki panoların üniversite reklamlarıyla dolması, vakıf üniversitelerinin herhangi bir piyasa aktöründen hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Kendi kaynağını bulmak zorunda olan ve piyasanın her türlü rekabetine tâbi olan özel üniversiteler, yıldız isim transferleri, başarılı öğrencilere burslar vs. ile müşteri kapmaya çalışıyor; verdikleri eğitimin içeriği de piyasanın sonuna kadar onaylanmasından başka bir şey değil.

İşte bu noktada, başbakan devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin katkı payından vazgeçiyormuş. Çeşitli sübvansiyonlarla piyasa mantığından biraz korunmuş olan devlet üniversiteleri, katkı payı da almadıklarına dayanarak piyasanın mantığına tamamen teslim olacaklar. Elbette devlet üniversitelerinin piyasa sevdası yıllar önce başlamıştı; verimlilik, hayat için öğrenme gibi sözlerle çoktan piyasaya tâbi olmuşlardı. Rektör atamalarındaki tarafgirlik de bu süreci hızlandırdı. Ancak katkı paylarının alınmayacağı duyurulduktan sonra, üniversitelerin rektörleri “üniversiteler kendi kaynağını yaratmak zorunda” diyerek devlet üniversitelerinin de şirket olarak işletilmesi gerektiğini vurguladı. Eskişehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Davut Aydın, “Kredi, burs, cari harcamaların finansmanı, kısaca yeni anlayışla, rektör seçimleri, yönetim biçimlerinin yeniden yapılandırılması ve buna bağlı olarak finansman modellerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Bizim döner sermayeyi şirkete dönüştürmek istiyoruz. Daha saydam, esnek, daha hesap verilebilir finansman modellerine ihtiyaç var. Böyle olursa daha fazla kaynak yaratırız. Hem finansman kaynağı, insan gücünü daha verimli kullanırız. Teknik altyapıyı çok iyi kullanırız. İhtiyacımız olan yeni çağdaş finansman modelleridir. Bu modeller çerçevesinde işin yapılanması. Önümüzü açın, çağdaş finansman modellerini yapalım” dedi. “Çağdaş finansman modeli olarak üniversite”den finansman dışında başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşünecek alan yaratması istenebilir mi? Eğitimin meta haline getirilmesinin ardından, piyasa mantığının neredeyse sadece bir milim uzağında kalan devlet üniversiteleri de çağdaş finansman modelleri tarafından istila edildi. Özel üniversitelerle piyasada rekabet etmek için (nedense) ODTÜ’nün tanıtım filmi çekmesi ODTÜ’deki engin görüşlü işletmeci hocaların öngörüsü ya da ekonometricilerin başarılı “predikşın”ı olsa gerek; o günden bugünleri görmüşler. (ODTÜ öğrencilerinin de eli armut toplamadı tabii, alternatif “No, ODTÜ” filmi çektiler! Resmî tanıtımda, ODTÜ’nün DEVRİM yazan stadını gösterip “siz buna devrimcilik diyebilirsiniz, biz ODTÜ’lü olmak diyoruz” sözlerine karşılık, ODTÜ’deki demokratik olmayan uygulamaları vurgulayan öğrenciler “siz buna ODTÜ’lü olmak diyorsunuz, biz şarlatanlık diyoruz” sözleriyle cevap verdiler. )

Piyasa mantığının her yeri istila etmesi, devlet üniversitelerinin de artık şirket mantığıyla çalışacak olmasının vurgulanması, eski Humboldt modeli, burjuva aydınlanmasının bir parçası olan üniversite modelinin kaybolmasına yakılan bir ağıt değil. Humboldt modeli üniversite, aristokrasinin ayrıcalıklarına karşı, burjuvazinin topluma katılımının yeteneğe ve çalışmaya göre düzenlenmesinin bir yoluydu —ve burjuvazi kazandı. Üniversitenin amacı her zaman düzene insan yetiştirmekti; devlet adamı, yönetici ya da öğretmen. Fakat devrimci dalgalarda, zamanını piyasaya ve ücretli emeğe kaptırmak zorunda olmayan insanlar üniversiteleri devrimci düşünce merkezlerine çevirdiler; bu tarihsel gelişme tamamen olumsaldı. Üniversite düzene adam yetiştirmek isterken, kurulma amacını aşacak biçimde kendini militan yetiştirir halde buldu. Toplumun alt sınıfındaki akıllı çocukların politize olması onların üniversitelere girebilmesi ve oradaki politik ortam sayesinde oldu. Şimdi her üniversitenin piyasa mantığına göre şirket gibi işletilmesi sadece öğrencilere değil, düşünmek ve yazmak isteyen “devrimci hocalara” da bir saldırı. ‘70’li yıllarda yaşanan devrimci olumsallığın tamamen yok edilmesidir bu. Elbette dün başlamadı bu süreç. Özal kuşağı taze doçentler çoktan “proceci” olup “mesai solculuğu”na girişmişti, düzene sonuna kadar iman edenleri geçtik, “eleştirel düşünce”nin barınabileceği bölümler eleştirel düşüncenin metalaşmasıyla çoktan aşınmıştı. Öğrenciler ise artık şirket gibi işletilecek üniversitenin içinde, öğretim kredileriyle borçlandırılacak, şirket burslarıyla gelecekteki emeklerini şirketlere satmış olacaklar. Bu döngüye mahkûm olan öğrenciler, ücretli emek ve onun değişen postmodern koşullarından başka bir şey tanımayacak; borçlarını ödemek için çalışma, çalışmaya devam edebilmek için itaatkâr olma ve bu tarz kişilik biçimlerinin makbul kişilik haline gelmesi… Piyasanın despotluğu işte burada yatıyor: “Başka bir dünya mümkün değildir, aklınıza bile getirmeyin.” Erdoğan’ın katkı payı hamlesi bu despotizmin ürünüdür. Öğrenciler eğitim koşulları ya da üniversitenin demokratik yönetimi konusunda bir şey söyleyecek olsalar, onlara söylenecek söz şimdiden belli: “Hem para vermiyorsunuz, hem de konuşuyorsunuz” ya da “paran kadar konuş, para vermediğin üniversitede söz hakkın da yoktur”. Piyasa, boğazına kadar borca batmış bir insanın çaresizliğini karşısında görmek istediği makbul kişilik olarak ilan ettiğinde, ekonomik baskıların yanına bir de siyasî baskılar ekleniyor elbette. Yukarıda değinildiği gibi, parasız eğitim isteyen öğrenciler, temelde başka bir dünya istedikleri için hapse mahkûm edildiler: “Bu ne cüret!” Ekonomi ve siyaset her zaman el ele gitti. (Negri ve Hardt, son kitapları “Duyuru”da borçlandırmayı piyasanın kendine tâbi kılma teknolojilerinin arasında sayıyor; borçlu olmanın çaresizliğiyle biçimlenen öznellikler borçlarını ödemek için çalışarak piyasa koşullarını yeniden üretiyor. Hardt ve Negri’nin önerisi aslında hiç de uygulanamaz değil: “Borcunuzu ödemeyin!”)

“Çocuğunuz terörist kampında”

İşte bütün bu gelişmeler ışığında, Dikili’deki 7. Kolektif Yaz kampı’na katılan öğrencilerin ebeveynlerini polislerin neden arayıp “oğlunuz/ kızınız terörist kampına katıldı” dediklerini anlayabiliriz. Bir haftalık kampın programına baktığınızda bir dizi atölye çalışması görülüyor: Salsa şampiyonu dansçıdan dans atölyesi, fotoğraf, resim atölyesi vs… Bir üniversite öğrencisinin kendini yaratması, kendini piyasa dışında kalan değerlerle yetiştirmesi için bulunmaz bir yaz kampı burası. Ayrıca Öğrenci Kolektifleri, “okuyan insan halkın yanındadır” diyerek yoksul mahallelerdeki çocuklarla atölye çalışmaları yapıyorlar, özel okullarda ancak bir ton parayla alınan ilgiyi bu yoksul çocuklara sunuyorlar. Öğrenci Kolektifleri’nin yumurtayla arası çok iyi; “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diyerek her sabah yumurta yiyorlar, hatta bazen Egemen Bağış’ın vurguladığı gibi sucuklu yumurta bile yiyorlar. Bütün bunları alt alta koyduğumuzda neden “terörist” kampı olarak nitelendirildiği anlaşılıyor, çünkü başka bir kişilik yapısı, başka bir değerler sistemi yaratıyor Öğrenci Kolektifleri. Başka bir kişilik yapısı, dünyaya başka türlü bakma olasılığını yaratıyor. Fakat piyasa, piyasada meta olarak satılacak o hizmetlerin, yani atölyelerin, doğada birlikte olmanın piyasa dışında bir mantıkla paylaşıma açılmasına tahammül edemez. Roman açılımında pankart açan Ferhat Tüzmen’in evinde “devrimci yaşam ve davranış kuralları” gibi bir kitapçığın bulunması onun örgüt üyeliğinin kanıtı sayılmıştı; yani piyasaya tâbi olmayan başka türlü bir varoluş tarzının varlığını kanıtlıyordu bu kitapçık. İşte her şeyi meta haline getiren piyasanın despot dili de bu, kendi onayladığı —daha doğrusu, piyasayı yeniden üreten kişilik tarzı— dışındaki başka hiçbir varoluş tarzını kabul etmiyor. Ve kendi alfabesini oluşturup dayatıyor; işte yeni ABC: Marksizm vakıf üniversitelerinin kültürel sermayesidir, Frankfurt Okulu sendika karşıtlığıyla dekan olan bir profesöre aittir, en iyi asistan on ay maaş alan asistandır, en iyi hoca piyasa için en verimli olandır, en iyi devlet üniversitesi çağdaş finansman modeliyle verimli şekilde kaynak yaratan ve işletilen üniversitedir, en iyi öğrenci boğazına kadar borca batmış itaatkâr öğrencidir. Başka türlü düşünenler, alternatif eğitim alanları ya da kâr amacı gütmeyen paylaşımlar yaratanlar, başka şekilde varolmak isteyenler, kendini dünyanın bir parçası olarak hissederek onu değiştirebileceğini düşünenler, yumurtayı sucukla pişirmeyip egemenlere atanlar bir sonraki emre kadar terörist ilan edilmiştir! Piyasa için burjuva demokrasisi bile fazladır!

Göksun Yazıcı

Alternatif ODTÜ Tanıtım Filmi (2012):



RAUL CASTRO'YA ÇAĞRIMIZDIR!

Çok ilginç bir ülkede yaşıyoruz. Tam Peter Ustinov'un dediği gibi; 'Bir başbakan sahneye çıkıp soytarılık yapsa yarım dakika beceremez, foyası ortaya çıkar. Ama bir soytarı kimseye hissettirmeden yıllarca başbakan koltuğunda oturabilir...'. Bizim durumumuz daha vahim tabi milletvekillerinden, bakanlarına hepsi soytarı. Hem soytarı hemde şuursuz. Sol'un haberine göre AKP efendisi ABD'nin isteklerini yerine getirmede yine sınırları zorluyor. Habere göre ülke toprakları herkese peşkeş çekilebilecek. Ama Küba'ya hayır. Görünen o ki AKP Küba'nın gıdım gıdım Türkiye'yi satın alarak sosyalistleştireceğini falan düşünüyor... Hadi anladık efendiniz ABD ne derse onu yapacaksınız. Ama bu kadarda şuursuz olmayı. Küba Sosyalist bir ülke kalkıp başka bir ülkenin toprağını mı satın alacak? Haa yinede bir güven marjı bırakalım kendimize de. Eğer Küba'nın, Türkiye'den toprak alıp sosyalizm ilan etme gibi bir niyeti varsa buyursun bizde yardımcı olalım, birikmişlerimiz Castro'nun yolunda kurban olsun!

İşte haber;


Türkiye Küba ve Kuzey Kore'ye Toprak Satmayacakmış!


Yabancılara mülk satışını düzenleyen yeni kanunla beraber, ABD ve Sünni Arap sermayesine mektup yazmayı bile düşünen Türkiye; Küba, Suriye, Kuzey Kore ve Ermenistan vatandaşlarına gayrimenkul satmayacak. Yunanlılar Ege'den, Ruslar da Karadeniz'den arazi ve konut alamayacak.


Gazeteport'un haberine göre nisan ayında TBMM ’de kabul edilen ve yabancıların Türkiye ’den mülk edinme esaslarını yeniden düzenleyen yasayla ilgili yönetmelik tamamlandı. Yönetmelik ile yasadan yararlanacak ülke vatandaşları ile kısıtlanan ülkeler belirlendi. Buna göre Küba ile Kuzey Kore vatandaşları Türkiye ’den toprak ve gayrimenkul alamayacak.

Ülke topraklarını yabancı sermayeye peşkeş çekecek yasanın dahi AKP’nin anti-komünizmini kusmasına vesile olması hayli trajikomik bir durumu ortaya çıkarırken, Kübalıların ve Kuzey Korelilerinse bu duruma üzüleceğini düşünmek için bir sebep bulunmuyor. Zira Küba’da ve Kuzey Kore’deki sosyalist rejimlerin kendi topraklarını başka ülkelere peşkeş çekmek bir gündemi olmadığı gibi, muhtemelen mülk edinme yoluyla Türkiye’yi istila etmek gibi bir gündemleri de yok.

Bununla birlikte Türkiye’nin “sorunlu” olduğu komşuları Suriye ve Ermenistan’a da toprak satmayacağı öğrenilirken, Nijerya ve Yemen vatandaşları da gayrimenkul alamayacak. Çin, Danimarka, Doğu Timor, Fiji ve İsrailliler ise tek bir gayrimenkul alabilecek. Rus ve Ukraynalılar, Karadeniz’de, Yunanlılar ise Ege kıyılarında mülk edinemeyecek.

Düzenlenen yeni yönetmeliğe göre, 129 ülke vatandaşının Türkiye ’den şartsız olarak gayrimenkul ve arazi satın alabileceği öğrenilirken, 52 ülke vatandaşının ise mülk edinmek için İçişleri Bakanlığı'ndan izin alması gerekecek.

Batı ve Sünni Arap sermayesine davet var
Almanya , ABD , Arjantin , Belçika , Brezilya, Gürcistan,Hollanda , İngiltere , İrlanda, İspanya , İsveç , İsviçre , İtalya ,Japonya , Kanada , Lüksemburg, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri , Kuveyt ve Lübnan gibi ülke vatandaşları ise istedikleri kadar mülk edinebilecek. Bu durum Batı sermayesine ve Sünni Arap sermayesine Türkiye’nin kapılarının sonuna kadar açıldığının göstergesi niteliğinde.

Fas , Mısır , Letonya,Afganistan vatandaşları ise, Türkiye 'den tarım arazisi alamayacak. İran , Çin, Filistin , Hindistan 'ın da arasında olduğu 16 ülke vatandaşı da İçişleri Bakanlığı izin verirse gayrimenkul edinebilecek.




27 Temmuz 2012 Cuma

HER NEFİS BİR GÜN BİBER GAZINI TADACAKTIR!

Sayı ile yazıyoruz; 628 000
Şimdi de yazı ile; Altı yüz yirmi sekiz bin
600 000 - Altı yüz bin, 20 000 - yirmi bin, 8 00 - sekiz bin! Tam tamına 628 bin ton!

Ne olduğunu merak ediyorsanız bu sayının, tabi ki Türkiye'nin kuru fasulye ihracat miktarı değil. Bu binli-minli, tonlu-monlu ifade Türkiye'nin son 12 yılda ithal ettiği biber gazı miktarı. Evet tam 12 yıldır su içmemişiz, hava almamışız da biber gazı yemişiz. Üstelik bu kadar biber gazının nereden alındığı ve kimlere verildiği muamma!

Bu olayın ortaya çıkışı şöyle; CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı’ya 2000 yılından bu yana ne kadar gaz bombası ithal edildiğini, bunlara ne kadar harcandığını ve kimlere satıldığını sordu. Gelen yanıtta AKP hükümetinin 12 yıl boyunca kendi yurttaşına 628 bin ton biber gazı ve göz yaşartıcı gaz sıktığına ilişkin bilgiler yer alırken bu gazların kimin ithal ettiği ve kimlere satıldığı konusu “ticari sır” niteliği taşıdığından yanıtsız bırakıldı. Yazıcı’nın verdiği yanıta göre en fazla gaz ithalatı 115.232.46 kg ile 2005 yılında yapılmış ve 12 yılda toplam 21 milyar 269 milyon 124 bin 81 dolarlık bir bütçe ayrılmış. 

Oran, Yazıcı’nın yanıtını BirGün gazetesine şöyle değerlendirdi: “Bu ülkenin yurttaşlarına 12 yılda tam 628 tonluk biber gazı ve göz yaşartıcı gaz sıkılmış. AKP döneminde hükümeti protesto eden her gruba, şiddet göstermeseler de su gibi gaz sıkmalarının nedeni anlaşıldı. Kilosu 33 dolara geldiği için anlaşılan ucuz bulmuşlar. Van’da canını malını kaybetmiş depremzedeye bile copunu, biber gazını kullanmaktan sakınmayan bir kolluk kuvvetini ve artık kırdığı potlarla halk kahramanı haline gelen İçişleri Bakanını, Başbakanı bu ülke asla unutmayacak. Hükümet ne yaparsa yapsın, biber gazı da sıksa göz yaşartıcı da kullansa yurttaş artık her geçen gün gerçekleri daha iyi görüyor. Hükümetin işine gelmeyen her konuda 'ticari sır' gerekçesine sığınmasını da kınıyorum. Bu gazı kim ithal etti ve kimlere sattı, bir milletvekili niçin öğrenemez bunu. Hani nerede o AKP'nin durmadan söylediği milli irade, parlamenter demokrasi?"

Aman efendim biz daha ne diyelim... AKP rekordan rekora koşuyor olimpiyatlara rekor katılım derken, halka rekor biber gazı sıkımı olduğunu da öğrendik ne şahane ne şahane! Sonra bunlara derler ki; 'muhafazakar demokrat'. Bunun neresi demokrat? Bunlar bildiğin psikopat!

Ama suç yine bizde. Neden mi? Arkadaş ıslıklarla, alkışlarla bildiğin silahlı kalkışma yapıyorsun, sonra halkı isyana teşvik eden halaylar çekiyorsun, bir de TC'yi yıkmaya yönelik oturma eylemleri var ki tam biber gazlık. Tabib Odası, Kimya Mühendisleri Odası biber gazı kimyasal silah diyor ama olsun. Zaten AKP'de doğruları söyleyenlerle bie iç savaş yaşıyor. Bu nedenle bize her şey mubah!Az tasarruflu olsak devlet, millet kalkınacak ama yok...

Her nefis bir gün biber gazını tadacaktır! Ki gördük tadıyorlar da Kürdü, Fenerbahçelisi, Emekçisi ve işçisi tattı bu meredi. Bizim buradan yetkililere bir önerimiz olacak. Bizce bu meret bağımlılıkta yapıyor. Araştırsınlar görsünler. Yoksa bu kadar biber gazı neden kullanılır? Yoksa bu kadar insan neden sürekli biber gazı yemek için uğraşır. Ya da bir ihtimal daha var; AKP faşisttir ve emrinde ki imamın ordusu da sahibi gibi faşisttir. Ve bu kadar insana zulüm etmek her doğruluk ve adalet çığlığını bastırmak içindir. Tabi şu nokta sabit bu biber gazını yiyenler bağımlı. Ama biber gazının değil. Onlar doğruluğun, adaletin ve insanlığın bağımlısıdır. Ve bunlar için herşeyi göze alırlar. Sizin o tonlarca biber gazınız da vız gelir tırıs gider!



   

25 Temmuz 2012 Çarşamba

DEĞNEK, TÜRKİYE, SURİYE, SAVAŞ VE KAN...

İlk olarak savaş, kan ve insanların ölümü ne olursa olsun ve kim yaparsa yapsın kötüdür. Böyle başlamamızın nedeni değineceğimiz konunun hassasiyeti ve konunu açılmasıyla başlayan manipülasyonlardır. Konumuz Suriye'de yaşananlar. 

Geçtiğimiz sene başlayan ve etkisini bu sene de sürdüren 'bahar' fırtınası son olarak Suriye'yi vurdu hatırlayacağınız gibi. Bütünlüklü bir projenin parçası olduğu aşikar olan Suriye'de yaşananları anlamlandırabilmek için biraz daha gerilere giderek, fırtınanın başlangıcına kısa bir göz atmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Arap Baharı denilen süreç Tunus halkının, yıllardır ülkeyi yöneten diktatörü hedef alan protestoları ile başladı. Tunus'ta yaşanan protestolar sendikalar ve sol güçlerin etkinliği ile şimdiye kadar gerçekleşen tüm isyanlardan farklı bir yerde duruyordu. Bu farklılık kendini diktatörü iktidardan uzaklaştırana kadar da sürdü. Fakat iş yeni yönetimi belirleme noktasına geldiğinde, emperyalizm tüm bağıntılarını devreye sokarak istediğini yaptırmak için hamlelerini geliştirdi ve nitekim başarılıda oldu. Seçimler ile başa gelenler AKP'yi rol model olarak benimseyen ılımlı İslamcılar oldu. Mısır'da gerçekleşen isyan ise ilk etapta ki ilerici niteliğine rağmen sonuç olarak Müslüman Kardeşler adlı ılımlı İslamcı yapılanmanın denetimine, dolayısıyla da emperyalizmin denetimine girdi. Sonuç olarak yine bir ılımlı İslamcı ve AKP'yi model alan iktidar yapısı kuruldu. Gerçi şuan ordu ve yargı ile Müslüman kardeşlerin arası pek iyi değil. Bunun nedeni ise, eski model iktidar yapısının özelliklerini içinde barındıran bu kurumlarla, yeni iktidar modelini temsil eden Müslüman kardeşler arasında bir doku uyuşmazlığı. Fakat AKP ve Türkiye'den de bildiğimiz üzere bu sorunlar emperyalizmin çıkarları doğrultusunda zamanla noktalanmakta. 

Bu süreçte saydığımız ülkeler dışında ülkelerde de (Yemen gibi) kimi değişiklikler oldu. Fakat biraz daha sağlıklı ve bir bütün olarak sürece bakabilmeyi amaçladığımızdan, bütün içerisinde ki ana köşelere bakmayı yararlı görüyoruz. Buradan hareketle diğer bir köşe taşı Libya'ya geçelim. Libya demografik yapısı itibari ile biraz daha diğer ülkelerden ayrılır bir durumda gibi duruyor. Bunun nedeni ülkenin bir uluslaşma süreci yaşamamış olması ve hala daha kabile kurumlarının gündelik yaşamda etkili olması. Doğal olarak ülkenin bu yapısı da yaşanan olaylarda ana belirleyen oldu. Libya 'Arap Bahar'ı açısından tam bir dönün noktası oldu diyebiliriz. Çünkü bu evreyle artık emperyalizmin bu hareketleri tam anlamıyla ele geçirdiğini ve istediği gibi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Libya'da oynanmaya konan plan kabile ayrımları kullanılarak çıkartılan bir iç savaştı. Nitekim ilk başladığı günden itibaren emperyalist ülkeler doğrudan yaşananlara müdahil oldular. Bunun sonucunda da Kaddafi iktidarı yerini yine emperyalizm menşeli bir iktidar yapısına bıraktı. 

Bu aşamadan sonra emperyalizmin bütün istek ve taktikleri ortaya çıkmış durumda. Bu nedenle de Suriye'de yaşanan duruma müdahaleleri gecikti. Tabi bunda Çin ve Rusya'nın da payı var. Aslında tüm bu yaşananlar emperyalizmin bölgeye dair planlarını anlamak için bir imkan veriyor. Süreç boyunca AKP'nin izlediği politikalar ve iktidara gelen her ılımlı İslamcı yapının AKP'yi rol model alması, dahası adlarını bile Adalet ve Kalkınma Partisi koyması bir noktaya işaret ediyor. Bu nokta ise emperyalizmin bölge için yeni planını görmemizi sağlıyor; emperyalizm ile barışık, dini-imanı piyasa olan ve aynı zamanda din olgusunu kitleleri uyutmak için çok iyi kullanan ılımlı İslamcı iktidarlar kuşağı. İktidara getirilen partilerden tutunda desteklenenine kadar hepsi bu özellikleri taşıyor. Yani bölge için emperyalizm daha fazla gericilik, daha fazla yağma, daha fazla yoksulluk ve daha fazla AKP öngörüyor. Bu tespiti yaptıktan sonra şu noktanın da altını çizmek gerekiyor; AKP bu planlamalar içinde emperyalizm için kilit rolde. İlk olarak piyasayla hiçbir sorunu yok, ikinci olarak emperyalizmin güdümünden çıkmıyor, üçüncü olarak AKP 10 yılda her türlü sistem içi muhalefeti bastırmayı başardı ve kısmen de olsa iç tarafta eli rahat, dördüncü olarak İslami bir parti ve Türkiye'nin bu cenahta ağırlığı mevcut, beşinci ve son olarak bir plan çerçevesinde ABD'nin istediği doğrultuda sözde bağımsız bir dış politika çiziyor. İsrail ile Davos'ta yaşanalar, Mavi Marmara baskını olayı, batılı ülkelere çıkışlar vs... Tabi bunların ABD'nin işene yaradığını ve Türkiye'yi bölgede daha rahat kullanabilmek adına ABD'nin de onayladığını yalnız biz değil CIA'nın eski Türkiye Şefi Graham Fuller'de söylüyor. 

Elbette Suriye'de yaşananlarda bu nedenlerle ve Libya modeline uygun başladı. Karşılıklı gösteriler ve ardından da kesintisiz, kanlı bir iç savaş. Beşar Esad'ın haklı olduğunu ve ya iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Ama muhaliflerinde Beşar Esad'dan iyi olduğunuda söyleyemeyiz. Üstelik Suriye üstüne tüm bildiklerimiz batılı ve batı yanlısı medyanın dezenformasyonu nedeniyle güvenilir de değil. Öte yandan Suriye'de ortaya konulan taktikler 'mezhep savaşı' gibi bir sonucu da doğura bilecek cinsten. Nitekim Müslüman Kardeşlerin 'Alevilere Ölüm' minvalinde ki açıklamaları mevcut. 

Öte yandan Suriye'de Esad'ın direne bilmesini sağlayan önemli unsurlarda var. Muhalifler olarak adlandırılan grup dağınık ve en önemli direniş odağı görünen Kürtler şuan desteklemiyor bu hareketi. Tabi bu durumu değiştirmeye yönelik çabalar var. Bir basşk nedense daha mezhepsel bir temelde ayrışma yaşandığı için Esad, Kaddafi’ya oranla daha geniş destek sağlamış durumda. Uluslararası arenada ise özellikle Çin, İran ve Rusya'nın hala Esad'ı desteklemesi hem dış müdahaleyi engelliyor, hem de Esad'ı ayakta tutuyor. Esad'ı güçlendiren bu nedenlerle birlikte yukarıda AKP'yi öne çıkaran nedenler birleşince Suriye'ye müdahale konusunda Türkiye'nin öne çıkarılmasının nedeni anlaşılıyor. Emperyalizm İslam alemi içinden bir ülkenin işlerini kolaylaştıracağını düşünüyor ve bu ülkede mevcut durumunun yanında üzerine yapılan planlarla sadece Türkiye. Bu nedenle bölgede yapılacak operasyonlar Türkiye eliyle meşrulaştırılmaya ve tepkiler azaltılmaya çalışılıyor. Türkiye ise emperyalizmin değneği olurken, Neo-Osmanlı düşüncesiyle de kendini gazlıyor. 

Bu güne kadar Türkiye'nin izlediği Suriye politikası verilen görevi yapmaya ne kadar istekli olduğunu gösteriyor. Suriyeli muhalifleri askeri eğitime tabi tutma, mühimmat sağlama, emperyalist bir müdahaleyi her seferinde davet etme... Bunları yaparken iç tarafta da savaşa hayır diyen herkesin Baasçı olarak ilan edilmesi. Ne ölecek insanlar, ne de kardeş halkları karşı karşıya getirecek olmak önem arz etmiyor. Tabi bu tip davranışların sonuçları da olacağı kesin. Suriye'de gerçekleştirilecek operasyonun amaçlarından birinin İran'ı bölgede tek bırakmak olduğunu düşünürsek, Türkiye'nin Suriye'ye karşı yapacağı herhangi bir hareket risk arz edebilir. Böyle bir durum Türkiye ile İran'ı karşı karşıya getirebilir. Buna ek olarak Rusya'da kısmen kendi coğrafyasında böyle bir hamleyi hoş karşılamayacağından, Türkiye için başka bir sorunda Rusya tarafında ortaya çıkabilir. 

Sonuç olarak Orta Doğu coğrafyasında oynanan kirli oyunlar yine masumların hayatını kaybetmesine neden oluyor. Kimileri gaza gelse de Türkiye'nin rolü geçmişte olduğundan faklılaşmıyor. Tabi tüm bu olayların bir de insani boyutu var ki o daha da vahim. Kimileri savaş tamtamlarını çalarken ne yaptıklarını düşünmüyor. Çünkü savaş isteyenler değil, bu toprakların gençleri ve masumlar yaşamlarını kaybediyor.



GÖRDÜNÜZ MÜ NE İÇİN 'EVET' DEDİNİZ?


Ne desek, nasıl başlasak bilemiyoruz. AKP ve RTE sağ olsun bizi yanıltmadı. Referandum süreci ve öncesi sosyalist solun yaptığı bütün değerlendirmeler, bütün tahminler ve 'niyet okumalar' gerçek oldu. Bizim tarih önünde her söylediğimiz doğrulanırken ve haklılığımız kanıtlanırken, 'yetmez ama evet'çi tayfanın da rezilliği, rüsvalığı, ve bilcümle aptallığı ifşa olmuş oldu. Tabi bu zevatın rezilliği yıllar öncesinden belliydi fakat bu referandum bu kişilerin artık sol içinde barınmayacağını ve ya en azından barınmaması gerektiğini gösterdi.

Eğer konuya giriş yaparsak, referandumda 'yetmez ama evet' diyenlerin temel saikleri şunlardı; 'Türkiye'de Kemalist bir askeri vesayet rejimi vardır ve AKP bu referandum ile bu vesayet rejimiyle hesaplaşmayı, geriletmeyi, daha da önemlisi sivil bir rejimi inşa etmeyi başarabilir. Yargıda da etkin olan bu vesayet rejimi, referandum ile dağıtılıp demokratik bir yargı merci oluşturulabilir. Bu referandum ile memura toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmaktadır. Yapılan değişiklikler ile 12 Eylül askeri-faşist darbesiyle hesaplaşılacaktır. Biz 'evet' diyoruz ama bunun yeterli olmadığını da söylüyoruz. Bu referandumda hayır veren devrimciler; ulusalcılarla, faşistlerle aynı safta yer alma tehlikesine rağmen hayır diyorlar ve bunlar ne 12 Eylül ile hesaplaşılmasını istiyorlar, ne de askeri vesayetin son bulmasını istiyorlar.' En genel haliyle zırvaladıkları bunlardı. 

Bu durumda cevap olarak kendi söylediklerimize bakmakta fayda görüyoruz. Peki bizim cenah ne diyordu? Bizler şunu diyorduk; 'AKP 12 Eylül rejiminin bir uzantısı ve devam ettiricisidir. Bu nedenle 12 Eylül darbesiyle hesaplaşamaz. Hem 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak, işin başındaki beş tane doksan yaşındaki generali yargılamakla olmaz. 12 Eylül ile hesaplaşmak işkenceyle ve işkenceyi yapanlarla, işkenceyi yaptıranlarla, işkenceye göz yumanlarla hesaplaşmaktır. Bu darbeye zemin hazırlayanlarla, destekleyenlerle ( siyasetçisinden -medyasına kadar) ve darbenin arkasındaki asıl güç olan ABD'yi hedef almadan bir hesaplaşmadan bahsedilemez. Bunun dışında yapılacak her şey orta oyunudur. Evet yargı anti-demokratiktir fakat  AKP yargıyı demokratikleştirmek şöyle dursun, yargıyı kendine bağlamak için bu değişikliği istemektedir. Memura toplu sözleşme ve grev hakkı verileceği büyük bir yalandır. AKP toplu sözleşme değil toplu görüşmeyi hedeflemektedir. Emekçiler ile hükümet anlaşamaz ise hakem heyetine gidilecek, hakem heyetini üyelerinin büyük bölümünü ise yine hükümet belirleyecektir. Yani her halükarda AKP'nin dediği olacaktır. Yasalarımızda kamu görevlileri için olmayan grev hakkı bu yasayla getirilmiyor, aksi gibi kamu görevlilerinin hakları törpüleniyor. Bizler askeri vesayeti savunmuyoruz bunun ortadan kalkmasını istiyoruz ama askeri vesayetin yerine de AKP'nin tek adam diktatörlüğünü, sivil vesayetini de savunacak değiliz. Bir de bizleri yani bu sisteme karşı en çok mücadele vermiş, eline silah almış olan devrimcileri bu rejimi desteklemek ile suçlamak safdilliliktir. Biz sadece bu referanduma hayır demiyoruz, biz 'iki hayır birden' diyoruz. Biz '12 Eylül anayasasına da, AKP anayasasına da hayır' diyoruz.'  Evet bizim savlarımız ise bunlardı ve elimizdeki bulgulara bakarsak biz '2 hayır birden' diyenler haklı çıktı. 

Nitekim referandumdan sonra yapılan HSYK atamaları tam bir AKP kadro dolumu işlemi idi. Öte yandan iki yıldır ÖYM'ler ile ülkede estirilen terör ise cabası. Toplu sözleşme olmadığını 2 ay önce gördük. Grevin yasak olduğunu ise THY emekçileri sayesinde öğrendik. Ayrıca askeri vesayetin son bulmadığını tersine vesayetin el değiştirdiğini görmemek ise saflıktır. Tabi  Madımak Oteli davasının zaman aşımıyla düşürüldüğünü unutmamak lazım. Bir de 4+4+4 sistemi ve imam hatipler meselesi var ki anlatsak roman olur. Bunların yanında o kadar güzel bir sözde 12 Eylül yargılaması gördük ki, son derece kötü bir orta oyunu. Hazırlanan iddianameye göre her şeyin suçlusu sosyalistler ve devrimciler. Utanmasalar Kenan paşayı değil bizleri yargılayacaklar. Yani sizin ve bizim anlayacağımız;  rejim değişmedi, demokratikleşme olmadı, sivillik-mivillik yalan daha ne olsun derken 3. yargı paketi hikayesi gündeme geldi. İçeriğini tartışmak anlamsız, zira yeterince tartışıldı. Sonuçlarına bakacak olursak şunu görüyoruz; eli kanlı ülkücü faşist katiller salıveriliyor. Evet cevapsız bıraktığımız son eleştiriye geçebiliriz. Biz faşistlerle ve ülkücülerle aynı saftaydık (hoş evet oyu verenlerin yüzde kaçının ülkücü olduğu araştırılsa eminiz bu tez kendiliğinden çürür ama neyse). Ama onlar değildi. Dün salınan ülkücü-faşist katil Muhsin Kehya diyor ki; 'Referandumda evet verenlere teşekkür ederim'. Kalkıp 'bakın gördünüz mü, işte sonuç bu nasılda yanıldınız' desek boşa, kimin kimlerle saf tuttuğu, neyi desteklediği ortadayken bunun üzerine bir şeyler karalasak yine boşa... Biz en iyisi susalım da cevabı 'yetmez ama evet'çi şaşkalozlara faşist katil Muhsin Kehya versin. Hey! Duyuyor musunuz? Faşist katiller size sesleniyor. Muhsin Kehyalar size teşekkür ediyor!  

24 Temmuz 2012 Salı

Yorumsuz İşkence Lakırdısı… - Melih Pekdemir


Şu sıcaklarda önce eski bir lakırdımı tekrarlayacağım; ardından, hiç şaşırmayın, Ahmet Altan’ın dünkü yazısının altına imzamı atacağım:

Deniz tuza susamıştı. Ama tuzu su içti. Ve sus dedi denize, kimseye söyleme… Sen ki oğlusun tuzlu okyanusun, her daim tuz bulursun.

Balık buza acıkmıştı. Ama buzu deniz yedi. Ve sus dedi balığa, kimseye söyleme… Sen ki kızısın buzuldaki yunusun, her daim buz bulursun.

Denizi olmasa da tuzu kuruydu suyun. Balığı olmasa da ufku semizdi denizin. Tuzlu suyla gargara yaptı deniz. Balık anlayamadı gırgırı, yakalandı gırgıra… Ve su denizle tam dalga geçiyordu ki...

Gırgırın ağlarından çıkıverdi, bir yaşlı yosun, bilgesi okyanusun: Susun diye bağırdı, hepiniz susun! Kesin lakırdıyı!

Deniz pustu. Su sustu. Balık ve tuz konuştu: Lakırdı değil lakerdayız biz dediler. Ve bilge yosunu afiyetle yediler.

Eh, yanında bir de buzlu rakı…

***

Ve işte Ahmet Altan’ın “İşkence” başlıklı yazısı: 

Bazı haberler insanı ürpertiyor hakikaten, öylesine korkunç bir gerçekle karşılaşıyorsunuz ki gerçekliğinden kuşkulanıp defalarca, defalarca okuyorsunuz. 

“İşkenceye sıfır tolerans” diyerek seçim kazanmış bir iktidar var bu ülkede. İstanbul’da Terörle Mücadele’nin üst yönetimine bir polis şefi atamışlar. İki kez “işkenceden” mahkûm olmuş. Birinde Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde... Bu mahkûmiyeti “iyi hâlden” ertelenmiş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu cezanın ertelenmesini “insan haklarına” ve evrensel hukuka aykırı bularak Türkiye’yi mahkûm etmiş. İkincisinde işkence suçlaması için Türk mahkemeleri “takipsizlik” kararı vermiş. İşkence mağduru Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuş ve İnsan Hakları Mahkemesi bu olayda da “işkence suçunu” sabit görüp, Türk devletini işkenceyi ve işkenceciyi korumaktan suçlu bulmuş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları görmezden gelinmiş. Adı “İnsan Hakları Mahkemesi” olan bir mahkeme, “siz vatandaşınıza yapılan bu işkenceyi hoş görmüşsünüz, cezalandırmamışsınız hâlbuki bu suçtur” diyor, bizim devlet aldırmıyor. 

“İnsan hakları” için kurulmuş bir mahkemenin “işkenceden” sorumlu tuttuğu bir görevliyi, şimdi de bu iktidar çok “kritik” bir göreve getiriyor. Askerî vesayet döneminin “işkencecileri” koruyan sistemi içinde “işkence yaptığı saptandığı” hâlde cezası ertelenen, daha sonra gene işkence suçundan hakkında “takipsizlik” kararı verildiği için Türkiye’nin AİHM’de mahkûm olmasına neden olan bir görevliden bu iktidar nasıl bir “hizmet” bekliyor? 

Neden “askerî vesayete karşı çıktığını” söyleyen “muhafazakâr ve dindar” bir iktidar, askerî vesayetin “suçu mahkemece tescil edilmiş” işkenceci bir görevlisinden medet umuyor? Hani askerî vesayet bitmişti? Hani “halkın temsilcisi” olan bir iktidar işbaşına gelmişti? 

Uludere’de insanları bombalama emri veren generalleri korudular. Suçu öldürülenlerin üstüne atmaya kalktılar. Dün Sedat Ergin’in ayrıntılı biçimde anlattığı gibi, bir keşif uçağını doğrudan Suriye sahillerine yönlendiren ve düşmesine ya da düşürülmesine neden olan emrin kimden geldiğini halktan sakladılar. Şimdi, o dönemin işkenceden mahkûm polisini çok önemli bir mevkie getiriyorlar. 

Askerî vesayetle bu iktidar arasında nasıl bir ilişki var? Kim kimi kullanıyor? Bütün bu olanlara baktığımızda, askerî vesayetin “görünürde geri çekilip”, “muhafazakâr görünümlü” bir iktidarı kendine kalkan yaparak eskiden yaptıklarını aynen yapmaya devam ettiğini görüyoruz. 

Eskiden bütün bu olanların sorumluluğunu generaller üstlenir, hesap sormaya kalkanları da acımasızca cezalandırırlardı. Şimdiki fark ne? Aynı “suçların” emirlerini “siviller” vermiş gibi gözüküyor. Suç aynı, zihniyet aynı, sadece sorumlular farklı. (…) 

Askerî vesayet döneminin “koruduğunu”, şimdi de sivil iktidar koruyup baş tacı yapıyorsa, Türkiye nasıl bir değişimden geçmiş oluyor? “Muhafazakâr” bir iktidarı sahneye çıkartıp geniş kalabalıkları kandırarak, o kalabalıkları “iktidar olduklarına” inandırarak, şimdi eskisinden de rahat suç işliyor, üstelik de sorumluluktan kurtuluyorlar. 

Sistem aynen devam ediyor. 

“İnsan haklarına” önem vermeyen Türkiye gene “insan haklarına” önem vermiyor. Muhafazakârların ve dindarların, sistemin aynen devam ettiğini anlamaları için “muhafazakârların” mı acı çekmesi gerekiyor? Öldürülenler ve işkence görenler “muhafazakârlardan” olmadığı sürece askerî vesayetin başımızın üstünde yeri mi var? Muhafazakârlara işkence yapılmazsa işkence serbest mi olsun? Öldürülenler muhafazakâr dindarlar değilse insanlar fütursuzca öldürülsün mü? İktidarda kalabilmek için her suçla işbirliği yapmaya razı mı muhafazakârlar? (…) 

İşkenceye göz yumarsan, sonunda seni de işkenceye çekerler. “Başkalarının” kellesini kesmek için “giyotini” bulan adamın başını da giyotinde kesmişlerdi. Başkasının acılarına bu kadar bigâne duran insanlar da sonunda acı çeker. 

Bunu hiç unutmayın. 

***

Bizler hiç unutmamıştık ki A. Altan! Gerçi Ramazan ama, senin de aklından geçmiştir hınzır, “işkence mişkence” yazarken:

“Eh, yanında bir de buzlu rakı!”


(BirGün)



21 Temmuz 2012 Cumartesi

Bİ HABER 10. SAYI MERHABA

Uzun bir aradan sonra tekrar döndük okul kantinlerine. Çeşitli nedenlerden dolayı bu sefer arayı epey uzun tuttuk. Lakin olaylar ara vermeden akıp gitti. Neyse zaten yaz ayları, hava sıcak bu mazeret bildirme işini hızlı geçelim. Dediğimiz gibi bir sürü olay meydana geldi; Suriye tarafından Türkiye savaş uçağının düşürülmesi, kürtaj tartışmaları, patlayan silahlar ve kaybolup giden gencecik hayatlar… Saydığımız bu kötü şeylerin yanında güzelliklerde oldu. Mesela; kadınların kürtaj konusundaki direnişi Kara Parti’yi geri adım atmaya zorladı, Gençler bu sene bir kez daha yoksul köylülerle dayanışmayı örmek ve umudu büyütmek için düştüler bahçe yollarına ve yine gençler farklı bir dünya arzularının yansıması olarak planladıkları Gençlik Kamp’ı için sıvadılar kolları, üstelik bu kez tüm Türkiye’de ki gençlere çağrıları… Tüm bunlarla ilgili kelamımız mevcut. Bunlara ek olarak Suriye meselesine nasıl bakmamız gerektiğine dairde birkaç söz söyledik. Meramımız budur. Herkese iyi okumalar…



"YANGIN KAVMİNDENİZ/ NE GİYSEK ALEV."

Yürüdüler ellerinde taşlar, ellerinde sopalar… Yürüdüler pis ağızlarında kutsal saydıkları her şeyin adı; Allah, Kur’an ve Muhammed… Yürüdüler hedefleri kafirlerdi, hedefleri dinsizlerdi, hedefleri Kızılbaş Alevilerdi… 

En sonunda vardılar. Karşılarında bir otel vardı. İçinde bir avuç can. Bağırıyorlardı; ‘Tekbir, Allahu Ekber’, ‘ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber’, ‘Müslüman Türkiye’… Önce taşladılar. Doğru ya dine göre şeytan taşlanmalıydı ve içeridekiler kuşkusuz ki onlara göre şeytandı. Oysa Hz. Muhammed, Kur’an’a göre merhametlilerin en merhametlisi değil miydi ve onun ümmetinin de sünneti gereği merhametli olması gerekmez miydi? Ama onlar değildi. Tekrar bağırdılar; ‘Yakın, Yakın’. Yaktılar tam 35 canı diri diri yaktılar. O gün Hasret’i yaktılar, Asım’ı yaktılar ve daha 12 yasındaki Koray’ı diri diri yaktılar… 

Cumhurbaşkanı baktı gerçi ona göre yakılan 35 can vatandaşı değildi, onun vatandaşlarının burnu bile kanamamıştı. Başbakan baktı, tabi ona göre devlet için kurşun atanda yiyende şerefliydi ve o gün 35 insanı diri diri yakanlarda en şereflilerdendi. Bakan baktı, vali baktı, tüm Türkiye baktı… Kimse kılını dahi kıpırdatmadı. 

Acının yanan ateşi hiç söner mi? Köz olsa da cayır cayır yanar en ufak dokunuşta. 19 yıldır acının ateşi cayır cayır yanıyor bağırlarımızda. Tedavi edilmez onarılmaz bir yara sanki yayılıyor da yayılıyor. O gün o oteli yakanlar, bu gün iktidar koltuğunda oturuyor. Kalbimizin bir köşesinde taşıdığımız adalet umudunun boşa olduğunu her seferinde suratımıza vuruyorlar. Yargılayacağız deyip birkaç kişiyi topladılar. Asıl sorumluları yakalamamak için ellerinden geleni yaptılar. Yetmedi yakanlara avukatlık yapanı bakan yaptılar. Daha kötüsü olabilir mi?, derken onu da yaptılar. Kendi savcılarını o görkemli saraylarında topladılar, kendi hakimlerine zamanaşımı kararını onaylattılar. Sürekli yanan ateşi beslediler, ‘vatanımıza, milletimize hayırlı olsun’ diyerek bir odun, Madımak’ı katillerin anma evi yaparak bir odun daha ve kaybettiklerimizi anmak istediğimizde yüzümüze biber yazı sıkarak bir odun daha… 

Yanan ateşi söndürmek için hiçbir ‘devlet büyüğü’ bir şey yapmadı. Açıktır bundan sonra bu yangını ancak her türlü baskıdan, katliamdan ve gericilikten tavizsiz şekilde hesap soranlar ancak bu yangını söndürebilecektir. Madımak katliamıyla yüzleşebilmek bu ülkenin vicdanın tekrar oluşturulabilmesi için önemlidir. Ve vicdan da insana özgü bir şeydir. İnsanlığını unutup yakanlardan, onları aklayanlardan ancak insan olabilme eylemi neticesinde kurtulunabilir. Bu ülkenin vicdanını tekrar yaratmak ve temizlemek, katliamı düzenleyenlerden ve onların bu günkü siyasal temsilcisi AKP’den hesap sorarak olabilir. Hesap sormak için ise; Tek Yol Faşizme Karşı Savaşta’dır.


KESİNTİLİ EĞİTİM, KESİNTİSİZ DALAVERE

Malumunuz, 4+4+4 yasa tasarısı, kamuoyunun ve başta Eğitim Fakülteleri olmak üzere bilim insanlarının ve uzmanların görüşüne dahi başvurulmadan, yangından mal kaçırır gibi Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’ndan geçirilmiş ve TBMM gündemine sunulmuştur. Tek yaptığı yıkım olan, gücünü baskı kurmaktan alan AKP, böylelikle ülkenin ilk ve ortaöğretimini de alt üst etmiştir. 

Halkın geleceğine şekil veren böylesine hassas bir konunun yasalaşmasının getireceği felaketleri hatırlayalım önce: Okul öncesi eğitimini alması gereken 5 yaş grubu ilk 4 yıla (ilkokul gurubuna) dahil edilmiştir, bu durumda çocuklarda sağlık sorunları meydana geleceği aşikardır. Bu düzenleme çocuk-ların ilk 4 yıldan sonra ucuz iş gücü olarak kullanılmasına yol açacak, binlerce çocuk işçi meydana getirecek, çocuk sömü-rüsünü ve tacizini artıracak, kız çocuklarda okullaşma oranını ciddi boyutta düşürecek, çocuk gelinler yaratacak, dershanelerin artma-sına yol açarak ve eğitimde ki ticarileşmeyi artırarak, besle-yecektir. Özellikle yoksul kesimin çocuklarının eğitim seviyesini, yaşam becerisini düşürecektir. Bu yasanın yararlı olduğunu söyleyenler için şunu hatırlatmakta yarar var: “Mesleğe yönlendirme çok önemli, biz bunu sağlayacağız... “ diyen iktidarla, meslek liseleri için öğretmen yetiştiren Teknik Eğitim Fakültelerini kapatan yine aynı iktidardır. 

AKP cami yaptırmak yerine var olan okulların koşullarını iyileştirip olanaklarını artırmaya yönelseydi, derslik sayılarını artırıp öğretmensiz okullara öğretmen atasaydı, mezhepçi ve insana saygı duymayı bilmeyen bir neslin temelleri atılmazdı. Çocuklara dayatılan “kuran” ve “peygamberin hayatı” dersleri sadece bir dinin sadece bir mezhebinin, daha ziyade devletin kendi resmi yorumunun kabul ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu uygulama da beraberinde, diğer inançları yok sayıcı ve ayrımcı tutumu güçlendirecektir. Promosyonlarla para vererek, teşvikte bulunarak öğrencileri sevdalısı oldukları İmam Hatiplere çekmeye çalışan iktidar ve yalakalarının, kendi çocuklarını neden yurt dışında okuttukları da ayrı bir merak konusudur. 

Bu eğitim sisteminde yer alan öğretmenler, üniversite hocaları, bu okullara çocuğunu gönderen anne babalar, eğitim gören öğrenciler ve bu ülkenin DİĞER insanları hiçe sayılarak yasallaşan 4+4+4 ‘e karşı, ‘yasa geçti, artık yapacak bir şey yok’ mu diyeceğiz?, yoksa durumun en başından beri farkında olanlar olarak kendimize gelip harekete mi geçeceğiz? 4+4+4 hepimizi ezmeden ve örgütlenmek için artık mağdur aramadan, okulların bölünmesine karşı birçok yerde velilerin yaptıkları eylemlere şöyle bir bakmanın zamanıdır.

TİYATRODA ÖZELLEŞME

Recep Tayyip Erdoğan “Devlet tiyatrolarını özelleştireceğim.” dedi.Peki nedir bu adamın devlet tiyatrolarıyla alıp veremediği? 

Yaptığı bir açıklamada devlet tiyatrolarının yönetime verip veriştirdiğini söylüyor RTE. Eleştiriyle verip veriştirmeyi karıştırmış anlaşılan.Tiyatro muhaliftir ve farkındalık yaratır.Tiyatro sanatçıları devletten maaş alıyor diye muhalefet etmeyecek değiller ya. RTE’nin de bunu bildiğini biliyoruz zaten, bunu bildiği için tiyatroları özelleştirmek istiyor aslında. AKP iktidara geldiğinden beri insanların hakları daha fazla gasp edildi. Tabi buna karşılık toplumsal muhalefette gelişti. Bu nedenle tiyatrolar geceleri uykularını kaçırıyor olabilir. 

Tiyatro oyunu sergilemek masraflı bir iştir.Dekoru, sahnesi, kostümü, tiyatro sanatçılarının yaşamını devam ettirebilmek için aldığı ücret… Tiyatrolar özelleşince masrafları karşılamak için oyun fiyatları oldukça artacak ve tiyatrolar var olan sayının altına düşecektir.Bu nedenle halkın büyük bir bölümü çok kısıtlı imkanlarla tiyatroya gidebilecek hatta belki de hiç gidemeyecek.Böyle olunca da insanlarda farkındalık yaratacak önemli bir sanat dalının önü kesilmiş olacak.Yani tiyatroların özelleştirilmesinin istenmesinin asıl nedeni AKP hükümetinin KORKU sudur.

AKP’NİN YAŞAM EVLERİ, HALKIN ÖLÜM EVİ

Samsun’un Canik İlçesi’nde dere yatağına yapılan TOKİ evlerinde yaşanan sel nedeniyle şimdiye kadar 12 kişi hayatını kaybetti. Daha önce uyarılar yapılmasına rağmen dere yatağına yapılan ve üstelik bodrum katlarına da sahip evlerin yol açtığı ölümler TOKİ gerçeğinin yalnızca bir yüzünü göstermektedir. Bu da şehrin kenarlarına itilen yoksullara dönük evlerin sağlıksız ve güvenlikten yoksun olduğudur. 

TOKİ’yi anlamak için şöyle bir geçmişine bakmak gerekmekte-dir.TOKİ, Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak 1984 yılında kuruldu. 1990’lı yıllarda kısmen atıl olan, ismi pek de duyulmayan TOKİ 2002’den itibaren AKP iktidarıyla birlikte yeniden yapılanma sürecine girdi. Kuruluşunda TOKİ’nin misyonu, ‘hiçbir geliri olmayanlara ya da dar ve orta gelirli vatandaşların konut ihtiyaçlarının, Anayasa’nın 57. maddesi, devletin şehirlerin özelliklerinin ve çevre standartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler’ hükmü gereğince yerine getirilmesi’ olarak tanımlanmıştır. Bir sosyal devlet misyonu içerisinde kurulan TOKİ’nin bugünkü faaliyetlerine baktığımız da ise sosyal bir niteliğe sahip olmadığı görülmektedir. TOKİ, AKP iktidarıyla birlikte neoliberal dönüşümün kentsel alandaki en önemli silahı haline gelmiştir. AKP ile birlikte TOKİ’nin alanı genişletilmiş ve her tür denetimden çıkartılarak doğrudan Başbakan’a bağlanmıştır. İşte bu noktadan sonrada TOKİ gerçek anlamını bulmuştur; AKP’nin propaganda aracı, kamu arazilerinin özleştirilme dairesi ve yoksulları kent merkezlerinden uzaklaştıran, bunu yaparken kent merkezlerini zenginlere açan AKP’nin korsan şirketleri.

Bizim ülkemiz ciddi anlamda gariplikler ülkesi. Hani Anadolu’da bir söz vardır; ‘Bile bile lades olmak’ işte son yaşanan durumda budur. Samsun’un Canik ilçesinde yaşamını yitirenlerin tamamı yoksul insanlar ve TOKİ evlerinin kapıcı dairelerinde yaşayan, kapıcılık yapan insanlar. Yani kar hırsının kurbanı insanlar. Yine bir felaketle daha karşı karşıyayız. Ama bu felaket bakanın söylediği gibi Allah’tan filan değil, aslında felaket olan yağmurda değil. Asıl felaket AKP’dir, felaket Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dır ve asıl felaket TOKİ’dir.




Efendim ne demişlerdi bizlere; ‘her koyun kendi bacağından asılır’. Peki ne öğrenmiştik sınav sistemimizden ve bize dayatılandan; en yakın arkadaşımızın bile rakibimiz olduğunu. Hep birilerin üstüne basmalıydık daha yukarı tırmana bilmek için taaki biri gelip bizim üstümüze basana dek. Ne arkaya bakmayı düşündük, ne de arkada kalanları. Ne yaptıysak onu bulduk, düşerken arkadaşımız elinden tutmadık ve biz kapaklanırken yere kimsede elimizden tutmadı. ‘Etme, bulma dünyası’ işte. Hep gözümüz kapalıydı, hiç farklıyı ve ya başkayı düşünmedik, hatta düşünmeyi denemeyi bile denemedik. Oysa ne diyordu Ernesto Che Guevara “Dayanışma halkların inceliğidir”. İşte bencilliği ve rekabeti en büyük erdem olarak benimseyenler, ne Ernesto’yu, ne de bizleri anlayabilir. 

Eğer insanlık bir erdem işi ise dayanışmada bu erdemlerin en büyüklerindendir. Farklı bir hayatı kurmaya başlamak önce dayanışmayı örmekle başlar. Başkalarına çıkarsız yardım etme, bu günün liberal anlayışlarına elbette terstir ve tamda bu nedenle devrimcilerin en büyük özelliğidir. Ve işte bu nedenle devrimciler dayanışma işçileridir. 

Yine kiraz mevsiminin işçileri bahçe yollarındalar. Hem yoksul köylülerle dayanışmayı büyütecekler, hem de devrimcilerin bastığı her toprak parçasına nasıl inanç ve kararlılığı taşıdıklarını bir kez daha gösterecekler. Başka bir yaşamın, birinin elinden tutularak da ilerlenebildiğinin, geride kimseyi bırakmamak için bir gözünün sürekli arkada olabileceğinin ve aynı şekilde diğer gözünde geleceği ne kadar net seçebileceğinin ispatı olacaklar. 

"yarin yanağından gayrı/ her yerde her şeyde hep beraber/ diyebilmek adına/ evlerin/ yurtların/ dünyaların ve/ kozmosun kardeşliği adına’’ diyordu Nazım Hikmet, yıllar ötesinde Şeyh Bedrettin’e atıfta bulunarak. İşte Nazım’ın ve Bedrettin’in çağrısına katıyor çağrısını Gençlik Muhalefeti ve geleceği ipotek altına alınan, yalnızlaştırılan, cemaat-tarikat ağlarıyla biat kültürünün parçası haline dönüştürülmek istenen tüm gençleri dayanışmaya çağırıyor. Üniversitelerde, liselerde büyüterek sürdürdüğü mücadelesini şimdi; fındık, vişne, kayısı, çay bahçelerine, Samandağ'a ve Dersim'e taşıyor… 

- Vişne Toplama: 25 Haziran - 1 Temmuz - Tokat 
- Samandağ Festivali: 11-15 Temmuz - Samandağ 
- Kayısı Toplama: 15-22 Temmuz - Malatya 
- Munzur Festivali: 26-29 Temmuz - Dersim 
- Fındık Toplama: 15-20 Ağustos - Fatsa 
- Çay Toplama: 25-30 Ağustos – Hopa

BİHABER 9. SAYI MERHABA

Uzun zaman oldu sizlere merhaba demeyeli. Biraz kendi yoğunluğumuzdan birazda araya giren sınav döneminden dolayı görüşmemize geç kaldık. Ama şunu teminatını size verebiliriz ki;elinizde tutuğumuz bu fanzinden memnun kalacaksınız. Gündem ülkemiz için hızlı akıyor. Bir sürü olay gerçekleşti. 4+4+4 yasası meclisten geçti, büyük protestolara karşın. Her gün işçi kardeşlerimizin öldüğü ülke sıfatını pekiştiren ülkemiz bakanları ‘ama güzel öldüler’ diye biliyor. Bu sayıya gelirsek ne yaptığını ve ne işe yaradığını anlamadığımız Özel güvenlik birimi (ÖGB) hakkında bir yazı yazmak gerektiğine inandık ve yazdık oldu. Yine 4+4+4 demişken eğitim fakültesi öğrencilerinin sorunlarına da onların penceresinden bakmaya çalıştık. Tabi ABD askeri yapılmak istenen ülkemizin Suriye’yle savaşma sevdasına da kendi açımızdan baktık ve bir de Ankara’da 25 Mart günü gerçekleşen Gençlik Kongresi’ne de bir ışık tutalım dedik. Bunların yanında her zaman ki klasiklerimiz yine mevcut. Herkese tekrar merhaba…



SUCU GELDİ RECEEEEEEPPP…

Bir başbakan teknoloji bağımlılığı kongresi yapılsa nasıl bir konuşma hazırlayabilir? Nelerden bahsedebilir bu ülkede? Kendi mücadelesini, zaferlerini yaşayamadan bilgisayar oyunlarıyla tatmin olan gençlik, dejenere olmuş ilişkiler yaratan bir sanal iletişim çılgınlığı ya da yabancılaşmanın, bireyselleşmenin bize dayattığı sanal mutluluk ve paylaşımlar. Bunlar gibi pek çok şey yer alabilir tabi konuşmada. Peki kadınların su taşımadıkları, bebek bezini elinde yıkamadıkları halde az çocuk yapmalarına ne dersiniz? 

R.T.E. Teknoloji Bağımlılığı Kongresi’nde tam da bu konuya değindi.30-40 yıl önce kadınlar daha zor durumdaymış. Elde çamaşır, bebek bezi yıkanır, su taşınırmış. Ve şimdiki kadınlara bunlar verilmesine rağmen bezler bile işin bitince katla at yapacak kadar pratikken şimdi işi kolay kadınlar 1-2 çocuk yeter diyormuş. Ha bir de bu ülkenin o çocuklara ihtiyacı varmış. 

Konuşmanın neresinden tutsak elimizde kalıyor. Sanki halktan yanaymışçasına, halktanmışçasına bir hava yaratan bu konuşmalar artık daha da ne olduğunu belli etmeye başladı. Ve varsa halktan bir yanı 30-40 yıl önce ilk çöpe atılan bezle kenara attığı kesin. Bugün kadınların hayatı kolaymış! Evet! Hayat çok kolay. Şanslı olup 14-15’inde gelin olmazsan, liseyi üniversiteyi tacize tecavüze uğramadan atlatırsan, elindeki kısıtlı paradan baban para ayırır da seni üniversiteye yollarsa, bir de komşu teyze senin bacaklarının arası hala kapalıyken birini bulur, o da seni beğenir de evlenirse hayat çok kolay. 

Peki ya 14ünde gelin gidip yaşlı kocasının bezini yıkayan kız çocuğu çok mu makbul? Ya da çocuk esirgeme kurumlarında, yurtlarda, sokaklarda meşrulaştırılmış tacizlerle tecavüzlerle şiddete uğramış kadınlar, kendi bedeni hakkında aldığı kararlarla yaşayan kadınlar çok mu suçlu? 

Dereler, denizler satılırken neden bizim evimizde su var diye mahalle başından taşımıyoruz diye bizi suçlayanlar o suları taşırken erkekler de yardım etmeliydi demedi? Kendi karısından bahsederken ‘benim çocuklarımı büyüttü’ diyerek doğurulan çocuğun ona ait olmasını vurgulayan R.T.E. 4 çocuğun bakımını yapan kadını sadece geldiği ideolojinin de ona verdiği ‘kadın ne kadar cefakâr, vefakârdır o kadar değerlidir’ vurgusunu çok iyi yansıtıyor. Büyükşehirde bir yerden bir yere gidişin dahi en az 1 saat olmasına karşın bebek 1 yaşına gelene kadar verilen Süt izninin yalnız 1.5 saat olması da daha fazla cefa çekip kutsallaşalım diye olsa gerek. 50 kadından az çalıştıran iş yerlerinde kreş açma zorunluluğu olmaması da biz kutsallaşalım diye tabi. 

Biz maaşlara zam yap biz çocuk yapalım koca maaşı yetsin demiyoruz. Biz ne R.T.E.’ye ne başkalarına yapacağımız çocuğun hesabını vermiyoruz. Biz suyu beraber taşıyacağımız, çeşmeleri mahalle köşelerinden evlere getirilecekse beraber getireceğimiz günler için mücadele veriyoruz. Bir bebek yapılacaksa elini sallasan işsize çarptığı bir ülkede bir kişinin çıkıp da ülkenin çocuğa ihtiyacı var demesiyle değil, gerçek planlamaların yapıldığı ve planların daha fazla ve daha ucuz işgücüyle %1’in zengin etmek için yapılmadığı bir dünya için yan yanayız.


İKTİDAR KISKACINDAKİ EĞİTİM FAKÜLTELERİ

Türkiye'de öğretmenlerin sorunları her geçen gün artarken, öğretmenler güvencesiz çalışmaya ve yoksulluğa mahkum edilirken, öğretmen adaylarının, yani eğitim fakülteleri öğrencilerinin kaygıları da artıyor. Biliyoruz ki her iktidarın yetiştirme projelerinin olması kaçınılmazdır ve her muktedir kendi vatandaşını özenle, çekirdekten yetiştirmek ister. 

Eğitim fakültelerinin görevlerinin ilköğretim ve ortaöğretim okullarında görevlendirilecek öğretmenleri yetiştirmekle sınırlı olmadığı bellidir. Eğitim fakülteleri, eğitim bilimleri alanının farklı disiplinlerinde bilimsel bilgi üretmekle ve bunların sonucunda toplum ve bireyler yararına eğitim politikalarının oluşturulmasında sorumluluğu en fazla olan kurumlardır. Tam da bu noktada ve bu nedenle, özellikle son zamanlarda çok hızlı artış gösteren bir gericileşme gözlemliyoruz, hatta tarikatların üniversite ayağındaki en kuvvetli örgütlenmeleri bu kurumlardadır. Birçoğumuz, neredeyse, üniversiteye yerleşip yerleşmediğimizi, yurt başvurularımızın sonuçlarını onlardan öğreniyoruz. ‘Bizim yurt olanağımız var, sizin kazandığınız okulda arkadaşlarımız var…’ telefonlarıyla öğrencilere ulaşabiliyorlar. Son yıllarda eğitim fakültelerinde ciddi bir yığılma oluşunu da bu hareketlenmeye bağlayabiliriz. Bugün AKP, yıllardır eğitim alanında üretilen bilimsel bilgileri ısrarla görmezden gelmiş, ülkedeki eğitim sistemini yeniden yapılandırırken eğitim fakülteleri de başta olmak üzere hiçbir kurumun görüşlerine başvurmayı aklından dahi geçirmemiştir. AKP'nin, eğitimi sürüklediği gerici ve piyasacı girdap karşısında, eğitim hakkına sahip çıkan öğretmen adaylarının mücadelelerini yoğunlaştırmaya başladığını söylesek de, Türkiye’de yetmişin üzerinde eğitim fakültesi bulunmasına rağmen, sürece tepki gösterenlerin sayısı ne yazık ki çok sınırlı kalmıştır. Birçok eğitim fakültesinin üniversite içindeki yerleşimden uzak oluşu, dolayısıyla üniversitenin genel havasından da yoksun kalması, cemaat örgütlenmelerinin insanların ailelerinden uzak kaldığı için yardıma muhtaç oluşunu kullanması, çıkarları doğrultusundaki yolda hiç kimseyi hiçbir şeyi tanımayan AKP’nin jet hızıyla aldığı kararlar, sürecin bize ne getireceğini kavrayamadan kendimizi içinde bulmamız da bunları etkileyen sebeplerdir elbette. 

Eğitim fakültelerinde bulunan öğretim üyesi sayısının diğer fakültelerdeki öğretim üyesi sayısından az olması ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının en çok eğitim fakültelerinde olması bir başka sorundur. Geleceğin öğretmenlerini yetiştiren bu kurumlarda uygulanmakta olan programlarda yer alan derslerin niteliksiz olduğu, eğitimin gerektiği şekilde işletilmediği apaçık. Çok fazla öğretmen mezun oluyor, paralelinde bunların çok azı iş buluyor, dershanelerde çok ucuza çalıştırılan öğretmenler için işsiz öğretmenler tehdit unsuru olarak öne sürülüyor. Hal böyle olunca öğretmenin yaşam koşullarının zorluğu giderek artmakta, toplumsal rollerindeki etkinliği ise giderek azalmaktadır. 

Bir ülkenin geleceğini belirleyecek olan biz öğretmenlerin yetiştirildiği eğitim fakültelerinin gündemine dair daha duyarlı olmamız ve bu gündemlerin genel siyasetimizle bağlarını güçlü tutabilen yeni araçlar üretmemiz, hem de bir an önce işe koyulmamız gerekiyor. Açgözlüler nerede duruyor, nerede yolumuza taş koyuyorsa biz de orada karşılarında duracağız. Üniversitenin özneleri olarak ‘gerici, piyasacı eğitime karşı nasıl bir eğitim’ istediğimizin bilincine varıp, kendi sözümüzü söylemenin vaktidir.


GELDİLER…

Her yerden geldiler, farklı yaştaydılar; liselisi de vardı üniversitelisi de hatta üniversiteyi, liseyi çoktan geçmiş hayatın kendisiyle cebelleşeni de. Kimi okuyordu, kimi milyonlarcası gibi işçiydi, kimi yine milyonlarcası gibi işsiz… Gözleri, elleri, saçları ve dilleri farklıydı; Kimi Kürt, Kimi Türk, Kimi Laz, Çerkez, Arap’tı. Ama kelimeler farklı olsa da anlamlar aynıydı. Yaş farklı olsa da hedefler aynıydı. Görünüşleri, yaşayışları farklı olsa da kalpleri hep aynıydı. Dillerindeki slogan tekti; ‘geldik’ diyorlardı ‘geldik’. Bu ülke kiminmiş göstermeye geldik, gelecek kiminmiş göstermeye geldik ve özgürlük mücadelesinin hakkını layıkıyla vermeye geldik. Biz geldik. Ülkemize, geleceğimize, özgürlüğümüze sahip çıkmaya geldik. Gelecek biziz madem değiştirmeye geldik. 


Evet, 25 Mart sabahı Ankara’ya her yerden gelmişlerdi. Yüzlerce genç, yüzlerce devrimci genç… Gençliğin kendi kaderini tayin hakkına sahip çıkmak için gelmişlerdi. Salon tıklım tıklım doluydu. Bir sürü insan ayakta bazıları dışarıdaydı. Ve başladılar konuşmaya, anlatmaya ve tartışmaya… Üniversite sorunları, lise sorunları, çevre sorunları, emperyalizm, kapitalizmin krizi, kadınlar, Kürt sorunu… Her şeye dair sözleri vardı. AKP’ye de en doğru şekilde cevap veriyorlardı, onları destekleyenlere de. Cemaatin örümcek ağlarına para basan dev dershanelerine karşı dayanışma ağları diyorlardı, ücretsiz dayanışma dershaneleri diyorlardı. Paranın saltanatı değil emekçi halkın çocukları kazanacak diyorlardı. Yıllardır söylemişlerdi ve söylemeye devam ediyorlardı. Ama söylemek yetmezdi. Usta ne demişti; ‘’Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz!’’. Onlarda teorisini yaptıktan sonra bu işin pratiğini de elbette yıllardır ortaya koyuyorlardı. AKP’ye ferman yazarken yaptıkları gibi, IMF başkanının suratına ayakkabı attıkları gibi, Tekel direnişinde en ön safta oldukları gibi şimdi de ülkelerine sahip çıkarak yapıyorlardı. 

Gençlik Muhalefeti düzenlemiş olduğu Gençlik Kongresi ile geniş gençlik kesimlerinin ihtiyaçlarını, sorunlarını ve bunlara karşı mücadele yollarını ortaya konmuş oldu. Birçok başlık altında yazıların sunulduğu ve tartışıldığı kongrede gençlik açısından en önemli sorunların yine güvencesizlik ve geleceksizlik olduğu vurgulandı. Öte yandan bugün ABD tarafından ülkemize dayatılan ve AKP-Cemaat koalisyonu tarafından hevesle kabul edilen emperyalizmin piyonluğu rolüne karşı, 68’de ABD büyük elçisi Vietnam Kasabı Kommer’ in arabasını ters çevirip yakanların izlediği yolu takip eden, bugün onların çağrısına kulak vererek antiemperyalist bir mücadele hattının izlenmesi gerekliliğinin altı çizildi. Gençlik Muhalefeti Ankara’da yaptığı Gençlik Kongresi ile, tarihsel devamlılığı içinde DEV-GENÇ’ ten aldığı gençliğin öz örgütlülüğünü inşa etme görevi yolunda bir adım daha attı.Gençliğin militan-demokratik ve merkezi örgütünü yaratma noktasında önemli bir dönemeci oluşturan gençlik kongresi Gençlik Muhalefeti için ne bir son ne bir başlangıç anlamına geliyor. Bundan önce yaptığı gibi bundan sonrada mücadelesine devam edecek Muhalefet. Gençliğin üniversite ve liselerdeki söz ve karar hakkı meclislerini kurarken, yoksul mahallelerde dayanışmayı örecek. Kültür-sanat alanındaki erozyona dair sözünü ve pratiğini oluştururken, sağlık hakkı için mücadelede edecek. Ve BirGün gazetesi yazarı Melih Pekdemir’in dediği gibi AKP-Cemaat koalisyonu bu kadar azgınca saldırırken, her gün onlarca insan tutuklanırken ve her gün sayısız işçi ölürken, zevkli ve zor mücadele günleri bizi bekliyor.


SURİYE VE YAŞANAN ORTA OYUNU

Tunus, Mısır, Libya derken ‘Arap Baharı’ şimdi de Suriye’de. Tunus’u ilk etapta niteliği nedeniyle bu bahar dışında saysak da doğurduğu sonuç itibariyle onun da diğerlerinden farkı kalmadı. Tunus ve Mısır’da halkın neo-liberal sömürü politikalarına isyanı ve bu noktadaki mücadelesi bir iktidar değişikliğine neden olsa da, köklü bir rejim değişikliği söz konu değil. İktidar Amerikancı diktatörlerin elinden alınıp, Amerikancı siyasal İslamcılara verildi. Ve özgürlük yanlısı batıda bunu canı yürekten destekledi. Bu perspektifle yaşananların devrim olduğunu öne sürmek imkânsız. Libya’da ise ortaya çıkan durum biraz daha farklı oldu. Libya’nın aşiretlere bağlı dağınık yapısı iktidar değişikliğini yaratacak bir halk hareketini yaratmaktan uzaktı. Bu nedenle bizzat Emperyalistlerin silahlandırmasıyla bir iç savaş başlatıldı. Kaddafi katliam yaptı, muhalifler katliam yaptı… Yetmedi emperyalistler doğrudan saldırıya müdahil oldular. En sonunda bir insanlık suçu olarak Kaddafi’nin yakalanıp öldürülmesi gerçekleşti. Tabi başlangıç olarak farklı ama sonuç olarak aynılaşan iki örnek var önümüzde. Suriye’de gerçekleşen olayları emperyalistler dünyaya yeni bir halk hareketi gibi yutturmaya çalışıyor. Tabi bunu yaparken de biricik piyonları Türkiye’yi kullanmayı da ihmal etmiyorlar. Fakat şu haliyle Suriye bir Mısır ve ya Tunus’tan çok Libya 2.0 remix gibi. Yaşanılanlar Libya’da kilerle hemen hemen aynı, yine Emperyalistler ve bu kez onların Ortadoğu’daki işbirlikçisi olarak AKP-cemaat koalisyonu tarafından silahlandırılan siyasal İslamcılar ve yaşatılmaya çalışılan iç savaş. Tabi ki Beşar Esad’ı savunmaya kalkmak en amiyane tabiri ile saf dillik olur. Fakat muhaliflerin özgürlük savaşçısı olduklarını söylemek ise tamamıyla avanaklıktır. Üstelik bu anlı şanlı siyasal İslamcı muhaliflerimiz kendi niyetlerini de açık açık ortaya koydu. Yaptıkları açıklamada ‘Suriye’yi Alevilere mezar haline getireceğiz’ dediler. Şimdi özgürlük savaşçısı bunlar mı? 

Tabi bunları anlatırken aslında Suriye’nin neden karıştırılmaya çalışıldığına da bakmak gerekiyor. Bu gün ABD emperyalizminin Orta Doğu’ya dayattığı Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde istediği; AKP gibi Neo-liberal sömürüyü İslam çarşafı altında gizleyerek gerçekleştirebilecek her söylediğini emir telakki edip yerine getirecek siyasal İslamcı iktidarlar kuşağı. Eski diktatörleri hem soğuk savaş öncesi döneme ait bir metottu, hem de yenidünya düzeniyle uyum noktasında zorluk yaşıyordu. Ayrıca bölgenin zengin kaynakları ve özellikle Libya’da bulunan su kaynakları (araştırmalara göre yakın bir gelecekte Orta doğuda ülkeler petrol için değil, su için savaşmaya başlayacaklar) büyük bir gelir kapısı olarak göze de çarpıyor. Bu bölgede ABD dikensiz gül bahçesi arzuluyor ve bunun içinde ‘Arap Baharı’ adı altında dönüşüme başladı. Suriye’ de bölgedeki diken konumunda. Ama dikenliği tek başına elde etmiyor tabi ki. Bu noktada İran, Lübnan’da ki Hizbullah ve Irak’ta ki Şii silahlı gücü devreye giriyor. Suriye’de Beşar Esad’ın düşmesi İran’ı kıstırmak anlamıyla da önemli. Bu nedenlerden ABD Suriye’de ki meseleyi ha bire kanırtıyor. Bunun yanında ‘Arap Baharı’ sonrası iktidara gelen siyasal İslamcılardaki AKP VE Tayip Erdoğan sevgisi de Türkiye’nin bir müdahalede mızrak ucu olmasını gerektiriyor. Aslında bu sevginin kendisi de yine ABD kaynaklı görünüyor. Nitekim ABD yetkilileri Ortadoğu için Ilımlı İslamcı-‘demokratik’ Türkiye’yi rol model olarak sunuyorlar. Durum böyle olunca bizimkiler kendini dünya gücü oluyoruz diye gaza getirirken, aslında ABD’nin sopasının ucundan başka bir şey olamıyorlar. Tabi burada Türkiye halkları olarak bize düşen görev ise Suriye’ ye emperyalist bir müdahaleye ve Türkiye’nin Bu müdahalede başrol oynamasına karşı mücadele etmek.


Bİ HABER 8. SAYI MERHABA

8. sayımızla yeniden karşınızdayız. Kadın arkadaşlarımızın çıkarttığı 7. sayıdan bu zamana geçen sayılı günde bir çok olay gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam ediyor. Newroz hikayesini bilmeyenler için, Newroz şöyle bir hikayedir; Zalim Dehak ölümcül yaralara sahiptir, bu yaraların acısını dindirmesi için her gün iki gencin beynini yaralarına sürmesi gerekmektedir. Aslından bu günden baktığımızda, lime lime dökülen paramparça bu sistem ve onun taşeronu AKP’de aynı zalim Dehak’a benzemektedir. Aydınlarını yakan, Newroz’u kutlamak isteyen halka bombalar yağdıran ve sistemin yaralarını kapatmak için sürekli işçileri ölüme terk eden zalimdir AKP. Yinede bu karanlık olaylara rağmen iyi haberlerde var. Ankara’da 25 martta gençlik kongresi toplanıyor. Buna değinen bir yazımız mevcut sayfalarımız arasında. Yine Newroz’a değindiğimiz bir yazı ve Aliağa’daki çevre mücadelesini selamladığımız bir yazımızda var. Sözlerimizi bitirirken önemli bir konuya değinmek istiyoruz. Sivas Katliamı davası AKP tarafından zamanaşımına uğratılarak düşürüldü. Sözümüz yakanlara, onları koruyanlara ve adaleti işletmeyenlere zaman aşılır bir gün ve hesap sorulur. İyi okumalar…



NEWROZ PİROZ BE!

Yeni gün anlamına gelen Newroz bir çok Doğu halkının bayramıdır.Fakat diğer halklar için sadece baharın gelişi gibi bir anlam içerirken,Kürt halkı için bundan çok daha fazla ve siyasi bir anlam taşır. 

Zalim Kral Dehak'a karşı Demirci Kawa'nın önderliğindeki başkaldırının tarihidir aynı zamanda Newroz. Hikayeye göre çok eski zamanlarda, henüz yeryüzünde kimsenin olmadığı dönemlerde Zervan isimli tanrının iki oğlu olur. Biri Hürmüz’dür, bereket ve ışık saçandır. Diğeri ise Ehriman’dır, kötülük ve kıtlık saçandır. Hürmüz yeryüzünde temsilini yapması için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğine sevgi akıtır. Zerdüşt de oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e verir Ehriman bu durumu kıskanır ve yıllarca iyilerle savaşır. İyilere, Zerdüşt"ün soyuna Med coğrafyasında yaşamı zehir eder. 

Ehriman gökten ateşler yağdırır, fırtınalar koparır. Sonunda içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak Asur ve Med halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim Dehak halkın kanını emerken beynindeki zehir onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranıyor, hastalığına çare bulamıyordu. Dönemin hekimleri acılarının dinmesi ve yarasının kapanması için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini tavsiye ederler. Böylece günlerce süren bir katliam başlar; her gün iki gencin kafası uçurulup beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Katliam sürerken, sıra Med halkının çocuklarına gelir. Gençler öldükçe Fırat"ın, Dicle"nin, Mezrabotan’ın hali perişan ve içler acısıdır. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra bir gün Kawa adında bir demircinin en küçük oğluna gelmiştir. Daha önce de 17 oğlu bu uğurda öldürülen Kawa çaresizdir. 20 Mart’ı –21 Mart’a bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden kurtarmak için çareler düşünür. Ve göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi, Ninowa’nın yoksul, yüreği sevgi ve umutla dolu olan demircisi Kawa’nın bileğine güç, aklına ışık verir. 21 Mart sabahı olduğunda Kawa kendi eliyle oğlunu Dehak’ın eline teslim etmek ister , zulmün ve kötülüğün kalesine girer. Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken örsünü Dehak’ın kafasına indirir. Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın önüne düşünce kötülüğün alevi Ninowa’da söner. Kısa sürede bütün Ninowa ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya yürürler. Ninowa cayır cayır yanarken meşaleler elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce devam eder. 

Her yıl olduğu gibi bu yıl da tartışmaların gölgesinde giriyoruz Newroz’a.Sistemin taşeronluğunu yapan AKP faşizmi, tüm hızıyla devam edip Uludere katliamını örtbas etmeye, Sivas katliamını unutturmaya çalışırken yasakçı zihniyetine Newroz ile devam edip, Newroz’un pazar günü kutlanma talebini reddetti.Gerçi bu halk düşmanı,yasakçı zihniyet bizi çok şaşırtmadı.Ne de olsa Kürt sorununa çözümü hala askeri operasyonlarda arayan,şiddeti öngören,'KCK' adı altında binlerce Kürt siyasetçiyi cezaevine koyan AKP faşizmini çok evvelden tanıyorduk biz.
Ama sadece AKP faşizmini değil Newroz’u kendi bedenleriyle kutlayan Mazlumları, Rahşanları da tanıyoruz biz ve biliyoruz ki her türlü yasaklamalara rağmen bu Newroz’da da o ateş etrafında binlerce insan özgürlük ve barış türkülerini dillendirecek,halaylar çekecektir. 

Ve hayal ettiğimiz halkların kardeşçe yaşadığı ,her dilden türkülerin beraber söylendiği yarınlar için yükselecektir Newroz ateşi. Çünkü bir arada yaşamın diğer adıdır Newroz. 

Newroz Piroz Be!...


UNUTULUP GİDER Mİ SANIYORSUNUZ?

‘Öyle mi sanıyorsunuz? Unutulup gider mi sanıyorsunuz? Göreceksiniz! Kimsesiz sandığınız insanların arkasındaki on binleri göreceksiniz. Şimdi kendinizi alkışlattığınız okullarda, marifetlerinizin "işte 12 Eylül, İşte Faşizm" diye okutulduğunu da, göreceksiniz!’ diyordu 12 eylül yargılamalarının1 numaralı sanığı. Sanık sandalyesinden kendini yargılamaya çalışanları yargılıyordu. Bu sözlerde hem ONları savunuyor, hem 12 eylülü yargılıyordu. 


Unutmamızı istiyorlardı. İsyanı unutmalıydık, düşünmeyi, dayanışmayı ve hatta uğruna canını verecek kadar sadık arkadaş olmayı… Olmadı başaramadılar unutturamadılar. Her gün bilincimizde yenilenen ve gelişen isyanı, düşünceleri yok edemediler. Dahası her gün bilincimizde direnen ONları yok edemediler. Oysa ne çok istediler başarmayı,bizim itaatkar olmamızı, milliyetçi ve dindar olmamızı… Hala da deniyorlar, dindar nesil falan filan… Ama olmuyor, her baharda ONlar yeniden çiçek açıyor. Onlar öldüler belki, ama yaktıkları ateş hala yanıyor. Umut kırk yıldır dimdik ayakta ve direniyor, her gün büyüyor, güçleniyor. Ve nice Mahirler, Sabolar, Ömerler dünyaya geliyor, büyüyor ve mücadele ediyor. 40 yıl önce ONları bir köy evinde Kızıldere’de kıstırdıklarında ne çok sevinmişti egemenler. Yok edeceklerdi, öldüreceklerdi onları ve bu iş burada bitecekti. Bir daha isimleri dahi anılmayacaktı, duyulmayacaktı. Ama gördüler olmadı. Birkaç yıl sonra Devrimci Gençler yine ayaktaydı. Yine köylerde, mahallelerde, üniversite ve liselerde halkla omuz omuzaydı. 12 Eylül kara bir kış gibi çökerken ülkeye, yine gülüyorlardı. Oldu, bu sefer oldu diyorlardı. Ama bu günün Devrimci Gençleri yine gösterdiler. Bir çiçeği öldürebilirsiniz ama baharı asla demekteler ve isyanları, umutları ile baharı büyütmekteler… 

Bundan tam kırk yıl önce Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru ve Ertuğrul Kürkçü Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Yanlarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için rehin aldıkları iki İngiliz radar teknisyeni bulunuyordu. ONlar her şeyi göze almışlardı. Ya idamları durduracaklardı, ya bu uğurda arkadaşları için canlarını seve seve vereceklerdi. Ama kuşatanların müzakere gibi bir amacı yoktu. Tanklarla, toplarla ve makineli tüfeklerle çevirmişlerdi o kerpiç evin etrafını. Ateşe başladılar, ilk mahir düştü sonra birer birer diğerleri. Direniş ateşi kesildikten sonra eve girdiler yaralılar vardı, hepsini baştan aşağı tekrar taradılar. Yaralı olanları dahi orda öldürdüler. Yaşamalarını istemiyorlardı çünkü ONların. Bu katliamdan şans eseri bir tek Ertuğrul Kürkçü kurtuldu. Geri kalanlar yani ONLAR Kızıldere’nin kan çiçekleri oldu. Direnişin, umudun ve yoldaşın simgesi oldular. Yarından bu güne miras oldular. Kırk yıl öteden ONlara sesleniyoruz yine; 


Sizler özgürlüğün, en doyumsuz tohumları gibi düştünüz toprağa… 

Bire bin verdi başaklarınız. 
Kaldırın yattığınız yerden başlarınızı! 
Bakın, bıraktığınız yoldan yürüyor yoldaşlarınız…