29 Ağustos 2012 Çarşamba

YÜRÜ BE İDRİS - ORÇUN MASATÇI

Efendim ben ilkokul 3. sınıfı İstanbul'da okudum. O dönem herkese
ezberletirlerdi adresi, çocuk kaybolduğunda birine söylesin de
götüreversin eve diye. Demek henüz organ mafyası yokmuş, çocuk
tacizcileri de gardiyanlık sınavında filanmış herhalde. Her neyse Faik
Reşit Unat ilkokulunda okudum ben. Kadıköy-Feneryolu, Ebru sokakta
oturuyordum. Alem bir apartmanımız vardı. Üst komşumuzun bir çocuğu
vardı ki, tam evlere şenlik, adı: İdris. Aman karışıklık olmasın başka
bir İdris'le alakası yok zaten yaşım da akranı olmaya yetmez. O zaman
mahalleli çocukların en sevdiği çağrı biçimiydi "İdris pabucu yarım /
çık dışarıya oynayalım". Bir gün bu İdris'in evine Ankara'dan
tanıdıkları geldi. Böyle kocaman gözlüklü bir çocuk, adı: Melih. "Gel
Melih oynayalım", yok oynamaz. "Gel Melih mahallenin en iyi takımı
bizde kaleye geç". Yok oynamaz. Biz böyle ısrar ederken ne dese
beğenirsiniz "Ben o takıma başkan olayım". "Yahu etme, eyleme, bizim
takım alt tarafı sokak takımı, n'apacaksın başkan olup?" Tutturdu ya
bir kere, biz de kurtulalım diye "Ol" dedik. Öyle uzun hikaye ki,
başka bir yazının konusu. Ben o sırada ebru kursuna gidiyorum annemin
zoruyla. Resim yaparken, oyun hamurlarıyla da bibloya benzer şeyler
yapıyorum. Onların biblo olduğunu bir tek ben biliyorum tabi. Bir gün
bu Melih gördü benim canım biblolarımı, tutup yere fırlatmaz mı "Ucube
bunlar!" diye bağırmaz mı.. "Yahu" dedim, "Sen nereden duydun bu
kelimeyi, biz daha çocuğuz, o ne demek öyle?" "Aşağı sokakta Recep
Abim var, ondan öğrendim" dedi. Biz de "Atma Recep, din kardeşiyiz"
diye espri yapınca iyice delirip bu sefer "Tükürürüm lan ben böyle
bibloya da, sanata da, sana da" derken ağzının ortasına Ankaraca
'gömçürtmek' ifadesiyle anılan hamleyi yapmak kaydıyla, İdris'e
veryansına başladım "Bak İdris, bu adamı daha da getirme yanımıza
olmaz böyle şeyler bu mahallede" filan derken biz okula geldik. Türkçe
dersindeyiz. Konumuz kompozisyon. Hoca dedi ki, "Yazın bakalım
aklınızdan geçenleri". Tam biz yazarken, nasıl pis bir koku sınıfta,
nasıl pis bir koku. Sanki lağım patladı. Hoca İdris'in kızarmış yüzüne
bakarak "Ayıp değil mi ki oğlum, açın pencereleri" derken İdris bir
anda bağırıp sınıfı velveleye vermesin mi: "Doğal valla, ne var alla
allah. Yüzde yüz doğal bir gaz bu!" Gülsek mi, ağlasak mı bilemeden
teneffüs zili çaldı. Çıktık. "Sen ne yazdın" dedi bana İdris.
"Özgürlüğü" dedim. "O paçavraları ağzına tıkarım senin" dedi... Ne olmuş
olabilir siz düşünün hele.. Bu arada okuduysan sevgili komşum İdris,
hala bağırıyor bizim mahallenin çocukları "İdris pabucu yarım / çık
dışarıya oynayalım!"

Hadi be İdris, yürü be...

***

Çok iyi buldum, güldüm. En az, bi' Aziz Nesin estetiği.. Bir oyuna
eklemlenebilir veya başlı başına bir sokak oyunu olarak da
düşünülebilir, adapte edilebilir bu yazı bence.

Negatif eleştiri şu olabilir, o konuya değinmek ve oradan finale geçiş
yapmak yine çok iyi fikir ama şu anki haliyle "ne yazdın" dedin bana
İdris. "Özgürlüğü" dedim. "O paçavraları ağzına tıkarım senin" dedi..."
kısmı biraz sonradan bu yazının sonuna eklenmiş gibi, doğal edebi
akıcılığı o kısım biraz bozuyor şu anki haliyle sanki. Yani felsefi
olarak iyi, estetik olarak o kısım tam olmamış bir tat bırakıyor
sanki: Öneri ise şöyle olabilir:

"... "Özgürlüğü" dedim. İdris garip çocuktu, 'özgürlük' deyince ondan
ne anlıyorsa artık, "O paçavraları ağzına tıkarım senin!" dedi...
Sonrasında ne olmuş olabilir, siz düşünün hele.."

gibi olursa, sanki o araya eklenen cümle edebi akıcılığı bozan eksik
halkayı tamamlıyormuş gibi geliyor bana. 1 cümleyle bir 'sebep' de
koymak lazım sanki oraya. Faşizmi masumlaştırmadan falan.


BirGün



ROBERT FİSK: 'DEREYA KATLİAMI MUHALİFLERCE GERÇEKLEŞTİRİLDİ'

Ünlü gazeteci Robert Fisk, Deraya kentine giren ilk gazetecilerden biri oldu. Deraya'da gördüklerini kaleme alan Fisk'in yazısında, katliamın muhalifler tarafından işlendiği ve sivil halkın hedef alındığı iddia ediliyor.

The Independent gazetesiden Robert Fisk, onlarca insanın hayatını kaybettiği Deraya'ya giren ilk gazetecilerden biri oldu. Fisk, Deraya'da gördüklerini ve izlenimlerini aktardığı makalesinde, katliamın sorumlularının Suriyeli muhalifler olduğunu iddia etti. Fisk'in ileri sürdüğüne göre, katliamın öncesinde Suriye ordusu ile muhalifler arasında bir esir değiş tokuşu için görüşmeler yapılıyordu. Ancak görüşmelerin sonuçsuz kalmasından sonra, muhalifler rehin aldıkları birçok sivili katlederek kente doğru harekete geçen Suriye ordusundan kaçtı. Aralarında postane görevlileri gibi memurların, sivil vatandaşların ve çocukların da olduğu onlarca ölü, muhaliflerin katliamının kurbanı oldular.

Deraya'nın katliamdan sonra bir hayalet şehre döndüğünü belirten Fisk, görgü tanıklarının ölümden, tecavüzden, yabancı teröristlerden ve keskin nişancılarca avlanmış kurbanlardan söz ettiğini söylüyor.

"Konuşabildiğimiz ve dört gün önce Dereya'daki kepazelikte yakınlarını kaybetmiş olan kadın ve erkekler, dünyanın her yerinde tekrarlanan sözlerden bambaşka bir hikaye anlatıyorlar. Anlatılanlara göre, Suriye ordusu ile silahlı rejim karşıtları arasında esir değiş tokuşuna dair bir görüşme sürüyordu. Ancak ardından Esad'a bağlı ordu birlikleri, kasabayı tekrar kontrol altına almak için harekete geçti."

Fisk, esir değiş tokuşu ile ilgili herhangi bir resmi açıklama olmasa da, Suriye ordusundan bir görevlinin The Independent'a "uzlaşma için tüm olasılıkları yok ettiler" dediğini belirtiyor. Fisk, Deraya'nın dışında her iki tarafın buluşacağı bir görüşmenin planlandığını, ailesi Esad rejimine bağlı esir askerlerin ve sivillerin ordunun elindeki esir muhaliflerle değiş tokuşunun görüşüleceğini iddia ediyor. Görüşmelerin sonuçsuz kalmasıyla birlikte, ordunun, Şam'ın merkezine 6 km uzaklıktaki Deraya'ya doğru harekete geçtiği bildiriliyor. Ordunun harekete geçmesiyle birlikte, Deraya'da bulunan muhaliflerin de kitle katliamına başladıkları ileri sürülüyor.

"Kasabadaki ilk batılı tanık olmak, çarpıcı olduğu kadar tehlikeliydi de. Kadın, erkek ve çocuk cesetleri, çoğunluğunun bulundukları mezarlıktan askerler tarafından taşınıyorlardı. Orduya bağlı birliklerle beraber bir Sünni mezarlığı olan alana girdiğimizde, keskin nişancıların açtığı ateşle karşılaştık, kurşunlar bizim arkasına saklandığımız zırhlı araca isabet ediyordu."

Fisk, görüştüğü bir kadının sözlerini ise şu şekilde aktarıyor:

"Adının Leena olduğunu söyleyen bir kadın, kasabanın içinden arabasıyla geçtiğini ve evinin yakınlarındaki yol üzerinde yatan en az 10 erkek cesedi gördüğünü belirtti ve Suriye ordusunun henüz kasabaya girmediği saatlerde olduğunu da ekleyerek 'geçip gitmeye devam ettik, duracak cesaretimiz yoktu, sadece yoldaki cesetlere bakabildik" dedi."

Fisk'in görüştüğü bir başka tanık ise, öldürülenlerden birinin postacı olduğunu, devlet memuru olduğu için öldürüldüğünü söylüyor.

Cumartesi günü eşi ve 7 aylık bebeğini alarak minibüsle Deraya'nın yakınındaki Senaya kasabasına gitmeye çalışan Halid Yahya Zukari adında bir kamyon şoförü ise, başına gelenleri şu sözlerle ifade ediyor:

"Yolda gidiyorduk, birden üzerimize ateş açıldı. Eşime yere eğilmesini söyledim ama bir kurşun önce bebeğimize isabet edip, ardından da eşime saplandı. Her ikisi de aynı kurşunla öldü. Ateş ağaçların arasından, yeşilliklerin olduğu bölgeden açıldı. Muhtemelen bizi asker taşıyan bir araç sanan silahlı militanlar tarafından saldırıya uğradık."

Fisk, Suriye ordusu birlikleriyle boş sokaklarda dolaştığını ve birçok ailenin muhaliflere karşı evlerini korumak için barikatlar kurduğunu belirtiyor.

Deraya'dan Görüntüler Yayınlandı
Bu arada, Deraya'dan ilk görüntüler de yayınlanmaya başlandı. Dün sosyal paylaşım sitelerine düşen video görüntülerinde, Suriye ordusunun Deraya'ya girdikten sonraki görüntüleri ve Suriye vatandaşlarının görüşleri yer alıyor.

Ordunun girişini büyük bir sevinçle karşıladığı görülen Suriyelilerin, askerlere sarıldıkları ve "bizi bu teröristlerden kurtarın", "buradan hiçbir yere ayrılmayın", "orduya sesleniyorum, bunları bitirin artık" dedikleri görülüyor.

(soL)



ÜNİVERSİTE A.Ş.'LER ÇOĞALIRKEN,''PARASIZEĞİTİM'' Mİ? - ASLI AYDIN

Türkiye'de hızla tepeden tırnağa tüm kamusal hizmetler, yaşadığımız toprak, içtiğimiz su hatta neredeyse soluduğumuz hava piyasanın meta ilişkisine havale edilirken, bugün önümüze serilen göstermelik adımlar sadece "sözde" olmaktan ibaret kalıyor, başkanlık sistemi tartışmaları ile yaklaşan seçimler öncesi yüksek dozda popülizm ve pragmatizm kokuyor.

Nitekim bugün AKP siyasetine veya ideolojisine yabancı kalmış birinin bile kolayca yakalayabileceği bu denklemin matematiğini çözmek hiç de zor olmasa gerek. 

AKP'nin bugünkü politikalarını bir bütünlük altında, temsil ettiği ideolojik eksende inceleyecek olursak, bugünkü "parasız eğitim" hamlesi ile kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediği açıkça görülmektedir. AKP'nin eğitimde 4+4+4 dönüşümü ile piyasacı ve gerici bir sistemi hedeflemesini ve ülkede milyonlarca çocuğun bilimsel, parasız eğitim hakkına önceden ipotek koymasını bir yana bırakır ve bugün yüksek öğretim kurumlarındaki özel/vakıf üniversitelerine doğru var olan dönüşüme bakarsak muazzam bir “sektör” zaten karşımızda duruyor. Türkiye'deki vakıf üniversitelerinin hızlı yükselişi ve giderek devlet üniversitelerinin yerini alması zaten sistemin başlı başına piyasalaşmasından/paralılaşmasından başka bir anlam taşıyor mu? 

AKP’nin piyasanın işleyişine mahkum ettiği eğitim sistemine dair işlettiği eğitim politikaları, devlet üniversitelerindeki “eğitime yatırım” faaliyetlerini adeta durduruyor, vakıf üniversitelerinin tercih sebebi olması yönünde devlet üniversitelerini oldukça geri planda bırakıyor. Hal böyle olunca, çocuklarının geleceği için tek seçeneği para harcamaktan geçen veliler, borçlanarak veya bütçelerinde büyük bir bölümü eğitime ayırarak çocuklarını daha “garanti” atında olacakları vakıf üniversitelerine göndermeyi tercih ediyorlar. 
Vakıf üniversitelerine yönelim bu kadar artınca, elbette “serbest piyasa” mekanizması gayet iyi işliyor, yıllık okul ücretlerinde yüzde 30’lara varan zamlar yapılıyor. Yıllık ücretleri 15-25 bin arası değişen vakıf üniversitelerine sadece yüksek gelir grubu değil, orta sınıf ücretli kesim de yöneliyor. Çünkü bugün mevcut sınav sisteminin eleme koşullarında kıyıdaki köşedeki tüm parası ile çocuğunu bir üniversitede okutabilmenin yollarını arayanlar, mevcut politikalarla geleceksizliğe mahkum edilmiş çocuklarına “parayla” çıkış kapısı arıyorlar. Bankaların Eylül ayı ile beraber bol bol TV’lerden, reklam panolarından eğitim kredilerini pazarlamaları boşuna değil, işin içinde devasa bir sektör var. 

Bu devasa sektör sermayeyi ve elbette temsil ettiği siyasi iktidar çevresini bir yandan beslerken, bir yandan da mevcut politikalar bu sektörü besliyor. Örneğin bugün sadece İstanbul’da 9 devlet üniversitesi var, vakıf üniversitelerinin sayısı ise 33! 1992'den günümüze vakıf üniversitelerinin sayısı 33 kat artmış. Bu artış binlerce öğrencinin, öğretim görevlilerinin ve personelin yer aldığı, işleyen bir endüstrisinin oluşmasını sağlamış, yüksek öğretimde devlet üniversitelerinin alternatifi olarak başta sahneye çıkan vakıf üniversiteleri oldukça güçlü bir konuma taşınmış. 

Türkiye bugün dünya nüfus büyüklüğünde 18. sırada yer almakta olup, yaklaşık 75 milyona yaklaşan nüfusunun içinde 12 milyon genç nüfusa sahip. Türkiye’de genç işsizlik oranı ise yine yaklaşık yüzde 16. Bu yüzde 16’nın içinde şüphesiz büyük bir çoğunluk üniversiteye giriş sınavını kazanamamış/elenmişlerden veya kazanıp mali yetersizlikten dolayı gidememişlerden oluşmakta. Ayrıca bu işsiz gençlerin arasında üniversite mezunu olup da “mesleki yetersizliklere” sahip, yani bugün sermaye kesiminin yabancı dil, bilgisayar becerisi vb. taleplerine cevap verememiş gençlerin de büyük bir yer kapladığı bilinmekte. Bugün vakıf üniversitelerinin büyük bir kısmı, şirket sahiplerinden veya holding patronlarından oluşuyor. İşsizlik tehdidini sürekli sırtlarında hisseden gençler için “iş garantisi” kampanyalarını sunan bu “patron okulları”, eğitimin “bilimsel” olan kimliğini dışlayarak ve sadece “mesleki” kısmı ile ilgilenerek “gelecek garantisi” vaat ediyorlar. Kısaca kendi şirketlerine, kendi biçim verdikleri işçileri yetiştiriyorlar. 

Dahası, vakıf üniversitelerini bugün tercih sebebi yapan koşulla arasında “nitelikli öğretim kadrolarının” yaratılması ve devlet okullarına karşı bu yönde üstünlük kazandırılması da göz önünde bulundurulmalıdır. Akademisyenler ve öğretim görevlilerine daha uygun ücret ödenmesi, güncel teknolojik gelişmelerin daha hızlı adaptasyonu, eğitim teknolojilerindeki manevraları, kendi öğretim üyesi yetiştirme programını oluşturabilmesi ve akademik özerklik fırsatı, öğretim üyelerinin de yüzlerini “daha iyi yaşam koşulları sunan” vakıf üniversitelerine dönmelerine zemin oluşturuyor. Elbette onlara paralı eğitim merkezlerini, ticarethaneye dönüştürülen üniversiteleri işaret eden el, bugün devlet okullarına yatırım yapmayan, hantal, atıl ve talebe göre çok yetersiz bırakan siyasi iktidara ait “görünen” el. 

Son yıllarda üniversitelerin siyasi iktidar ve sermaye lehine yaşadığı dönüşümün vakıf üniversitelerini, “garantili” bir geleceğin vaat edildiği birer “fırsat mekanları” haline getirmesinin ardında böylesi bir hikaye varken, “parasız eğitim” hikayesi bugün hangi gerçeğe paralel düşüyor? Çoğunlukla A.Ş. haline getirilmiş olan üniversiteleri piyasanın merkezine iterken, barınma, ulaşım gibi “mali” sorunları büyütüp öğrencilerin üzerine yüklerken, uzun yıllardır gençliğin sürdürdüğü “parasız eğitim talebi” üzerinden prim yapmaya çalışmak fazlaca “sakil” kalmıyor mu?

28 Ağustos 2012 Salı

''KARŞIDA KÜRT EVLERİ, EMMİOĞLU...'' - MELİH PEKDEMİR

Televizyon haberlerinde yine her cenahın güç gösterisi vardı. Haberlerin ardından Nuray şöyle dedi: “Güç, gösterilen değil hissettirilen şeydir.” Bir an yüzüme baktı ve “farkında mısın?” diye sordu, “bir zamanlar ‘karşıda Kürt evleri, emmioğlu’ diye bir türkü vardı, hayatımızdan sessizce çıkıp gitti!”

Böylece bu haftanın konusunu kucağıma bırakmış olarak bilgisayarının başına döndü.

***

Aklından geçenleri okumaya çalıştım, muhtemelen şunları düşünüyordu: Güç, gösterilen değil hissettirilen şeydir. İnsan korktuğuna karşı önlem alır. Ama ürktüğü karşısında çaresizdir. Çünkü görmediğin ama sadece hissettiğin şeyden ürkersin. Şimdi ürkek bir hissiyat var ortalıkta… Sanki beklenmedik yerde beklenmedik anda “bir şeyin” olması (mesela bir bombanın patlaması, bir linç olayının yaşanması) bekleniyor. Bekleniyor! Fısıltı gazetesiyle yayılıyor bu ürkeklik. Herkes tedirgin.

***

Şimdiki gençler ancak youtube’dan filan dinleyebilir, ama ne güzel türküydü o, 1970 yılında Cem Karaca bangır bangır söylerdi. “Karşıda Kürt evleri/ Ah leylim vah leylim emmioğlu…”

Sözleriyse adeta “geleceğe dönüş” etkisinde, yani 1970’teyken bile 40 yıl sonrasını hissedebilirdiniz.

***

Siyaset biliminin ve hatta sosyolojinin kendini tekrarladığı yerde, sosyal psikoloji pat diye devreye giriveriyor, kendi argümanlarını dayatıyor:

Kürtler artık korkmuyor, korku eşiğini aştılar gibi… Köşeye kıstırılmış ve ha bire dövülen ve korkutulan bir kedi yavrusu bile aniden kaplan’a dönüşür ve can havliyle tepki gösterir ya, işte öyle…

Türkler ise ürkmeye başladılar; tedirgin, endişeli bir bekleyiş içindeler. Tepkileri uç noktalarda… Ya suskunluk ya patlama… Bazen de fırtına öncesi sessizlikteymişler gibi…

Elle tutulamayan ama hissedilen bir sessizlik. Dolayısıyla, hissettirilen bu ürkekliğin kendisi de ürkütücü. Çocuklar artık büyük AVM’lere gönderilmiyor. Ya “bir şey” olursa? Yakın zamana dek her “şehit haberi” ardından birçok evin balkonuna Türk bayrağı asılırdı. Dikkat ediyorum, uzun süredir bayrak sayısı çok azalmış ya da hiç asılmıyor!

Şehirlerdeki Kürt evleri Türk evlerinin şimdi çok mu “karşısında”?

***

Ama 40 yıl önce de Kürt evleri zaten Türk evleriyle iç içe değilmiş ki, yine karşıda dururmuş, öyle… Cem Karaca’nın o türküsü, “Emmioğlu ele benzer emmioğlu…” diye devam ediyordu. Emmioğlu ama, “ele benziyor”, yani yabancıya benziyor!

Bu türkünün bir de Müslüm Gürses tarafından yorumlanmış versiyonu var. 1968 yılında çıkardığı ilk plağına bu türküyü okumuş ve “Emmioğlu da el oğlu,/ Emmioğlu da Kürt oğlu emmioğlu/ Emmioğlu ele benzer emmioğlu” diye “Kürt oğlu”nu bastıra bastıra söylemiş türküsünü…

***

Gelinen noktadaki güç gösterisi, güçler dengesi ve bunun sonucu ortaya çıkan toplumsal haletiruhiye gazete manşetlerine yansıyor. Yurt gazetesi Şemdinli haberini “Ölüm Sessizliği” manşetiyle verdi. Ürkütücü. Hürriyet internetin manşeti şöyleydi: “Gözleri döndü! 48 saatte 3. saldırı…”

TSK görünen güç. Tankı, topu, yüz binlerce askeri, sesten hızlı bombardıman uçakları, füzeleri, yani korkutmak ve imha etmek için gerekli bilumum enstrümanı var. Üstelik NATO ordusu.

Ama Kürtler artık korkmuyor. Gözleri dönmüş!

PKK’nin “görünmeyen” gücü var. Bilinen tanımıyla “gerilla harbi” veriyor. Bu örgüte “terörist” diyenler de var elbette. Ama bu iki farklı adlandırma somut durumu hiç değiştirmiyor ki. Çünkü onun görünmeyen gücü, (her şeyi göze almış olduğundan ötürü) beklenmedik anda, beklenmedik yerde, “her şeyi ama her şeyi yapabileceği” ürküntüsünü de yaratıyor.

Şimdi Türkler ürküyor.

***

Belki de Kürtlerden hep ürkmüşlerdi. 40 yıl öncesinde de Kürt tedirginliği, dolayısıyla sansürü vardı. Nitekim bu türkünün radyoda filan çalan resmi versiyonlarında “karşıda Kürt evleri” yerine “karşıdadır evleri” denilirdi. Ve türküdeki “şu Urfa’nın kızları” (başka versiyonlarında “Diyarbekir kızları”) “kibritsiz kandil yakar”lardı. Ne yakarlardı?

Kandil!

***

Kandil emriyle Foça “eylemini” yapan PKK’liler, ardından Antep “eylemini” de (sivil katliamı!) yaptıysa… Yahut onlar değil başkası yaptıysa? Sonuç (şimdilik) sanki değişecek mi? Türklerin algısında aynı ürkeklik var… “Sonrası gelecek ve fakat ne olacak” ürküntüsü… Dikkat edin, “korku” demiyorum hâlâ “ürküntü” diyorum…

Ama hakikaten PKK yaptıysa… Bu durumda süreç “yine” nereye yönelmiş olur?

Bundan 7 yıl önce, 14 Mayıs 2005 tarihinde Öcalan avukat görüşmesinde PKK’ye şöyle sesleniyordu: “Ne savaşın, ne savaşmayın demiyorum... Gerilla savaşı aktiftir, ülke sathına yayılım demektir.” Bu beyanattan üç gün sonra, Özgür Politika gazetesinin 17 Mayıs günkü manşeti “HEDEF METROPOLLER” şeklindeydi. PKK’ye bağlı HPG’nin askeri komuta üyesi Yusuf Turhallı “operasyonların devamı durumunda savaşı yayacaklarını” ve “Kürt sorununun çözülmemesi halinde metropolleri hedefleyeceklerini” söylemişti.

Yedi yıl önce bu köşede “Sakın ha!” başlığını attıktan sonra şu soruyu sormuştum: Metropollerdeki bombaların pimi çekilince, bugüne dek patlak vermediğine şükrettiğimiz bir Türk-Kürt çatışması, Kürtlerin ve Türklerin iç içe yaşadığı kalabalık kentlerde toplumsal düzeyde gündeme gelmez mi?

Şunu da hatırlatmıştım: 1999 yılındaki duruşmalarda kendisine “bebek katili” diye yöneltilen suçlamalar karşısında Öcalan, bunların “asla tasvip edilmeyecek kitle hedeflenmesi” olduğu şeklinde özeleştiri yapmıştı. (A. Öcalan, Savunma, Mem yay., s. 143, 144). Ama bu tür eylemlerin kendi kontrolü dışında “örgüt içindeki Şemdin Sakık benzeri çeteciler tarafından gerçekleştiğini” de eklemişti. Avukatlarıyla yaptığı o görüşmesinde de, “Ben size savaşmayın demiyorum ama Şemdin tarzı savaş olmaz. Şemdin'in yaptığı kepazelikti” demişti. Peki PKK’liler metropolleri hedef aldıklarını ilan ettiklerinde, bebekleri, masum insanları öldürmeyecek bir bombanın henüz icat edilmediğini, bunun tam da “Şemdin’in yaptığı kepazelik” benzeri bir tarz olduğunu bilmiyor muydu?

Şehirlerdeki sivilleri hedef alan bir sıcak çatışma ortamı doğrudan şekilde Türk-Kürt çatışmasının tetikleyicisi olmaz mıydı? Artık Kürtlerin de yoğun şekilde yaşadığı büyük şehirlerde, yani metropollerde sokak çatışmaları, yeni tür Maraşlar, Çorumlar ve karşı saldırılar gündeme gelmez miydi?

Öcalan da, işte bundan yedi yıl önce, aslında böyle bir gelişme ihtimalinin farkında olduğundan, “operasyonlarla üzerimize gelirlerse, bu yönelimler çoğalırsa seçeneksiz olmadığımızı bilsinler. (...) Mesele güç gösterisi yapma meselesi değildir. Yoksa Irak, Çeçenistan, Bosna-Hersek gibi olurdu” diye herhalde kendince mefhumu muhalifinden bir “hatırlatmada” bulunmaktaydı.

Öte yandan yine o günlerde Kürt milletvekili Orhan Doğan “metropoller hedeftir” diyen PKK’ye canhıraş şekilde seslenerek, “Bir güç seni savaş alanına çekiyor. Girme. Bu savaşma zeminini ortadan kaldır” diye çırpınmaktaydı.

Evet, Antep katliamını ya PKK hakikaten yaptıysa? En azından şunu biliyoruz ki, Orhan Doğan’ın vicdanı bugün mesela BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü’de yaşıyor: “Bu patlamada masum insanların kasıtlı olarak hedef alındığını görüyoruz. Caddenin ortasında araba patlatmak demek sivil halkı hedef almak demektir. Ben bunun Kürtlerin özgürlük davası ile ilişkilendirilemeyeceğini söylemek isterim.”

Peki ama ya PKK yapmadıysa? Nitekim HPG cumartesi günü yayınlanan açıklamasında resmi iddiaları yine yalanladı ve olayın faili olarak ismi açıklanan gerillanın kesinlikle hiçbir Kürdistan şehrine adımını dahi atmadığında ısrar etti.

***

Türkümüz “Diyarbakır şad akar” diye devam ediyordu. “Şad akar” demek, neşe içinde, sevinç içinde demek. 40 yıl öncesinin hâlâ gerçekleşemeyen temennisi... Ve ardından “Urfa Mardin’e bakar” diye tamamlıyordu temennisini. Urfa ve Mardin ise şimdi hemen diplerindeki Suriye’ye bakıyor…

***

Yani? Antep’teki katliamı PKK yapmadıysa, pekâlâ Suriye, İran, ABD (CIA) yapmış olamaz mı? Olur, neden olmasın?

Antep’teki patlama haziran ayında ABD düşünce kuruluşlarında muhtemel bir “senaryo” olarak oynanmış! Senaryoya göre, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi için Antep’te bomba patlatıp koşullar olgunlaştırılıyormuş. “Oyun” kelimesi üzerinde durdu bütün yorumcular. “Türkiye üzerine oyun oynanıyor!” Orta oyunu değil Ortadoğu oyunu! Kan, ölüm, savaş, yıkım, acı, gözyaşı… Ama hiç böyle bir oyun olur mu? Zalimsen olur. Bal gibi olur. Olmasa da olduruyorlar. Öldürüyorlar.

Bir de sosyal psikolojinin senaryosu var:

Kötü senaryo şudur: PKK ya da Ortadoğu siyasetleri marifetiyle ortalık daha fazla karışır, ürkek Türkleri haklı çıkaracak şekilde metropollerde büyük can kayıpları yaşanırsa, alışveriş merkezlerinin, metronun filan havaya uçurulması denli korkunç katliamlarla karşılaşılırsa, bu gelişmeler münferit linç hadiselerini aşan Kürt pogromlarıyla sonuçlanırsa, ya Birleşmiş Milletler müdahale eder, ya da hükümet olağanüstü hal, savaş hali ilan etmek zorunda kalır. Geçmişte Bosna’da şimdi Suriye’de olup biten felaketler tekrarlanır.

İyi senaryo, tek cümleliktir: Bütün bunları öngörebilecek bir basiret, insanlık!

Hem Türk hem Kürt türkülerinde sıkça geçer, ortak bir kelimemizdir “leylim”; sözlüklerde “leylim”in karşılığı olarak “her zaman, sürekli” diye yazar.

Peki o zaman, iki halk birbirine “el” olarak mı kalsın yoksa “emmioğlu” mu desin?

Ah “leylim” vah “leylim” emmioğlu!


BirGün



O BİZİM KAHRAMANIMIZDI, O METİN KURT'TU!

 O Benim İlk Kahramanımdı

O; sahalara çıkan ilk siyahi futbolcu Isabelino Gradin’di...

O; siyah derili olduğundan oynamasına izin verilmediği için yüzünü pirinç tozuyla beyazlaştırıp sahaya çıkan Carlos Alberto’ydu...

O; gol atınca “rakip futbolcular üzülür” diye sevinç gösterisi yapmayan alçak gönüllü Jose Piendinene’ydi...

O; kornerden ilk gölü atan Arjantinli sol açık Cesareo Onzari’ydi...

O; röveşatıyı ilk yapan Şilili kızılderili David Arrellano’ydı...

O; “6 bacak" Leonidas ya da“Çılğın Ayak” Garrincha’ydı...

O; “tango en iyi antremendır” diyen Moreno’ydu...

O; topa sevgilisi gibi davranan Didi’ydi...

O; kısa boyuyla sahanın imparatoru “Napolyon” Kopa’ydı...

O; hiçbir defans oyuncusu tarafından tutulamamış, artık olmayan bir ülkenin, Yugoslavya’nın unutulmaz sol açığı Dragoslav Sekularac’tı...

O; uçak kazasından bile sağ çıkan İngilizler’in, sağanın tüm sol yanını emanet ettiği Bobby Charlton’du...

O; sahaya sigara, içki içip çıkan efsane Yaşin ya da soyunma odasında köpüklü bira içerek ısınan Uwe Seeler’di...

O; 1942’de “kazanırsanız ölürsünüz” tehdidine rağmen sahaya çıkıp Nazileri perişan eden ve kurşuna dizilen Dinamo Kiev’li 11 futbolcudan biriydi...

O; liman işçilerinin grevini destekleyen bir cümleyi sırtına yazmış olduğu için cezalandırılan İngiliz futbolcu Robbie Fowler’di...

O; “Denizler idam edilmesin” diye imza toplayan Metin Oktay’dı...

O; 1994’te futbol sendikası kurmak amacıyla çalışmalara başladıkları için üzerleri çizilen; Maradona, Stoichkov, Bebeto, Gascoigne, Francescoli, Laudrup, Zamarano, Hugo Sanchez’di...

O; futbolun kâr getiren bir sanayi dalına dönüştürülmesine ve futbolcuların sömürülmesine karşı çıkan bir emekçiydi...

O; Metin Kurt’tu!

Benim ilk kahramanımdı...


Soner Yalçın - Odatv.com


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****

“Futbolu Borsada Değil Arsada…” 
Metin Kurt’a Saygı

Cumartesi günü (25 Ağustos2012) ikindi vakti Ataşehir Mimar Sinan Camii avlusunda musalla taşı üzerinde sarı kırmızılı bir tabut vardı. Üzerine hem Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) orak çekiçli bayrağı serilmişti, hem de Galatasaray’ın bayrağı… İkisi de sarı-kırmızı idi. Ama ortaklık bu kadardı. Onun dışında her şey 180 derece açı yapıyordu.

Tabutun içinde boylu boyunca yatan Metin Kurt, Türkiye’de futbol alemi içinde belki de benzeri olmayan tek örneği oluşturuyordu. Hem çok parlak bir futbolcuydu hem de hakkını aramasını genç yaşta öğrenmiş bir sosyalistti. Örgütlü topluma inanıyordu. Bunun için de çaba harcadı… Hem de şöhretli bir futbolcuyken başkaldırdı!

Doğal olarak affedilmedi.

Metin Kurt 1970 yılında PTT’den Galatasaray’a transfer oldu. O yıl sadece Galatasaray’ın değil Türkiye’nin “Taçsız Kralı” Metin Oktay jübilesini yapmış, yeşil sahalara veda etmişti. Bir Metin gitmiş, başka bir Metin gelmişti.

Ziya Adnan’ın son röportajında Metin Kurt’a o dönemin en can alıcı sorusuna açıklık istiyordu:
-Sizden Metin Oktay’ın yerini doldurmanız beklentisi var mıydı?
-Vardı elbette… Ben de elimden geleni yaptım, üç yıl üst üste şampiyon olduk. Takım içinde en fazla gol atan oyuncu olmuştum!

1976 yılında GS Türkiye Kupası maçında Ankaragücü’nü elemişti, takım 10’ar bin lira galibiyet primi alacaktı. Yönetim vermeyince Metin Kurt önde diğerleri arkada tepki gösterdiler. Antrenmana yarım saat geç gideceklerdi.
Büyük kulüplerin böylesi şeylere tahammülleri yoktu. Allah korusun futbola da “anarşi” girebilirdi. Metin Kurt o yıl Kayseri’ye gönderildi.

Eğer profesyonel futbolcuları örgütleyebilseydi ne olurdu? Geçen yıl Amerika Ulusal Basketbol ligi NBA’deki toplu sözleşmede yaşananlar olabilirdi. Sporcular Sendikası NBA gelirlerinin yüzde 55’i talep ediyorlardı, işverenler ise yüzde 50- yüzde 50 olsun diyorlardı.

Metin Kurt standartları yükseltmek istiyordu…

Cezalandırıldı. Tek başına… Bu yüzden “yalnız adam” unvanını aldı. Ölüm haberi gazetelerde yer aldığında pek çok yazı, haber, yorum yayınlandı onun hakkında… Ancak aşağıdaki bilgileri sanıyorum ilk kez okuyacaksınız.
Bana Altan Ertürk yazıp gönderdi. Altan, DİSK Maden-İş’in 1970’lerdeki Genel Sekreteri Mehmet Ertürk’ün oğludur. Metin futbolu bırakmaya karar verdiğinde Ertürk’e gidiyor, jübilesi için ne yapabileceğini soruyor. Ertürk, Macaristan’daki sendikacı arkadaşlarını devreye sokup ünlü bir Macar takımının İstanbul’a gelerek maç yapması sözü alıyor.

Ama o tarihte Metin Kurt o kadar yalnızdır ki, bırakın yıllarca şampiyonluk yaşadığı-yaşattığı Galatasaray’ı, her hangi bir takım (ünlüler takımı da dahil) bulunamıyor. Metin bir kez “aforoz” edilmiştir.

Cumartesi günü Metin Kurt’un cenazesinde hem Fenerbahçeli hem de Beşiktaş formalı taraftarlar da vardı.
Metin Kurt sadece bir futbol efsanesi değil, bir insanlık abidesi olarak yaşamını noktaladı. Öldü kelimesi onun durumunu açıklamaz. Arkasından yazılanlar, söylenenler alt alta geldiğinde tek cümle ortaya çıkıyor:
-Metin Kurt’a saygı!


Nazım Alpman - BirGün



EĞİTİM ŞİMDİ GERÇEKTEN PARASIZ MI OLDU?

AKP, ‘üniversite harçlarının ikinci öğretimler dışında kalktığını’ açıkladı. Medyada bu değişiklik ‘artık eğitim parasız’, ‘harçlar kalktı’ şeklinde sunuldu. İlk söylediğinde gerçekten de kulağa hoş geliyor. Peki, gerçekler öyle mi?

Gerçekleri görmek için hem AKP’nin daha önce ‘kulağa hoş gelen’ mesela ‘artık herkes özel hastanelerde ücretsiz muayene olabilecek’ diye sunduğu politikalara hem de eğitimde ve üniversitelerde yaşanan duruma bakmak yeterli olabilir. 

1) AKP’nin temsil ettiği yeni iktidarın mantığı ‘içerme’ ve ‘pasifleştirme’ üzerine kuruludur. Her meselede karşımıza çıkan bu yaklaşımın üniversitelerde son dönemdeki iki örneğinden birisi ‘YÖK Disiplin Yönetmeliği’, diğeri ise ‘harçların kaldırılması’dır. Her ikisinde de AKP, son dönemde kendisine karşı yükselen öğrenci gençlik muhalefetinin iki temel talebi ile oynamakta, onu ‘içermektedir’.

YÖK Disiplin Yönetmeliği ile birlikte ‘pankart açmak serbest’, ’12 Eylül’ün Disiplin Yönetmeliği Kaldırıldı’ manşetleriyle sunulan içerik, asıl olarak öğrencilerin her tür hareketinin ve muhalefetin sınırlarını çizerek, o sınırlar içerisinde ‘serbestlik’ tanıyan yeni ve ‘gizlenmiş otoriterlikle’ maluldur. Bu yolla öğrencilerin ‘özgürlük ve demokrasi’ talebi de boşa düşürülmektedir. Benzer bir yöntemi harçların kaldırılmasında da görmek mümkündür. Uzun yıllardır öğrenci gençlik tarafından sürdürülen ‘parasız eğitim mücadelesi’ sözde harçların kaldırılması ile ‘karşılanmış’ ve ‘boşa düşürülmüş’ bu şekilde öğrenci hareketinin talepleri içerilerek pasifleştirilmiş olmaktadır. Bu ‘artık eğitim parasız’ yaygarası öncelikle eğitimin ticarileştirilmesini ve her kademesinde paralı hale getirilmesi gerçeğini gizlemekte, paralı eğitimi harçlarla sınırlamaktadır. Oysa eğitim AKP iktidarının özelleştirmeleri ve mali özerklik adı altında üniversiteleri ticarethaneye dönüştürmelerinin sonucu olarak zaten her kademesinde paralı hale gelmiştir, harçlar bu bütünün -artık- küçük bir parçasından başka bir şey değildi. 

2) Eğitimin paralı hale getirilmesinin ilkel döneminin uygulamalarından olan harçlar, devletin eğitimden çekilerek kaynak ayırmaması, herkesin kendi eğitimini finanse etmesi üzerine kuruluydu. Bu anlamda harç gelirleri, üniversitenin kaynağına doğru akmaktaydı. İktidara geldiği günden beri toplumsal alanlarda hak olarak kalan sosyal devlet kalıntılarını da tarumar eden AKP'nin ‘harçları kaldırma’ şovu arkasında üniversitelere nasıl bir kaynak gösterdiği muammadır. Geçmiş pratiklere ve iktidarın sınırsız neoliberal niteliğine bakarak, somut duruma en yakın ihtimalin; eğitim masraflarının çeşitli şekillerde öğrencilere yıkılacağı olduğunu söylemek mümkündür.

Harçların kaldırılmasından doğan kaynak boşluğunu devlet doldurmayacağına göre; barınma, beslenme, ulaşım, sağlık başta olmak üzere pek çok alanda yeni bir zam dalgasının gelmesi sürpriz olmayacaktır. AKP'nin öğrencileri harç ödemekten 'kurtarıp', harç miktarını ya da daha fazlasını ödetmek zorunda bırakacağı yeni mekanizmalar oluşturacağı, bu yolla harç gelirlerine denk bir bütçeyi kuralsız bir piyasacılık içinde ‘tahsilata’ yöneleceği de ilk akla gelenlerden birisidir.

3) Bu anlamda, elbette ve öncelikle harçların kaldırılmasının geçtiğimiz dönemde gelişen öğrenci gençlik muhalefetinin etkisinden –ve elbet yıllardır kesintisiz süren mücadeleden- azade tartışmak mümkün değildir. AKP’ye karşı yalnızca öğrenciler içerisinde değil, halk içerisinde de önemli bir umut kaynağı haline gelen mücadelelerin sonucunda zorunlu bir adım olarak AKP harçların kaldırılmasını gündeme almıştır, yine YÖK Disiplin Yönetmeliği’ndeki değişiklikler de bunun bir sonucudur. Bu durum mücadele edilerek kazanmanın mümkün olduğunu, iktidarların gizleyerek ve kendine mal ederek de olsa bazı adımlar atmak zorunda kaldığını gösteren bir örnektir. O yüzden öğrenci gençlik hareketi harçların kaldırılmasını elbette öncelikle kendi mücadelesinin bir eseridir. 

4) Gerçekten parasız bir eğitim için, eğitim alanındaki ticarileşme karşısında parasız eğitim mücadelesinin harçlarla sınırlandırılması en önemli tuzaklardan birisidir. Çünkü, bugün eğitim barınma-beslenme-ulaşım sorunlarından başlayarak bir ticaret nesnesi haline gelmiştir. Üniversiteler şehirlerin ticari faaliyetinin canlanmasının bir aracı olarak çoğaltılmakta, öğrenciler müşteri olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten parasız bir eğitim ancak öğrencilerin barınma ve beslenme sorunlarından başlayarak, kültürel-sosyal gelişimine kadar tüm ihtiyaçlarının devlet eliyle karşılandığı, herkes için burs olanaklarının sağlandığı bir eğitim anlayışı ile mümkündür. Oysa bugünkü durum bunun tam aksi yönündedir. O yüzden harçların kaldırılması tek başına devede kulaktır.

5) İkinci öğretimlerde harçların kaldırılmamış olması ise AKP’nin bir tür piyasacılığı kademeli olarak uygulamasının bir sonucudur. Bu anlayış, -harçların kaldırılmasının ardından yarın çıkacak çapanoğlu olarak da- eğitimin maliyetinin bireyler tarafından karşılanması ve piyasacılık ile başarı arasında kurulacak bağa ilişkindir. Geçtiğimiz yılda gündeme gelen ancak tepkiler nedeniyle vazgeçilen ‘bireysel harç uygulaması’ her öğrencinin başarı durumu ile ölçülür biçimde kredi satın almasına dayanan yaklaşım, önümüzdeki günlerde gündeme gelecek olan Yeni YÖK tasarısının parçası olarak karşımıza çıkabilir. Böylelikle AKP bir yandan ‘harçları kaldırmış’ olacak, ama aynı zamanda başarılı olamayan öğrencilere de para cezasını keserek bu açığı kapatmış olacaktır. 

6) Parasız eğitim tartışmasının harçlara sıkıştırılmasının gizlediği bir gerçek de kamu üniversitelerinin ‘meslek okullarına’ dönüştürülmesi ve giderek özel üniversitelerin eğitimin temel kurumu haline getirilmesidir. Eğitim sistemi 4+4+4 düzenlenmesi ile birlikte özellikle emekçi yoksul halk çocuklarını 9 yaşından itibaren meslek okullarına yönlendirerek okuldan koparmakta, yaygınlaştırılan –ve meslek lisesileştirilmiş olan- yüksek okul ve üniversitelere yönlendirmektedir. Bu piyasa çarkı içerisinde hem üniversite bilimsel niteliğinden uzaklaştırılmakta hem de sınıfsal ayrışma süreklileştirilerek sabitlenmektedir. Ayrıca son dönemde bütçeden eğitime ayrılan pay giderek düşerken onun yerine özel okullar desteklenmektedir. 

AKP şimdi, yeni ‘YÖK Disiplin Yönetmeliği’ ve ‘Harçların Kaldırılması’ ile hem ‘demokratik’ hem de ‘parasız eğitim’ talebini içererek, içini boşaltmaya yönelmiş, bu şekilde eğitimin piyasalaşmasını ve gelişen otoriterliği de gizlemiş olmayı hesaplamaktadır. AKP aynı zamanda öğrencilerin mücadelesinin sonucundaki zorunlu bir adımı olan bu değişiklikleri kendisi tarafından sunulmuş bir lütuf olarak göstermeye çalışmaktadır. 

Oysa, bu atılan adım öğrencilerin mücadele ederek kazanabileceklerini en zorba iktidarları dahi istemedikleri adımları atmak zorunda bırakacağının bir kanıtıdır. 

O yüzden öğrencilerin şimdi yükselmeye başlayan talepleri AKP’nin bu tuzağının da boşa çıkarılacağını gösteriyor. Öğrenciler ve öğrenci gençlik muhalefeti dün kararın açıklanmasının ardından ikinci öğretimde de harçların kaldırılması ve aynı zamanda paralı eğitimi bütün boyutlarıyla deşifre ederek gerçekten parasız bir eğitim, kamusal ve demokratik bir üniversite için yeni bir mücadeleyi şimdiden başlatmış durumda.


muhalefet.org



BİZ ABDULLAH'A APO, FETULLAH'A FETO DERİZ

BirGün gazetesinden yine anlamlı ve tam zamanında bir röportaj...


Kendisiyle tutuklu gazeteciler için yapılan bir eylemde tanıştığımız, Fethullah Gülen’e ‘Feto’ dediği için hakkında 11 dava açılan Hacı Boğatekin, yüz otuz dava ile bir yerel gazeteciye açılan dava rekorunu elinde bulunduruyor

Adıyaman’ın en küçük ilçesi Gerger’de Fırat gazetesinin her şeyi yani hem muhabiri hem sahibi olan Hacı Boğatekin, esprili olduğu kadar iğneleyici üslûbuyla tutuklu gazeteciler için yapılan eylemde kendisine hayran bırakmıştı. Bizde bir fırsatını yakalayıp onunla uzun uzun konuşmak istedik.

Fırat gazetesinin abonelerini gezmek için geldiği İstanbul’da Adıyamanlı esnafların yoğun yer aldığı Beyazıt’ta bir çay bahçesinde oturup onunla sohbet ettik. Gazeteciliği, hakkında açılan davaları, Türkiye’de muhalefet üzerine konuşmalarıyla 62 yaşındaki üstad gazeteci bizi kendisine hayran bıraktı. Sizi bu sohbetten mahrum bırakmak da olmazdı tabii… Uzun uzun uğraştık, aldığımız kaydı düzenlemek için. Sonunda da sohbeti yönlendirmek için kısa kısa aralara girerek yaptığımız röportajı biraz geç de olsa hazırlamayı başardık. Okuyun, eminiz ki beğenecekseniz. Hatta bir daha okumak istemezseniz gazetenizi bayii iade edip parasını geri isteyebilirsiniz.

- Üniversitede böyle bir soru sormayın derlerdi ama burada da sormadan olmuyor. Abi, seni biraz tanıyalım…
Ben 1950 Gerger doğumluyum. Gerger Adıyaman’ın en küçük ilçesidir. Halen orada yaşıyorum. Evliyim, 12 çocuk babasıyım. 1976’da gazeteciliğe Hürriyet Haber Ajansı’nda yerel muhabir olarak başladım. Halen de Doğan Haber Ajansı’nda bu sıfatım devam ediyor.

- Gazeteciliğe nasıl başladın?
Bizim ilçemiz Adıyaman’ın biraz geri kalmış ilçesidir. Göç yaşanan, dağlık bir ilçedir. Arazisi kıt, imkânları az bir ilçedir. Örneğin, o dönem burada yol yoktur, insanlar hastaneye sırtta taşınırken ölüyordu. Bilhassa her sene 5-10 arasında kadın doğumda ölüyordu. Tabii bu bende biraz haberciliğe karşı ilgi yarattı. Asıl mesleğim arzuhalciliktir. Orada da hep dertli insanlar gelirdi. Bunlarla uğraşırken Hürriyet Haber Ajansı’ndan, bir muhabir aranıyor diye teklif geldi. Oradan başladık işe. Tabii Hürriyet’in o dönem bölgenin en aktif muhabirleri olduk.

- Teklif nasıl geldi?
Bizim Adıyaman’da, Fadıl isimli bir muhabirimiz vardı. O’na teklif gelmiş, birileri de Hacı Boğatekin bu işe meyilli demişler. Geldiler, görüştük; işe başladık. Tabii arzuhalciliğin haber toplama konusunda da etkisi oldu. Adam, kaymakama, savcıya gitmeden bana geliyor. Çok yoğun haber akışımız oldu.

- Daha çok ne tür haberler yapıyordun?
Ben her şeyi haber yapıyordum. Örneğim, bir gün hiç unutmam: 1977’de affedersin eşeğin karnı yırtılmış. Veteriner onu ayakta tedavi etti. ‘Keko isimli eşeğe ameliyat’ diye haber yaptım. 25 TL ödül aldım. O zaman çok büyük paraydı. İzmir muhabiri o kadar aylık alamıyordu.

- Fırat gazetesini kurmaya nasıl karar verdin?
Hürriyet Sedat Simavi’den, Aydın Doğan’a geçince, bunlar da hangi ilçeden fazla reklam alıyorsa ona ağırlık verdi. Bizim haberler de bıçak gibi kesildi. Biz de dolu doluyduk. Bizim insanın çoğu da gurbette, 1980’den sonra tekstil piyasasına girenlerden zengin olanlar oldu. Biz de araştırma yaptık, buna göre abonelik usulüne dayanan Fırat gazetesini 10 Temmuz 1992 yılında kurmaya karar verdik. Gazetenin, sorumlu yazı işleri, sahibi, çalışanı her şeyi benim.

- Finansmanı nasıl sağladınız?
Doğru dürüst haber yazarsan devlet sana ilan vermez. Bir anket yaptık. İlk seferde İstanbul’da 250 abone bulduk. Derken, 500, 1000 oldu, şu an 3 bine yakın abonemiz var. Bunların hepsi esnaf… İşte böyle geçiniyoruz, sürdürüyoruz…

- Haberleriniz hangi bölgeye dayanıyor?
Genelde Gerger üzerinden ama Ege, Akdeniz nerede bir Gergerli varsa abonemiz var, bunların sorunlarını da dile getiriyoruz. Laleli (İstanbul) üzerinden da haber yaptık, bir haksızlık varsa buna mani oldu. Hatta Rusya’daki esnafımıza haksızlık yapıldı mı onu da geçiyoruz. Orada bir Pazar kapandı, burada binlerce esnafımız mağdur oldu. Haber yaptık devlet sitesinden cevap aldık.

- Sana hangi haberlerinden dolayı bu kadar kızdılar?
Sorunları yazınca halk memnun oluyor. Ama devlet kızıyor. Mesela Gerger’deki 100 okulun 65’inde tuvalet yoktur. Biz bunu haber yazıyoruz, Milli Eğitim kızıyor. Kaymakam seni kündeye getiriyor, senin hakkında dava açılıyor. İşte basın yoluyla hakaret. Öbür taraftan kar kış oluyor, elektrik kesiliyor, bunu yazıyorsun. TEDAŞ geliyor senin elektriğini kesiyor ya da zabıt tutuyor. Belediyeyi çöp toplanmadığı, sular akmadığı için yazıyorsun, senin mahallene arıza var diye bir hafta su vermiyor. Senin yüzünden mahallen de yanıyor(gülüyor) Sağlık olayını, hastaneye, varmadan hasta öldü diye yazıyorsun. Yemin ediyorum, Boğatekin isimli biri hastaneye gidince ‘Şöyle yazdı, böyle yazdı’ diye şikâyet ediyor. Olumsuz etkileniyorsun. Üstüne bir de davalar açılıyor. Bana yaptığım hesaplara göre şu an(röportajın yapıldığı tarihi söylüyor) 139 dava açıldı. Yerel bir gazete için bu Türkiye çapında rekor. Adıyaman’da onlarca gazete var, birin hakkında bu kadar dava açılmamış.

- Neden sana bu kadar dava açıldı?
İki yönlü gazetecilik var. Biri suya sabuna dokunmayan, yetkilileri met eden devletten yana gazetecilik. Biz ‘tırşık’ deriz. O zaman yağlı ballı tırşığını yiyeceksin.

Bir de halktan yana yer alan, doğruları yazan gazetecilik var. O zaman da copa, cezaya, nezarete, hapse razı olacaksın. Biz bu ikinci yolu seçtik. Biraz zor ama mutlu oluyorsun. İnsanların sorunları halledildiğinde bir gazeteci olarak sende mutlu oluyorsun. Bu yüzden de dertlerine de katlanıyorsun. Ne yapalım.

Benim haberlerimin yazı ve başlıkları biraz dikkat çekici oluyor. Mesela bir gün Gerger’de okullar bitlendi. Öğrendim ki, köylü çocuklarını bitliler diye, kimse bunların yanına oturmasın diye ayırmışlar,. Tabii zoruma gitti. Bende ‘Devlet bitlendi’ diye yazdım. Aaaaa! Devlet nasıl bitlendi. Hemen dava açtılar. 

Sonra Susurluk olayı çıktı, ‘Çete Devlet’ dedim. Savcı iki buçuk yıl hapis cezası istedi. Sonra neyse ki yasa değişiklikleri oldu, o cezadan kurtuldum.

En son ses getiren ise 4 Ocak 2008’de, “Feto’yla Apo” başlıklı haberimdi.

- En çok dava Fethullah Gülen’e ‘Feto’ dedin diye açıldı değil mi?
Kürtçe’de Fethullah’a ‘Feto’, Abdullah’a, ‘Apo’ derler. “Feto’yla Apo” başlığı nedeniyle bana peş peşe 21 soruşturma açıldı, 16’sı davaya dönüştü.

O dönem büyük baskı yaptılar. Gazetemin abone kitlesi bile dağıldı. Yakın akrabalarım bile bana düşman oldu. Ama şimdi benim dediklerimin doğru olduğu ortaya çıkınca herkes bana hak veriyor.

- Milletvekilleri niye dava açtı?
AKP’nin önemli ismi Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat benim hakkımda 10 bin TL’lik tazminat davası açtı. Dengir Fırat’a dediğimiz, “Dengir, sen Bey’in oğlusun. AKP’nin 2 numaralı adamısın. 36 yıldır siyasettesin ama benim ilçemde yol yok, sağlık evi yok, hiçbir şey yok. Bunlar senin görevin değimlidir? Ben senin ismini nereye yazayım?” yazdım.

AKP’nin hali hazırda Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner gazetecidir. O da benim hakkımda dava açtı. Neymiş? Ben Mehmet Metiner’için, “Oğlum Memo sen nesin? Dün BDP’liydin, sonra AKP’li oldun, sonra Saadet Partili oldun , sonra bilmem… Senin rengin nedir?” şeklinde biraz eleştirmişiz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bakıyorsun, “fikir ve düşünceler suç içermiyorsa suç değildir” diyor. Eee! Bizim de düşüncelerimizde de suç yoktur, bir mizah var.

- İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da dava açmış sana…
Ben buraya bir ara geldim(İstanbul’u kastediyor) tramvay olayını yazdım. “Kadir amca, Kadir amca hanımınla, eşinle gel tramvaydaki temiz havayı solu, bizimle beraber ol” dedim o da bir dava açtı.

- Ailen ne diyor peki, adliyelerin senin ikinci adresin olmasına?
Ben Kürtçe, eşim Zazaca konuşur. Bir televizyon geldi, röportaj yapmaya , eşim Zazaca konuşurken bir baktım beni şikayet ediyor. ‘Biz bundan ne çekiyoruz. Bu yazıyor, çiziyor, başımıza bela geliyor’ diyor. Yemin ederim, kesmedim de… Devleti bırakmış beni şikayet ediyor. Suç bende oldu yani… O da haklı.

- Gazetecilerin örgütlenmesi ve gazetecilerin hakkını savunması konusunda ne diyorsun?
Türkiye’de mücadele gençlikle yapılır. TGS’ye TGC’ye, Basın Konseyi’ne bakıyorsun, yaş 70 iş bitmiş. Hükümet bu tür örgütlerin hepsini pasifize etti. Şu anda hükümetin Kürtlerin üzerine gitmesinin tek nedeni, Güneydoğu’da alınan belediye başkanlıklarıdır. Fethullah Gülen’in Türkiye’ye gelmemesinin tek nedeni de odur. Diyarbakır Belediye Başkanlığı’nı AKP alsın, ikinci gün Fethullah Gülen burada olur. Türkiye’de dinamik güç AKP’nin içinde, bir kısım MHP’de ve ezici bir güç de BDP’nin içinde var.

- Kürt hareketine de bunun için mi daha çok saldırıyorlar?
İntikamdan korkuluyor. Bir partinin içinden 8 bin kişiyi al, o ayakta kalmaz. Bugün AKP’nin içinden 80 kişi al ayakta kalamaz, CHP’den al ayakta kalamaz, ama BDP’nin bütün il, ilçe başkanlarını alıyorlar. Diyarbakır’da 80 bin oy almış Hatip Dicle; Tayyip Erdoğan dürüst adam olsa hak etmediği şeyi almaz. Orada seçime gider tekrardan.

Batı da Doğu’da Kürtlerin verdiği gibi bir mücadele verseydi, Tayyip Erdoğan çoktan giderdi. Batı’da hiçbir şey yok. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni AKP’den aldığın zaman mesele biter.

- Peki Kemalistlerin CHP’sine ne diyorsun?
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bir şeyler yapmak istiyor ama, en büyük Kürt düşmanları teşkilatının içerisinde.

- kılır mı sence AKP ile cemaatin düzeni?
Diyarbakır’ın, Gerger’in dağındaki demokrasi, İstanbul’un merkezinden daha iyi içselleştirilmiş. Şu an Fethullah Gülen cemaati mezarını kazıyor. Ordu, spor kulüpleri, Kürtler, Aleviler, solcular düşman. Bunlar ezildi. Herkeste bir mücadele azmi başladı. Bu düzen yıkılacak, ben çok umutluyum. Fethullah Gülen cemaatiyle, Erdoğan da bunu görüyor ayrılmak istiyorlar. Yarın öbür gün çektirdikleri bu acıların ceremesi büyük olacak. Cemaat “Ben yapmadım, ben görevli memurdum hükümet yaptı” diyecek. Çok korkaklar…

- Son soru, tutuklu gazeteciler için yapılan eylemde, “Mevcut iktidar Türkiye’deki gazete patronları ile bazı gazetecilerin kıçına gres yağı sürüp susturdu. Kıçına gres yağı sürdürmeyip yazanları da hapse attılar” demiştin, kıçımıza gres yağı sürdürmeyeceğiz değil mi?
Ya kıça gres yağı sürdüreceksin susacaksın ya da sürdürmeden bu hayata böyle devam edeceksin. Biz böyle yaşamaya devam ediyoruz, bundan sonra onursuz yaşamaktansa, 3-5 yıl yaşamak daha iyidir.

Çocuklarıma vasiyette bulundum, “Size han, mülk bırakmadım ama onursuz bir baba da dedirtmedim. Belki benim acımı çekiyorsunuz ama Fırat’ın öte tarafında çok daha büyük acılar çeken insanlar var. “

- JİTEM’in sana saldırdığından bahsetmiştin
28 Temmuz 1995’te Gerger Belediye Başkanı tutuklanmıştı. Devlet yetkilileri beni, ‘Bu adamı biz bitirmeye çalışıyoruz, sen haber yapıyorsun, haber yapma’ diye uyardı. ‘Ben yazmazsam başkası yazacak’ dedim. ‘Yok sen etkili yazıyorsun’ dediler. Biz haberi yaptık. Tehdit ettiler. Ben de valiye gittim. Kim vali biliyor musun? Danıştay’da vurulan Mustafa Yücel Özbilgin’di. “Sayın Valim belediye başkanımızı bir komploya kurban ettiler dedim. Beni de yarın öbür gün edecekler” Kızdı. “Devlet komplo yapmaz. Devlet içinde çete olmaz. Böyle bir şey diyemezsiniz. Sizi reddediyorum”dedi. Valiyle vedalaşmadan ayrıldık. Ben Adıyaman’dan, Gerger’e geldim. Otomatik silahlarla üzerimize ateş açıldı. Oğlum kolundan yaralandı. Ben kıl payı kurtuldum. Şu Allah’ın işine bak! Hacı Boğatekin yaşıyor, ‘Çete yoktur!’ diyen Mustafa Yücel Özbilgin, Ankara’nın göbeğinde, Danıştay’ın ortasında çete kurşunuyla öldürüldü.

- Sizin orada, Adıyaman’da Menzil cemaati güçlü bildiğim kadarıyla… Bunların arası nasıl AKP’yle?
Menzil cemaati çok güçlüdür. Bunlar hükümetle ekonomik yönden anlaşmışlardır. Türkiye’de sağlık ihalelerinin tamamı Menzil grubunun elindedir. Bizim bölgede epey etkilidir. Bugün Ortadoğu’nun en büyük sebze meyve ticareti Menzil ilçesi üzerinden yapılıyor. Peynir ticareti Menzil’de… Devlet Menzil’e özel yol, elektrik vermiş… Bir gelseniz görseniz…Bugün şıh da fabrika gibi çalışıyor. 

Geçende köylü haber verdi, Menzil’in akarsu yataklarını ele geçirmeye çalıştıklarından, ‘Şıh suya doymuyor’ diye haber yaptık. Sonra Sedat Bucak’ın ne kadar tetikçisi varsa benim üzerime gönderildi. Ölümle tehdit edildim. Bunlar malları paylaşmış yani, bu iktidar da kolay kolay yıkılmaz.



27 Ağustos 2012 Pazartesi

LİG BAŞLARKEN BİR DİRENİŞ, BİR SINIF, BİR KLÜP: BİR GÜN OLSUN DAVAMIZI BIRAKMADIK - UMAR KARATEPE

Yıl 2012 aylardan Ağustos… Türkiye’nin “süper” olarak nitelendirilen liginin başlamasından bir gün önce Adana’da bir futbol maçı… Aylardır direnişlerini sürdüren TEDAŞ işçileri kendilerini tecrit etmeye yönelik polis barikatlarının arasında top kovalıyorlar. Önce polise maç teklif edip ‘Biz kazanırsak barikatları kaldırın, siz kazanırsanız barikatlar dursun’ diyorlar. Mağlubiyetten korkan polisler gelmeyince de kendi aralarında oynuyorlar. Polisin hükmen mağlup olduğu koşullarda oynanan gazozuna maçı dostluk kazanmış. En önemlisi de futbol, polisin marjinalleştirme hamlesine karşı sınıfın bir direniş aracı oluyor. 

Adana’da bu maçtan bir ay önce de bir “futbol direnişi” vardı. 

Yıl 2012 aylardan Temmuz. Yine sıcak bir yaz günü Adana sokakları hareketli. AKP’nin valisi Hüseyin Avni Coş’un biricik Adana Demirspor’larında yaptığı darbeye karşı ayaktalar. Demirspor’un tribün grubu “Şimşekler”in “Taşeron yönetim istemiyoruz” diye yaptığı çağrıyla binler sokaklara çıkıyor. Belediye binasının önündeki polis saldırısına rağmen sloganlar kesilmiyor: “Direne direne kazanacağız.” Ellerinde bir Adana Demirspor taraftarı olan Yılmaz Güney’in resimleri var. AKP-MHP koalisyonuyla takımın yönetiminin ele geçirilmesi karşısında mesajları açık: “Biz halkın takımıyız”, “Halk sokaklara iniyor”, “Haramilerin saltanatını yıkacağız”, “Halk takımı için savaşıyor”, “Yiğitseniz uslandırın bizi” ve en önemlisi de “Yazmaz tarih kitapları, baş eğdiğimizi zulmün önünde.” 

Gerçekten de tarih kitapları Demirspor’un adını ve ruhunu aldığı demiryollarındaki kararlı direnişleri yazar. 

Bir Sınıfın Görkemli Doğuşu 
Yıl 1927… Adana’nın yine sıcak bir yaz gününde, ücretlerini alamayan ve ağır çalışma koşullarına isyan eden demiryolu işçileri greve çıkıyorlar. Grevin lideri Komünist Partili Alaaddin, işçilere şöyle seslenir: “Hakkımızı zorla almaya çalışmalıyız. Çünkü hak denilen şey hiçbir zaman verilmez, daima alınır. Biz de sebatımızla alacağız” (1) 1925 yılında çıkan Takrir-i Sükun kanunuyla verilen sessizlik emrini dinlemez işçiler. “Ana yurdun dört baştan demir ağlarla örüldüğü” ama kimin ördüğünün söylenmediği yıllarda onlar işçi sınıfının varlığını hatırlatırlar. Yeni rejimin mitlerinde “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle” olarak “Türk milleti”nin, işçisi, patronu, bürokratı, siyasi eliti, el birliğiyle demiryollarını ördüğü söylenir. Oysa o demiryollarını dört baştan örenler için hayat, coşkulu marşlardaki gibi yaşanmaz. Hayatta kalmak için “zor” gerekir, “almak” gerekir, “sebat” gerekir, “direnmek” gerekir. 

Onlar bunu Cumhuriyet öncesinde öğrenmişti. Kapitalist gelişmeyle beraber Osmanlı’nın son yıllarında yükselen işçi sınıfı mücadelelerinin önemli bir bölümü demiryollarında başlamıştı. 1800’lü yılların sonlarında Osmanlı demiryolu hattında çalışmak üzere gelen İtalyan işçiler sadece bu işin bilgisini, tekniğini değil, direnmeye ve örgütlenmeye dair deneyimlerini de getirmişlerdi. Bu işçiler Anadolu işçi sınıfına sadece demiryolu döşemeyi değil grevi ve sendikayı da öğrettiler. Bu gelişmeler o kadar endişe uyandırmıştı ki padişah işçileri örgütlenmelerden uzak tutmak için fermanlar çıkarmış, 1908’de demiryolu direnişlerinin çığ gibi büyümesinin ardından çıkarılan “Tatil-i Eşgal Kanunu” ile sendikalaşma ve grev yasaklanmıştı. Demiryolcuların bu direniş geleneği Cumhuriyete de taşınmış, yeni rejimin karşılaştığı ilk işçi direnişlerinden biri, 19 Kasım 1923’te başlayan Şark Şimendiferleri grevi olmuştu. 

İşte gelenek 1927 Adana demiryolu grevinde yeniden hayat bulmuştu. Tren taşımacılığının tamamen durduğu grevde, hattın sahibi Fransız şirketinin arkasına polisi ve askeri alarak hattı işletmeye çalışması üzerine işçiler, eşleri ve aileleri rayların üzerine oturarak seferleri engellemişti. En önemlisi de farklı statülerde çalışan işçiler, kendi birliklerini sağlayarak, memuruyla, işçisiyle, geçici işçisiyle hep birlikte direnmişlerdi. (2) Grevin bir diğer önemli yönü bir halk direnişine dönüşmesiydi. Askerlerin işçilere ve ailelerine kurşun sıkarak, çok sayıda kişiyi tutuklayarak bastırmaya çalıştığı greve Adana halkı da destek vermişti. 

Bir Klübün Doğuşu 
Bu grev Cumhuriyetin modernizm projesinin, kapitalist modernitenin arızalarının tamamını bünyesinde taşıdığını gösterdi. Bu projede işçi sınıfının tarihsel bir özne olarak var oluşu dışında her şey hesaplanmış görünüyordu. Temel besin maddesi olan şeker için şeker pancarı üretimi ülkenin dört bir yanında desteklendi. Bu şeker pancarlarının işleneceği şeker fabrikaları kuruldu. Benzer şeyler buğday ve un için de geçerliydi. Giyim için pamuk tarlalarının yakınlarında pamuklu dokuma fabrikaları yükseldi. Ve bu kalkınma hamlesini bütünleyen demiryolları kuruldu. 

Bu modernizm projesinin olmazsa olmazı bu maddi gelişmenin ideolojik/kültürel tamamlayıcılığına duyulan ihtiyaçtı. Mevcut düzenin “sağlam kafaları ve sağlam vücutları” için Halkevleri, Köy Enstitüleri ve nihayet spor kulüpleri kuruldu. 1940’lı yıllarda ülkenin dört bir yanında, şeker ve dokuma fabrikalarının faaliyette olduğu en ücra yerlerde bile Şekerspor’lar, Sümerspor’lar boy göstermeye başladı. Ve tabii ki Demirspor’lar… Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla “sağlam vücutlar” yaratma ihtiyacının artması, spora dair hamleleri arttırdı. Yasal bir düzenlemeyle 500’den fazla işçi ve memur çalıştıran kurumlara spor kulübü kurma zorunluluğu getirildi. O kulüplerden biri mavi-lacivert renkleriyle, bugün uğrunda halkın sokaklara indiği Adana Demirspor’du. 

Yükseliş ve kriz 
Ülkenin dört bir yanında kurulan kamu iktisadi teşekküllerine (KİT) ait kulüpler, sporun çeşitli branşlarında çok önemli isimler yetiştirdi. Daha da önemlisi kimileri o fabrikanın işçilerinin, hatta o kentin takımı oldular. Ancak direnişlerle kendini bir sınıf olarak var eden demiryolu işçilerinin bulunduğu Adana’nın Demirspor’undaki işçi etkisi diğer kulüplere nazaran çok daha belirgindir. Adana Demirspor “gecekondu ve amele taifesinin takımı”dır.(3) 1940’ta kurulan ve mavi-lacivert formasıyla bölgesel ligde mücadele eden Adana Demirspor 1960’da, üç büyük ilin dışından en üst lige yükselen ilk takım oldu. 

Gel zaman git zaman, sermaye birikiminin ihtiyaçları değişti. Sermayenin “süt annesi” olarak gündeme gelen devletçi sanayileşmeye ihtiyacın ortadan kalktığı günler geldi. 1970’lerin sonlarında ve özellikle de 1980’lerde KİT’ler yıkıma terk edilince bu kulüplerin de yıldızı sönmeye başladı. Adana Demirspor ise bu sürecin çok öncesinde, 1960’ların sonlarında kurum ile bağını keserek bu krizi erken yaşamıştı. Zira 1940’ların ortalarından itibaren karayolu taşımacılığını önceleyen ulaşım politikaları demiryollarına olan desteğin azalmasına neden olmuş, bu da kulübü olumsuz etkilemişti. Bu erken kopuş nedeniyle neoliberal dönemde Adana Demirspor’un krizi, bağlı bulunduğu KİT’in değil, içinde bulunduğu bölgenin krizi olarak yaşandı. Özellikle 1980 sonrası, tarım politikalarında yaşanan değişim ile Çukurova’nın düşen “cazibesi” kulübü etkiledi. 1994-1995 sezonunda tarihinin en kötü 1. Lig performansını gösterip küme düşen Adana Demirspor, 2000’li yıllarda krizinin doruğa çıkmasıyla kapanma noktasına geldi. Ancak halkın sahip çıkmasıyla yeniden doğrulan Adana Demirspor, bu sene bir üst lige çıkarak tam 17 yıl sonra yeniden süper lige yükselmek için mücadele etme hakkı kazandı. 

Ve Direniş… 
Adana Demirspor’un süper lig kapısına dayanması birilerini fazlasıyla heveslendirmiş görünüyor. Valisi ve Belediye Başkanı’yla Adana’nın muktedirleri, yıllardır en kötü günlerinde takımına sahip çıkanların iradesini yok sayarak kulübü ele geçirmeye çalışıyor. 1927’de de işçi sınıfı yok sayılarak projeler üretiliyordu, bugün de... Ancak tarihsel hafıza kolay silinmiyor ve bu sürecin içsel çelişkileri projede durduğu gibi durmuyor. 1927’de de durmadı, bugün de durmuyor. 

Nereden mi belli? Sokaklara dökülen o Demirsporlular arasında kimleri gördük. Kentsel dönüşüme direnen mahallelerden yoksulları, aylardır direnişte olan TEDAŞ işçilerini, her daim yok sayılan bir diğer kesim Kürtleri gördük. Adana Demirspor’un üç yıl önce dostluk maçı yaptığı, İtalya’nın işçi sınıfı takımı Livorno ile dostluğunun yüz yıllık temellerini, İtalyan işçileriyle kol kola yürütülen direnişin izlerini gördük. “Seyirci değil taraftarız” sloganında, demiryolu işçilerinin direnişlerle özneleşmesinin özgüvenini hissettik. 1927 grevinin önderi Alaaddin’in “hak denilen şey hiçbir zaman verilmez, daima alınır” diyen sesini şu tezahüratta bir kez daha duyduk: 

“Sahipsizdik grev yaptık en zor günde yalnız kaldık, 
Ama yine de bir gün olsun davamızı bırakmadık, 
Ama yine de bir gün olsun Şimşek'imi bırakmadık!” 

Önemli bir bölümü Adana Demirsporlu olan Enerji-Sen işçilerinin “maçı” sürerken, Süper Lig başlıyor. Hangisi daha heyecan verici? 


Notlar: 
(1) Şeyda Oğuz, 1927 Adana Demiryolu Grevi, TÜSTAV Yayınları, 2005, s.11 
(2) Yüksel Akkaya, “Ortak örgütlenmede tarihsel arka plan: dünden kalan miras ve yeniden düşünmek(I)”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=9423 
(3) Yüksel Akkaya, “Makyavelist futbol hırsızları ve bir futbol emekçisi “Zizu” üzerine…”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=6715 



FUTBOLUN SPARTAKÜS'Ü METİN KURT SONSUZLUĞA UĞURLANDI...

Yeşil sahaların boyun eğmeyen efsane sol açığı Metin Kurt son yolculuğuna uğurlandı.

Devrimci spor emekçisi Metin Kurt son yolculuğuna TKP’li yoldaşları, spor emekçileri, ailesi ve taraftarlar tarafından uğurlandı.

Önceki gün sabah saatlerinde yaşamını yitiren Metin Kurt için ilk tören üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi ve Kurucu Genel Başkanlığını yaptığı Spor-Emek-Sen tarafından Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bahçesinde düzenlendi.

NHKM’deki törenin ardından Kurt'un cenazesi ikindi namazını sonrası Ataşehir Mimar Sinan Cami'nden kaldırıldı.

Mimar Sinan Camisi’nde düzenlenen törene TKP üyeleri, Tekyumruk, Sol Açık, Beleştepe taraftar grupları, katılırken, Galatasaray Kulübü Başkan Yardımcısı Adnan Öztürk, spor yorumcusu Rıdvan Dilmen, spor yazarları, sanatçılar ve Galatasaray’da birlikte futbol oynadığı oyuncularında aralarında bulunduğu yüzlerce kişi katıldı.

"Metin Kurt'u Önemli Yapan Bu Ülkenin Aydınlık Geleceğine Duyduğu İnançtır"
Mimar Sinan Camisi'ndeki cenaze töreni sonrası Kurt’un cenazesi Hekimbaşı Mezarlığı’nda “Çizgi Metin onurumuzdur” sloganlarıyla defnedildi.
Kurt’un mezarı başında konuşan TKP MK üyesi Kurtuluş Kılçer, Metin Kurt’u önemli yapan şeyin bu ülkenin aydınlık geleceğine duyduğu inanç olduğunu dile getirdi.

“Metin Kurt ‘çizgi Metindir’ onun çizgisi boyun eğmemektir” diyen Kılçer, Kurt’un bu yüzden bu halk için çok önemli olduğunu dile getirdi.

Bugün ülke geriye giderken Metin Kurt’un boyun eğmeyenlere önderlik edenlerden birisi olduğunu vurgulayan Kılçer, futbolda, sporda piyasa saldırılarına karşın Metin Kurt’un önemli bir direnişçi olduğunu dile getirdi.

Kılçer’in ardından DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’da bir konuşma yaparken, tören alkışlarla sona erdi.

soL 



26 Ağustos 2012 Pazar

FUTBOLUN SPARTAKÜS'Ü METİN KURT'UN ARDINDAN...

Metin Kurt Yalnız Değil Ki! - Ali ŞİMŞEK

Kesmeşeker grubunu çok severim açıkçası. Son albümlerinin kapağında Metin Kurt’u görünce sevindiğimi ve şaşırdığımı söyleyebilirim; çünkü Metin Kurt’u daha çok severim. ”Kadıköy Sound” olarak nitelendirebileceğimiz anlayışın kurucularından Kesmeşeker özellikle Kadıköy’de tutkulu bir dinleyici kitlesine sahip. Peki nedir bu Kadıköy Sound? 22 yıllık bir Kadıköylü olarak şunu söyleyebilirim: 1990 sonrası genç kuşağın ve üniversitelilerin rock-heavy metal, alt-karşı kültür, Beat ve anarşizm çerçevesinde harmanladıkları, aynı zamanda Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok gibi kent ozanlarının şiirsel duyarlılıklarıyla somutlanan, kırılgan, alaycı, içe çekilen ve yer yer kaybeden söyleminin estetik yönünden beslenen bir ses. Bunun Moda-Bağdat Caddesi-Bostancı hattı ve Kadıköy’ün oturmuş bir orta sınıf yüzeyi ve özgürlükçülüğünde kuluçkasını tamamlayan bir ses olduğunu da ekleyelim tam olsun.


Sadece Retro Olmasın
O dönemin özellikle Kadıköy’de görünürleşmeye başlamış sol-sosyalist öğrenci atmosferi düşünüldüğünde Kadıköy Sound oluşumları iyi niyetli, hijyen ve politikaya uzak olmasa da çekingen görünürlerdi. Bugün bu “sound” köpürdüğü Akmar Pasajı ve beyaz kazlı Çarşı’dan, ucuz çay ocakları ve “leş” barlardan hayli uzakta, 90’ların ikinci yarısından sonra “mutenaşlaşmış” Kadife Sokak’ta yaşıyor artık. İşte bunu düşününce sosyalist futbolcu Metin Kurt’un albüm kapağında olması sevindirdi beni, ama günümüzün kültleştirme, retro ve efemera kültürü düşünüldüğünde hafiften tedirgin olmadım değil... Çünkü bu stratejilerin de önemli merkezlerinden biri Kadıköy sayılır... Tabii aynı dönemin tutunamayan ve kaybeden retoriği düşünüldüğünde Metin’e adanan şarkının yalnızlık başlığını taşıması da rahatsız etti beni. Onun yıllara yayılmış zor ve örgütlü spor mücadelesi düşünüldüğünde, Metin Kurt’u bir tutunamayan ve yalnız imgelemek çok da gerçekçi değil; Kadıköy Sound Metin Kurt’u yalnızlık ve kaybeden imgesiyle sevebiliyor sanki. Her neyse bütün bu endişelere rağmen ‘Kesmeşeker’in ona ilgi göstermesi gayet güzel bir şey. Her neyse 18 Şubat’ta ‘Kesmeşeker’ solisti Cenk Taner’in ‘İkametgâh Kadıköy’ etkinlikleri çerçevesinde Karga’da konseri olduğunu öğrenince, uzun zamandır görmediğim Metin Kurt’u arayıp beraber gitmeyi teklif ettim. Benim için gerçekten önemli bir şeydi, hakkında şarkısı yapılmış bir insanla beraber çok sevdiğim bir müzisyeni dinleyecektim. Konser vakti gelince salona çıktık, Metin Abi’ye bir sandalye ayarlayıp başladık güzel şarkıları dinlemeye. Yaş ortalaması hayli genç bir kitle düşünüldüğünde Metin Abi’nin bir anıt gibi salonda bulunması gerçekten etkileyiciydi... Ama yine de insanlar onun kim olduğunu merak ediyorlardı, fısıltılardan anlayabiliyordum bunu. Fakat zaman ilerledikçe Metin Kurt’un yüzündeki sıkıntı titreşimlerini fark etmeye başladım. Çünkü salona takdim edilmemişti, ve hakkında yazılmış şarkı da yoktu repertuarda. Çok mütevazı biri olmasına rağmen yine de bir takdimi hakkederdi diye düşünüyorum; ve hakkında yazılmış güzel şarkıyı gençlerle birlikte dinlemek isterdi. Hatta mücadele ettiği sosyalist spor mücadelesiyle ilgili 1-2 cümle bile ederdi. O zaman bir albüm kapağı şık bir grafik efemerası olmaktan da çıkardı. Neyse zaman ilerledikçe Metin Abi’nin sinirlendiğini anladım (ki mütevazılığı kadar sinirliliğiyle de ünlüdür kendisi) ve alelacele dışarı çıkarttım. Evet Kadıköy Sound yine şaşırtmadı beni yani... O gece konserde çalınmasa da şarkıyı buraya alalım ve Metin Kurt’a hediye edelim... Yalnız değilsin abi!


BirGün


*****     *****     *****     *****     *****     *****


Futbolun Emekçileri Birleşin Artık... - Bağış ERTEN

"Memleketin yeni ideolojisi ‘İnşaat Ya Resulallah’ın simge binalarından biri olan Ataşehir Mimar Sinan Camii girişindeyiz. Futbolda başka dünyaların referansı Metin Kurt’un cenazesi buradan kalkacak. Güzelim oyunu yeniden arsalara taşımaya çalışan birisi için belki de yanlış adres. Koca koca sitelerin arsaları yok ettiği bir yerde kötü bir Mimar Sinan taklidi bu cami, ama avlu geniş. Entelektüel teknik adamlar sınıfının en önde gelen isimlerinden Ümit Metin Yıldız, Uğur Vardan ve ben bekleşiyoruz. Törenin başlamasına daha bir buçuk saat var ama meydan dolmaya başlamış. Galatasaray formalılar, en çok da Tek Yumrukçular çoğunlukta. Tabii bir de Metin Kurt’un yoldaşları, en başta da TKP’liler.

Gözümüze takılan ilk şey çelenkler. Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’dan da taziye var, Fatih Terim’den de, Fenerbahçelilerden de, ÖDP’den de, Mustafa Sarıgül’den de. Forma sayısı çeşitlendikçe kalabalık da çoğalıyor. Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Demirsporlusu, genci, yaşlısı, kadını, erkeği... Metin Kurt’u saygı duyan, yoldaş bilen herkes orada.

Sendikadan arkadaşları tam tekmil. Siyasi simalar da eksik değil. Eski takım arkadaşları yalnız bırakmamış Çizgi Metin’i. Gökmen Özdenak, Büyük Mehmet, Öner ve diğerleri... Metin Türel’i görüyoruz sonra. Rıdvan Dilmen’i, Önder Özen’i... Eski takım arkadaşı Fatih Terim yok, ama duyduğumuza göre gelmek istemiş ama antrenman saatiyle çakışmış. Keşke tüm takımı alıp getirebilseydi. Ne güzel, fiziksel değil ama ruhsal antrenman olurdu takıma. Galatasaray’dan Adnan Öztürk ve Lutfi Arıboğan var. Geç kalmış bir vefa örneği.

Derdini Anlatamadan Gitti
Sessizce bekliyor kalabalık. Cenaze namazı usulca kılınıyor ve omuzlarda gidiyor Metin Kurt. Alkışlarla, sloganlarla... Omuzlarda yaşaması gerekirken omuzlarda yolcu ediliyor. Yaşarken bir türlü bir araya getiremediği bir kalabalık var cenazesinde. Kurduğu sendikada yanında durmayanlar, şimdi ona son duasını ediyor.

Öldü Metin Kurt. Atılan bir gol daha futbol emekçilerinin kalesinden içeri süzüldü yavaşça. O yok artık. Sendika zaten yoktu, dayanışma hiç yok. Yaşarken derdini anlatamadan gitti Çizgi Metin. Belki ölünce anlar birileri.

Milletvekili Hakan Şükür, Milli Takım kaptanı Emre Belözoğlu, büyük yıldız Arda Turan, simge kaleci Volkan Demirel, Beşiktaş’ın kaptanı jön İbrahim Toraman, Trabzon’un gururu Tolga Şahin... Alt lig paryaları, gencecik modern köleler, yeşil sahaların gladyatörleri, yani futbolun görünen/görünmeyen tüm emekçileri... Bu adam sizin adama sayılmanız, saygı görmeniz, haklarınızı almanız için öldü biliyor musunuz? Yavaş yavaş, için için, ama hiç inancını kaybetmeden. Şimdi o inanç söndü. Var mı aranızda o ateşi yakmaya cesaret edecek bir babayiğit? Delikanlılık, adam olmak, bilmem ne duruşu, camia tavrı, adabı, edebi... Bu laflar, çok seviyorsunuz ama havada kalıyor beyler. Altını doldurmak için Metin Kurt size zemin açtı. Asıl oradan yürüyün, o zaman görürüz boyunuzu, posunuzu, havanızı, delikanlılığınızı... Merak etmeyin, siz yola çıkın, arkanızdan on binler gelecektir. İşte o zaman toprağı bol olur Metin Kurt’un. O zaman huzur içinde uyur!


Radikal


*****     *****     *****     *****     *****     *****


Bu Sefer Yapayalnızız Ceza Sahasında - Eray ÖZER

Bir+Bir dergisinin onunla 16 Şubat’ta yaptığı röportajı okudum şimdi. Onunla ve ‘Metin Kurt yalnızlığı’ adında bir şarkısı olan Kesmeşeker grubundan Cenk’le. Nasıl güzel konuşmuşlar, nasıl güzel anlatmış Metin abi.

Benim için abi oluşu çok yıllar öncesine ait bir telefon konuşmasından geliyor. Gazetedeyken şimdi hatırlamadığım bir haber için aramıştım. O anda Metin abi olmuştu zaten.

Hani bazı insanlar vardır, bir şeye inandıklarında o şeye dönüşürler. Zordur bu. Meşakkatlidir. Sadece içine girmen yetmez, üstüne giymen gerekir inandığın şeyi. Vicdan ister, cesaret ister, güzel ahlak ister.
Metin abi de öyleydi sanırım. Solcu değildi, soldu. Hayatta olup bitenleri ideolojisine göre yorumlamak gibi bir kaygısı olamazdı Metin abinin.

Hani solcusunuzdur, sosyalistsinizdir de, ne bileyim hayatın bir küçük noktasında çok renkli, çok zevkli, çok güzel bir şey sizi bir anlık da olsa inandığınız çerçevenin dışına çıkmaya zorlar. Küçük bir kaçamak gibi...
Metin abi için böyle bir şeyin olma ihtimali pek yoktu. Çünkü belli ki çok genç yaşlarda hayatı algılamasını sağlayan merceği, inandığı şeye göre yeniden tasarlamıştı. O mercekten herhangi bir bilgi kırıntısının inandığı şeyle çelişerek geçmesi mümkün değildi.

Metin abi hayatı inandıkları paralelinde algılamaya çalışmıyordu. Zaten başka türlü algılaması mümkün değildi. Belli ki hayatının bir döneminde başka türlüsünü unutmuştu, kendisine unutturmuştu.
Bedeli ne olursa olsun.

Bazen parasızlık. Ama en çok da yalnızlık.

Bir+Bir röportajının bir yerinde Kesmeşeker’den Cenk’i anlatırken kendi yalnızlığını nasıl algıladığını da sezdiriyor aslında: “Cenk gibi arkadaşları gördüğüm zaman, heyecanlanıyorum, samimi söylüyorum, “vay” diyorum, “yalnız değilmişiz, yalnızlıkta yalnız değilmişiz hiç olmazsa.” En azından, yanlış değilmişiz, yanlış olmadığımız için yalnız değiliz. ”

Metin Kurt bu ülkede futbol düzeninin kendisine topyekün karşı çıkan ilk futbolcuydu. Zaman içerisinde bu öylesine bir karşı çıkışa dönüştü ki, geldiği noktada artık futbolun, yani oyunun kendisi de bu karşı çıkıştan nasibini alır olmuştu.

Metin abi futbola inanmıyordu. Galatasaray’daki, Milli Takım’daki parlak kariyeri boyunca doping yaptıklarını, şikenin her zaman söz konusu olduğunu, kurumları ve aktörleriyle sistemin bir parçası olan futbolun sistemden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini söylüyordu.

Onun için futbol ancak bir arsada oynandığında oyun olabilirdi. Futbol arsanın dışında ‘endüstrileşmiyordu’, bunun ötesinde sistemin kendisine dönüşüyordu.

Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı sistemin, yani futbolun gadrine uğrayanların hakkını aramak için kurmuştu. Malzemecisinden, masörüne...

64 yaşında kaybettik Metin abiyi.

Bütün iyi şeyler gibi Metin abi de çok uzun kalmadı aramızda.

İyi şeyler genelde az olur, biliyoruz ama, Metin abi tekti.

Kesmeşeker’in şarkısında söylediği gibi bir ömür boyu ceza sahasında yalnızdı.

O varken, bizim de ‘yalnızlıkta yalnız değiliz hiç olmazsa’ deme şansımız vardı.

Şimdi sahiden yalnızız ceza sahasında...


BirGün


*****     *****     *****     *****     *****     *****


Metin Kurt’a Son Veda: Böyledir Bizim Sevdamız

Metin Kurt bugün öğle saatlerinde kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti. Haberi aldığımız anda inanamadık, o şoku atlatabilmiş değiliz. Dört gün önce gırtlak kanseri teshisi konmuş, fakat kanserin boyutunun küçük olduğu söylenmiş. Biyopsi icin özel hastaneyi kabul etmemiş. Samatya SSK hastanesindeki operasyon sırasında kalp yetmezliği başgöstermiş. Kırk dakika mücadele etmişler, geri getirememişler…

Futbolculuğundan, ‘70’lerden, Galatasaray’ın üç sezon üst üste şampiyonluğundan bilenler unutamıyor. Daha o zamanlardan öne çıkan mücadeleci tavrıyla, futbol âlemine zaten kendisi uzak durmuştu. Daha o yıllardan, sporda sendikalaşma girişimlerinin başını çekmiş, endüstriyel futbola mesafesi giderek artmıştı. Bugünkü kokuşmuş futbol düzeninin tam mânâsıyla anti-teziydi. Kesmeşeker 2011 albümü “Doğdum Ben Memlekette”nin kapağına onun yakışıklı bir fotoğrafını kondurmuş, bir de “Metin Kurt Yalnızlığı” diye bir şarkı patlatmıştı. Bu vesileyle Kesmeşeker’in lokomotifi Cenk Taner’le beraber Metin Kurt’la Bir+Bir için uzun bir oturum, şarkılı bir söyleşi yapmıştık, kendisine sevgimiz orada katlanmıştı. Bir dostu, bir yoldaşı, bir sembolü çok erken yitirdik. Cenazesi yarın ikindi namazıyla Tayyip Erdoğan’ın yaptırdığı Ataşehir Mimar Sinan Camii’nden kalkacak. Son bir söz için iyi bir mekân…

“Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında” diyor Kesmeşeker, şarkıda. Bugün ve artık biraz daha öyleyiz. Bir+Bir’deki söyleşiyi yeniden okuyarak, ayakta alkışlarla, Muhteşem 7’yi uğurluyoruz…

Öyle Bir Geçer Zaman Ki (Erkin Koray, “Benden Sana”)
Metin Kurt: Arkası gelmez dertlerimin… (gülüyor) ‘70’lerde, hatta ‘60’ların sonlarında, idollerimizden biriydi Erkin Koray… Cem Karaca, Zülfü Livaneli, Ruhi Su’yla birlikte. Ama Cem Karaca’yla Erkin Koray bana daha yakındı. Bir dönem Erkin Koray’ı kaybettim. Yıllar sonra, arkadaşlarla Ortaköy’de oturuyoruz, dediler ki “Metin abi, Erkin Koray şurada sahneye çıkıyor”. Bir grup yaptık, gittik dinlemeye. Ama ben Erkin’in yeni şeklini bilmiyorum. Bir baktım hep rock çalıyor ve yabancı… “Kızları da Alın Askere”, “Aşk Oyunu”, “Öyle Bir Geçer Zaman ki”; hiçbirini çalmadı. Bekliyorum, “belki daha sonra çalar” diye düşünüyorum. Programı bitirdi, gitti kulise. Garsonu çağırdım, “Erkin Koray gelip şu, şu, şu şarkıları çalmazsa, hesap ödemiyoruz” dedim. (gülüyor) Derken bir baktım, öfkeyle, dinamit gibi bir adam girdi. “Kim” dedi “ya böyle konuşan!” “Ben konuşuyorum” dedim. “Oo, n’aber” dedi, geldi, oturdu. “Abi biz seni o şarkılarla tanıyoruz, bunları bilmiyoruz” dedim. “Araya onlardan bir-iki şarkı koyup biraz pozitif ayrımcılık yapamaz mıydın?” “Tamam” dedi, “çıkıyorum sahneye, ama bir şartla, ben çalacağım, sen söyleyeceksin.” “Tamam” dedim. Sonra iki şarkıyı ben söyledim. (gülüyor)

- Şarkıların sözlerini biliyor muydun?

Metin: Hepsini biliyorum ezbere. Cem Karaca’nınkileri de bilirim. Barış Manço’nunkileri de… (gülüyor)

- O gece hangi şarkıları söyledin?

Metin: “Aşk Oyunu”nu ve “Kızları da Alın Askere”yi.

Cenk: Metin abinin epey şarkıcılık maceraları var.

Metin: Bir dönem devamlı Cağaloğlu’nda Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne gidiyordum. Kafayı bulunca solistten mikrofonu alıyordum, bir-iki şiir okuyordum, bir-iki şarkı söylüyordum. Bir gece moralim çok bozuk, şarkı söylemek istemiyorum. Herkes de beni beklemiş, garsonlar, çalışanlar… Biri geldi, “Metin abi, lütfen sahneye çıkar mısın” dedi. “Yok, bu gece şarkı söylemek istemiyorum” dedim. “Abi bizi düşün biraz” dedi. “Ne oldu ya?” dedim. O esnada on kişilik bir grup var; en yüklü masa. Bizim çocuklar “Metin Kurt burada her gece sahneye çıkıyor” demişler. O grup da beni dinlemeye gelmiş meğer. Neyse, onların gönlünü yaptık. (gülüyor)

- Erkin’in futbolla alâkası var mı? Hemen tanımış seni…

Metin: Futboldan değil, siyasetten tanışıyorduk. O dönemin demokrat insanlarından biriydi.

Cenk: Ama sonra DYP’den aday oldu…

- Birkaç sene önce daha beterini yaptı, hiç girmeyelim oralara.

Metin: 1960’ların sonunda underground denen olay vardı, yeraltı müziği… 45’lik plak dönemiydi. Hep beklerdim, onların 45’likleri çıksın. Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar”ı mesela. Hâlâ gittiğim meyhanede mikrofonu elime aldım mı, onu söylerim… (gülüyor) Başka şekilde yorumlayarak tabii, bazılarının sevgilisi dağlarda gitmiştir diye kendime göre yorum yaparak söylerim.

- Cem Karaca’dan neleri söylersin?

Metin: Herkes gibi, “Tamirci Çırağı”yla başlarsın bir defa. En klasik şarkısıdır. Hatta, benim ilk oğlumun isminin fikir babası bir ölçüde Cem Karaca’dır. Doğumdan bir gece evvel yeni plağı çıkmıştı, orada bir bir şarkı vardı, “Yiğitler, yiğitler, bizim yiğitler” diye. “Erkek olursa, ismi Yiğit olacak” dedim. Büyük oğlumun ismi Yiğit’tir.

- Küçüğün adı ne?

Metin: Yağız. Ondan sonraki Candaş. Üç oğlum var.

- Senin aran nasıl Erkin Koray’la?

Cenk: Zamanına göre, müzik açısından ileri bir adamdır. “Erkin Koray Tutkusu” (1977) baş plaklarımdan biridir hâlâ. O dönem için çok ileri bir çalışma. Aslında, çok da anlaşılmamış bir adam. O açıdan Erkin Koray’ın biraz küskün olduğunu düşünüyorum. Biraz da yalnız bir adam. Metin abinin dediği gibi, underground olayı Türkiye halkının nabzını, kulağını iyi yakalamıştı. Erkin Koray da underground’un öncülerindendi. O açıdan kredisi çok. Ne yapsa o kredi bitmiyor. Hem underground yapıp hem icabında arabeske kayan başkası olsa tefe koyarlardı. Rock camiası sahiplenmezdi. Hep böyle şaşırtan şeyleri oluyor. Herkes grup çıksın diye bekliyor, o tek klavye çıkıveriyor. Tek klavyeyle albüm yapıyor… Ama o kredi bitmiyor işte, ‘60’lara, ‘70’lere dayalı bir kredi. Batı’nın da çok ilgisini çekiyor. Sample’larını kullanan yabancı gruplar var. ABD’de plaklarını basıyorlar şimdi. Keşfet keşfet bitmiyor adam. Müziği derken, eski fotoğraflar çıkıyor, fotoğraflar bitiyor, başka şeyler çıkıyor… (gülüyor)

- Erkin cover’ı yapayım desen, neleri seçersin? İlk üçe hangi şarkılar girer?

Cenk: “Erkin Koray Tutkusu”nda bir tane var. Cover yapan arkadaşlar ona nasıl uyanmadılar, bilmiyorum. “Hasta ruhuma” diye giden bir parça, “Yalnız Sen Varsın”… Black Sabbath gibi gidiyor. Odur birincisi. İkincisi, “Cemalim”; yorumu çok iyidir, çok beğeniyorum. Oradaki gitar solo da en iyi gitar sololardan biri bence. Üçüncüsünü de o dönemden, plak döneminden seçerim. “Allah Aşkına” olabilir. “Erkin Koray Tutkusu” ve “Elektronik Türküler”; o iki plaktan seçerdim.

- Yeni albümünüzdeki (“Doğdum Ben Memlekette”) ilk üçün hangi şarkılar? Kesmeşeker dinleyicileri keşke sözlerini ezbere alsalar dediğin şarkılar…

Cenk: “Her Şey Sermaye İçin Sevgilim’’; “Deniz’siz martılar bir Deniz arar’’ sözüyle. “Kim Sessizse O Ağlasın’’; “seni kendimle takas ettim güzel kardeşim” sözüyle. “Benim Adım Ne’’; “orda siyahlar, orda beyazlar, orda sarılar, orda kızıllar” sözüyle. Bunlar öne çıkabilir. Ama objektif olmam söz konusu değil. Hepsini severim velhasıl. (gülüyor)

Metin: Erkin Koray’la ilgili bir anı daha anlatabilir miyim? ‘70’lerde, yaz tatillerini Tekirdağ – Şarköy’de geçiriyordum. Zamanı boşa geçirmemek için sabah saat 8’de, 10-12 yaş grubuna jimnastik yaptırıyordum. 11’de sahada futbol takımına antrenman yaptırıyordum. Akşam üzeri de topladığım grupla beraber kros yapıyorduk. Kros yaparken şarkı da söylüyorduk. Özellikle lüks villaların önünden geçerken… Adamlar oturmuşlar, sanki dünyayı onlar yaratmış. Çocuklara “Âlemin keyfi yerinde yine maşallah” şarkısını söyletiyordum. (gülüyor) Sonunda, kaymakam uyanmış işe, haber gönderdi, şikâyet etmişler…

- “Öyle Bir Geçer Zaman ki” diye bir dizi var. Takip ediyor musun?

Metin: Dizi izlemiyorum. Haberleri izliyorum, açık oturumlara bakıyorum. Zaten iki-üç kanalı izliyorum. CNN, NTV, bazen Habertürk…

- Telegol’e filan takılmıyor musun?

Metin: Spor programlarını da her zaman izlemiyorum, yaptıkları tartışmalar bıktırıcı oldu. Hep sonuçları tartışıyorlar.


Magnificient Seven (The Clash, “Sandinista”)

Cenk: Clash değil mi bu?

- Evet, “Magnificient Seven”, muhteşem yedi…

Cenk: Joe Strummer olayı… Kafadan girmiş.

- Kafa deyince; beren Chelsea beresi. Yoksa?

Cenk: Chelsea ile uzak yakın bir ilişkim yok, bere sıcak tutuyor, ayrı. (gülüyor) İngiliz bir arkadaş hediye etti. Ben kırmızılı takımları daha çok seviyorum. Liverpool mesela. Strummer Chelsea’liymiş.

- Biz onu Arsenal’li biliyorduk.

Cenk: Chelsea’li dedi bir arkadaş. Ben de öyle bir yamuk olabilir mi diye düşündüm.(gülüyor) “Tek falsosu odur” dedi o arkadaş.

- Arsenal’i şundan yakıştırdık galiba: Arsenal’in efsane santrhafı Tony Adams için yazdığı şarkı var.

Cenk: Bizim de “Metin Kurt Yalnızlığı” şarkımız var, demek ki oradan da bir kardeşliğimiz var. (gülüyor) Clash politik tavrıyla da türü yok olan gruplardan. Yazık oldu. O dönemde Türkiye’de Sex Pistols daha çok bilinirdi, Clash’i meraklısı bilirdi. Ta ki ünlü şarkıları “Should I Stay Or Should I Go” reklamlarda kullanılana kadar. Strummer’ın bir açıklaması vardı herhalde buna. (gülüyor) Abimiz Chelsea’ye ve reklama takıldı. (gülüyor)

- Var bir açıklaması tabii. O şarkı Strummer’ın yazmadığı nadir Clash şarkılarından. “Should I Stay”i yazan da, söyleyen de Mick Jones. Hakları onda olduğu için reklamlara da o sattı.

Cenk: Chelsea’de takıldı, ama reklamdan yırttı. (gülüyor) Lâkin çok güzel şarkı, keşke Strummer yazmış olsaydı. (gülüyor)

-  “Muhteşem 7”yi Metin’e ithafen çaldık. Sen hep 7 numarayı giydin, değil mi?

Metin: Galatasaray’da 7 numarayı giyiyordum, ilk başlarda millî takımda da 7 giyiyordum. Sonraki dönemde millî takımda sol tarafta oynamaya başlayınca 11 giymeye başlamıştım.

- PTT’de de 7 giyiyordun, değil mi?

Metin: Tabii. Alibeyköy Adalet’te 9 veya 10 giyiyordum. Ama, Birinci Lig’de, Altay’dan başlayarak hep 7 giydim.

- Eskiden 7 numara demek sağ açık demekti, 11 sol açık… Sırt numarası oyuncunun hangi mevkide oynadığını gösterirdi. Şimdiyse numaralar mevkilerle bağlantısız genellikle, herkes istediği, sevdiği numarayı giyiyor.

Metin: Başıma gelen bir olayı anlatayım. Oynattığım oyun sistemine, dizilişe göre numara veriyordum futbolculara. Geri dörtlü 2, 3, 4, 5, ön libero 6, sağ orta saha 7, sol orta saha 8, sağ açık 9, santrfor 10, sol açık 11. Çok bilen yöneticilerden biri demiş ki, “ya bu ne biçim hoca, bizim bildiğimiz 9 numara santrforda oynar!” (gülüyor) Eski sistemde futbolcular dediğin gibi yerleşirdi. 9 numara santrfor, 8 sağ orta saha, 6 sol orta saha, 10 önde oynayan orta saha. Hiçbir zaman için 5 numara sol bek oynamazdı, solbek 3 numaraydı. O zamanlar basit bir kumar vardı tribünlerde, golü kim atacak diye numara çekerlerdi. 9 numarayı çeken avantajlı hissederdi kendini, santrforu çektiği için. Ama, en prestijli numara 10’dur. Eskiden de öyleydi. Metin abi (Oktay) de son dönemlerde 10 giyerdi. 10 numara takımın en asıydı.

- Senin oynadığın dönemde sırt numarası serbest olsaydı hangisini seçerdin?

Metin: 13 hariç her numarayı giyebilirdim. 13 numara çocukluktan beri kafamıza yerleşmiş uğursuz diye. (gülüyor) Futbolcuların büyük çoğunluğunun hayran olduğu futbolcu vardır çocukluktan. Onun giydiği formayı hayal etmiştir hep, onun için de o numarayla oynamak ister. Benim öyle bir idolüm olmamıştır. Çünkü ben futbolu öyle çok severek, isteyerek oynamış bir futbolcu değildim. Beğendiğim futbolcular vardır, ama, idol bellediğim futbolcu yoktur. Bizim idollerimiz farklıydı. Mesela, Deniz Gezmiş’in bir numarası olsaydı, o numarayı giyerdim; Mahir Çayan’ın numarası olsaydı, o numarayı giyerdim. Bizim idollerimiz onlardı.

- Cenk, sen topçu olsaydın kaç numara giyerdin?

Metin: 7’den başkası olmaz. Ben buradayken başka bir numara olmaz. (gülüyor)

- Sen burada olmasaydın, 2 veya 3 diyebilirdi. Cenk’in bir bek güzellemesi var, öyle değil mi?

Cenk: Öyledir. Bekler biraz isimsiz kahraman gibi gelir bana hep. Kaleci ve önündeki dört adam benim ilgimi her zaman daha çok çekmiştir. Atağı başlatan ve atakları göğüsleyen elemanlar, daha bir emekçi, daha bir mahalleli geliyor bana. Bilinçli olarak “bek olacağım” diyen kaç çocuk vardır, bilmem ama, takıma en adanmış elemanlar da hep beklerden çıkar. Bülent Korkmaz tarzı adamlar her takıma lâzım bence ya da Puyol… Senin oynadığın zamanda en iyi bek kimdi Metin abi? Zorlandığın bek var mıydı?

Metin: En takdir ettiğim bek Alpaslan’dı. Çok akıllıydı, top kapma özelliği çok kuvvetliydi. Onu geçmek biraz güçtü. Sonra, Zekeriya… Zekeriya, Alpaslan tipindeydi. Millî takımda çok iyi anlaşırdık Zekeriya’yla. Onunla çok ilginç bir hatıramız var. ‘66 Avrupa Gençler Şampiyonası Türkiye’de yapıldı. Elemelerde Eskişehir ayağındaydık biz. İlk maçımız Belçika’ylaydı, 4-0 kazandık. Bir golü ben attığım halde, ondan sonraki maçlarda beni oynatmadılar. Turnuva boyunca, Zekeriya’yı da oynatmadılar. İstanbul genç karmasından çok iyi arkadaştık. Tarabya Oteli’nde kamptayız, çıktık roof’a, dertleşiyoruz. Oynatmıyorlar ya bizi. (gülüyor) Orada bir karar aldık, dedik ki, ilk biz oynayacağız A millî takımda. Hakikaten de dediğimiz oldu. O genç takımdan A millî takımda oynayan ilk biz ikimiz olduk.

- Ve uzun süre oynadınız.

Metin: Altı-yedi yıl kesintisiz oynadık.

Break’em Down (The Soledad Brothers, John Peel derlemesi “Fabric Live 07” içinde)

- Bu çalan aynı zamanda bizim takımın, Gazoz Ligi’nde mücadele eden Dinamo Express’in marşı.

Cenk: Intro’daki ne maçı?

- Liverpool – Real Madrid, 1981 Şampiyon Kulüpler Turnuvası finali. Demin beklerden konuşuyorduk; sol bek Alan Kennedy 85’te filan takıyor ve Liverpool 1-0’la kupayı alıyor. Şarkının intro’sundaki maç anlatımı o golün hikâyesi. “When he was needed Alan Kennedy was there”: Kendisine ihtiyaç duyulduğu anda Alan Kennedy oradaydı. Alan Kennedy tam senlik bir sol bek. Bu şarkı efsane radyocu John Peel’ın anısına yapılan albümden.

Cenk: Liverpool fanları da Alan Kennedy’yi efsane 11’lerine alırlar genelde. John Peel anısına yapılan plakta bu şarkının olması tamamdır. Peel zaten Liverpool taraftarı bildiğim kadarıyla. Bu kadar kafasına göre takılıp, iyi mânâda, iyi vibrasyonlara açık olmak ve bunu dünyanın en muhafazakâr kurumlarından biri olan BBC’de yapmak zor. İyi müziğin kokusunu, memleket falan ayırmadan, ticarî kaygı gütmeden almak herkesin harcı değil.

- 1970’lerden 1980’lere, Liverpool müthiş bir takımdı, Keagan ve Dalglish gibi iki efsanevî 7 numaraları oldu o dönemde. Bir sağaçık olarak olarak sen nasıl bulurdun onları ve o günlerin Liverpool’unu?

Metin: Valla, doğrusunu söylersem, ne takımları severim, ne sporu severim, ne futbolu severim… Çünkü atılan her gol emekçi kalesine giriyor.

Cenk: Metin abi olaya sert bakıyor. Truva atı olarak görüyor sporu, futbolu…

Metin: Tabii ki. Burjuva rekabet düşüncesinden başka bir şey değil.

- Oscar Wilde, sevdiğimiz şahsiyettir, “futbol işçi sınıfının balesidir” diyor.

Metin: Sporun tarihini, niçin kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiğini, ideolojik bir araç olduğunu görmezsek, söylediğin doğru. Ama senin hayran olduğun nokta, benim her zaman söylediğim şey: Futbol oyun olarak arsada güzel ve temizdir, biz de yıllarca severek oynadık. Ama borsada sistemin sporu vardır, sistemin sporu da sistemden soyutlanarak ele alınamaz. Ve ayna olarak sistemi yansıtır.

- Peki, kapitalizm aşıldığı zaman?

Metin: Aşıldığı zaman böyle bir spor olmayacak.

- Niye olmayacak? İki taşı koyup kale yapıyoruz, bir top uyduruyoruz. Ve oynamaktan zevk alıyoruz.

Metin: Ama o oyun. Oyun olarak kabul. Kurumlaşmış organizasyondan bahsediyorum ben. Bugün zaten bizim mücadelemizin esası o. Oyun özgürlüktür, oyun güzeldir, oyun hoşlanmaktır… Kendisinden başka amacı olmayan bir eylem biçimidir. Ama spor bir iştir. Sporda burjuva rekabet ideolojisi oyunda bulunan bütün güzellikleri ortadan kaldırmış ve burjuva rekabet ideolojisini oraya sarmalamıştır.

- Bu, bugünün endüstriyel, profesyonel futbolu.

Metin: Amatörde de böyle. Sporun amatörü, profesyoneli yok ki.

- Endüstriyel futbolun amatörü, profesyoneli yok elbette. Ama endüstriyel futbol da aşılabilir bir şey. İlelebet böyle gidecek değil herhalde.

Metin: Sporun tarifi şudur: İnsanın insana karşı aletli, aletsiz bireysel ya da takım halinde yaptığı yoğun mücadele, rekabettir spor. Ve kazanmaktan başka bir amacı yoktur.

- Bir takım kursak komşu mahalleyle oynasak…

Metin: Bu söylediğin spor değil, oyun.

- Biz de oyun olarak seviyoruz futbolu.

Metin: Tamam, ama o bir hayal.

- İyi oyuncuları seyretmeyi seviyoruz…

Metin: Tamam. Ama, oyuncu olarak kalamıyorsun ki! Mesela, ben okul takımına girinceye kadar oyuncuydum mahallede. Arkadaşlarımızla sahaya gelirdik, orada takımlarımızı yapardık. Biraz daha öndeki iki kişi adım atardı karşılıklı, sen bir oyuncu alırdın, o bir oyuncu alırdı. Oynamayan yoktu, herkes oynuyordu. Bir takım öbür takıma biraz daha üstünlük sağladığı zaman, hemen takımları değiştirirdik. Maçı bitirmeye karar verdiğimiz zaman, sonuç önemli değildi, gol atan kazanırdı. Okul takımı seçmelerine gidinceye kadar o çocuklarla mahalle arkadaşıydık. Okul seçmelerine beş arkadaş katıldık, bir tek beni seçtiler ve o andan itibaren arkadaşlarımla ilişkim bitti. Okul takımında oyuncu olarak oynamıyorsun. Beden eğitimi öğretmeni bir taktik veriyor, kadroyu yapıyor. Artık orada takım arkadaşın yok, takım arkadaşların rakip sana. Niye rakip? 11 kişi oynayacak, ama takımda 20-25 kişi var. Öbür takım da sana rakip. Okul takımının avantajları da var. Mesela bedavadan sınıf geçme, okul kırma, hava basma… Bir beklentiye başladığın andan itibaren oyun bitiyor, spor başlıyor. Bu sistemde, endüstriyel futbol diye bir şey yok, öyle bir adlandırma uydurma. Spor var, düzenin sporu var, düzenin spor emekçileri var. Endüstriyel futbol olayı çarpıtmadır. Endüstri kelimesini başa koymakla, sanki ileri bir sanayi gibi bir şey gösteriyorlar. Aslında, spor sektörü vardır, spor sektörü de düzenin spor sektörüdür. Amatör kümelere git bak, hiç kimse parasız pulsuz oynamıyor. Beyoğlu Yeniçarşı, benim ilk oynadığım ve başkanlık yaptığım kulüptür. Başkan olduğum dönemde, futbolcuları kulübe üye yapmıştım. Bundan üç-dört yıl önce, o çocuklar yönetimi almışlar, beni aradılar: “Hocam, yıllardır sen bizi nereye çağırdıysan geldik, şimdi de biz seni çağırıyoruz, lütfen bu sene bizi idare et.” Takım Birinci Amatör Küme’deydi. Öyle oldu, böyle oldu, Süper Amatör’e çıktık. Ben hepsi çok sevinecek diye bekliyorum. “Hoca, yaktın bizi” dediler. “Birinci Amatör’de takımı idare etmek için 100 bin lira zar zor buluyorduk, şimdi 300 bin, 500 bin lâzım olacak; o parayı nereden bulacağız?” Amatörlük mü var zannediyorsunuz?

- Zannetmiyoruz. Söylediklerinin hepsi doğru, çünkü futbol da kapitalizmin işleyişi içinde, onun zihniyet dünyası içinde oynanıyor, seyrediliyor. Ama kapitalizm yerçekimi kanunu değil ki. Değiştirilebilir, aşılabilir bir şey. Aşıldığında “düzenin sporu” da, futbolu da başka türlü olmayacak mı?

Metin: O zaman spor olmayacak o. Bedensel kültür eğitimi olacak ya da oyun olacak.

- Oscar Wilde’ın dediğine geldik.

Metin: Arkadaşlar, bakın. 1930’da ilk Dünya Kupası organize edildi, değil mi? Nedeni şu: Olimpiyatlarda profesyoneller oynayamıyor. Profesyonel futbolcular oynayamayınca, kendini profesyonel olarak tanımlamayanların olimpiyatlarda üstünlüğü oluyor. Bu nedenle futbolu ayrı bir turnuvaya götürüyorlar. Ki, 1929 ekonomik bunalımının hemen ertesinde oluyor bu iş. O sırada olimpiyatların kurucusu Baron de Coubertin ne yapıyor? Spor reform bildirisi yayınlıyor. Ve futbolu üç yönde suçluyor. Bir, bedeni aşırı yoruyor. İki, entelektüel gelişmeyi sekteye uğratıyor. Üç, para ve kazanma hırsını, ticaret hırsını yayıyor. Dolayısıyla, diyor, reform edilmeli. Kendine göre bazı reform önerileri getiriyor. Bunlar içinde mesela genç yaşta çocukların maçlarına seyirci alınmaması var… Ama ne oluyor? 1936’da Almanya’da faşist Hitler olimpiyat komitesiyle turnuva düzenliyor. Coubertin küs olarak inzivada ölüyor, modern dönem olimpiyatların kurucusu dediğimiz adam.

Cenk: Ama Metin abi, futbolu kaldırdığın zaman ortada büyük bir boşluk oluyor. Bu “pislik” içinde diyelim, Eric Cantona’nın dediği gibi, “güzel bir pas Arthur Rimbaud’nun bir dizesi gibidir”.

Metin: Kabul. Tamam. Hayal dünyamızı koruyacağız. Ama hayalci olmayacağız. Sonuç olarak, atılan her gol futbol emekçisinin kalesine giriyor. İlk işçi sendikaları 1800’lü yıllardan itibaren spora karşı çıkıyorlar. Diyorlar ki, “burjuvaya hizmettir spora gitmek”. Fabrika takımları kuruluyor. Niye? İşçilerin patrona karşı güçlenmesini engellemek için. İşçilerin arasında sahte bir rekabet yaratıyorlar. Fabrika takımları nasıl saflaşıyor? Bir tarafta patron, işçi, memur… Öbür tarafta yine patron, işçi, memur. Aile görüntüsü veriyorlar fabrikaya. Memur da aileden, işçi de, patron da. İşçi ve memur, patronun evlatları. Sendikalar bildiri yayınlıyor, diyorlar ki, sendikalara bağlı işçiler maça gitmesin. Düşünün, iki fabrika arasında maç yapılıyor. Mesela Tofaş’la Renault maçı… Önce fabrikalardaki işçileri birbirlerine düşürüyorlar. Sonra, mahalledeki değişik kategorileri birbirine düşürüyorlar. Ondan sonra kentleri birbirine düşürüyorlar. Sporla ilgili bugüne kadar bize anlatılanların hepsi palavra. Spor sağlık kazandırır diye düşünüyorsunuz, değil mi? Sağlıklı insanlar mı spor yapar, spor yapanlar mı sağlıklı olur?

- Biz sağlığın değil, zevkin peşindeyiz. Oynamaktan zevk alıyoruz, seyretmekten zevk alıyoruz…

Metin: Oynamaktan zevk alabilirsin, ama seyretmekten zevk alamazsın bu dönemde, çünkü rekabet var orada. Çünkü tribüne gelen seyirci, aslında rekabete geliyor.

Cenk: Zevk için gelenler de var.

Metin: Rekabet olmazsa zevk almıyor ki. Anadolu’da bazı takımlar bilhassa küme çıkmazlar, bazen de bilhassa düşerler. Çünkü rekabet olmadığında, ortadaki bir takımı kimse seyretmek istemez.

- O zaman Şampiyonlar Ligi’ni seyretmememiz lâzım. Ya da şöyle söyleyelim, mesela Beşiktaşlı olmadan da Yusuf’u (Tunaoğlu) seyretmek için Beşiktaş maçlarına gidilebilir. Biz öyle yapardık, Yusuf’u seyretmek zevkti çünkü. Ortada bir rekabet yok, Yusuf’u seyretme zevki var. Çocuklar sokakta oynarken hangimiz durup bakmıyoruz, güzel bir hareket görür müyüz diye.

Metin: ‘80 öncesi döneme kadar, biraz oyuncu sporcular vardı, oyuncu kökenli. Onlar çok sevilirdi. Mesela, Metin Oktay’ı bütün takımların taraftarları severdi, Lefter’i bütün takım taraftarları severdi. Lefter’in hayatında küfür yediğini hiç sanmam. Metin abinin küfür yediğini hiç sanmam. Ama, ‘80 sonrası süreçte, üç büyük takımın taraftarının da hayran olduğu, sevdiği bir tane futbolcu gösterin bana.

Cenk: Yabancılardır daha çok. Hagi, Alex falan…

Metin: Çağımızın dini olarak tanımlanıyor futbol. Futbolun Avrupa’dan sömürgelere yayılması nasıl olmuş?

- Şimdi buradan afyon meselesine gelmeyelim. Ya da gelelim. Marx’ın ünlü sözü, malûm. Ama o zamanlar en yaygın kullanılan ağrı kesici afyondu. Bir de tabii “hayal âlemi” boyutu var afyonun. Afyon mecazından hareketle şunu vurgulayalım: İnsanoğlunun ağrı kesiciye de, hayal âlemine de ihtiyacı var; hep oldu, olacak.

Metin: 1978 yılında Politika gazetesinde sekiz sütuna manşet attım: Kitle sporuna hayır! Gazetede herkes birbirine girdi. (gülüyor)

Politika’da spor sayfasını yapıyordun, değil mi?

Metin: 1978’de, Politika gazetesi yeniden yayın hayatına başladığında, ben de içerde beş sütuna spor sayfasına başlamıştım, sonra sekiz sütuna geçtim, sonra en arka sayfaya geçtim. Okuyucularımız o zaman pek spor okumazdı ama, ciddi ciddi sol içerikli bir spor sayfası ilk defa denendiği için bizim sayfa tutulmuştu bayağı. Nuri Kurtcebe çocukluk arkadaşım, beraber büyüdük. Önce futbolcu olmak istemişti, bizimle gece gündüz top peşinde koşuyordu. Ve rock’çıydı, yazlık sinemalarda aralarda çalardı. Sonra karikatürist oldu, Gırgır’da Gaddar Davut’u çiziyordu. Politika’da beraber çalıştık sonra. O zamanlar spor bakanı vardı, Talat Asal; Refaiddin Şahin diye de Beden Terbiyesi genel müdürü vardı. “Talat Masal Amcayla Komando Refaiddin’in Maceraları”nı çizelim dedim, ben söyleyeyim, sen çiz. Öyle başladık, bayağı da tutuldu. Beden Terbiyesi personelinin sabahları ilk okuduğu gazete Politika’ydı. Çünkü her gün resimli roman olarak Talat Masal’la Komando Refaiddin’i okuyorlardı. (gülüyor)

Wiha Ye Eviniya Me / Böyledir Bizim Sevdamız (Züleyha, “Etnik Dillerde Livaneli Şarkıları”)

Metin: (Türkçe eşlik ediyor) “Duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız…” Saat 23’ten sonra, bulunduğum ortamda devamlı bu şarkıyı söylediğim için etrafımdakiler ezberlemek zorunda kaldılar. İsterseniz size de söylerim. (gülüyor)TV8’de bir program olmuştu, orada bu şarkının bir mısraını söylemiştim, sonra o şarkı çalınarak bitmişti program. (gülüyor) “Kırılsa da kanadımız, asiye çıksa adımız, duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız.” Bizim Cenk’le esas ortak noktamız bu. Bu toplumda ne diyorlar? “Ya topçu olacaksın ya popçu.” Eksik söylüyorlar, bir de aslında yolsuzluklara alet olacaksın, sana verilen oyunu oynayacaksın. Onu değiştirmeye kalktığın zaman açıkta kalırsın. Bu mücadeleyi sürdürmek gerekiyor. Bugün Cenk de, ben de aynı noktada durduğumuz, aynı mücadeleyi devam ettirdiğimiz için birbirimize hiç yabancılık çekmedik. Cenk gibi arkadaşları gördüğüm zaman, heyecanlanıyorum, samimi söylüyorum, “vay” diyorum, “yalnız değilmişiz, yalnızlıkta yalnız değilmişiz hiç olmazsa”. En azından, yanlış değilmişiz, yanlış olmadığımız için yalnız değiliz. Bizim gibi insanlar olduğuna her zaman inanıyorduk, bir devrimci zaten inanır tek başına olmadığına. Belki birbirimizi bulamamışızdır, ama şimdi bulduk işte.

- “Metin Kurt Yalnızlığı” diye bir şarkı yazmak nereden esti sana?

Cenk: “Metin Kurt Yalnızlığı” aslında dört sene önce yazılmıştı anahatlarıyla. Arkadaşlara, eşe dosta çalıyordum bazen. Şarkının adı yayılmaya başlayınca bende hafif stres yaptı, çünkü beklenti yarattı. Şarkı Metin abinin hayatıyla ilgili değil çünkü. Somut bir isim üzerinden bir tavır koymaktı daha çok. Metin abi de bu tavra çok uygun bir isim. Şarkıyı yazarken Metin abi doğal olarak geldi ve söz olarak oraya oturdu. Sonra iş ileri gitti, Metin abinin albümün kapağı olması tartışılmaya başlandı. Kapağı diğer albümler arasında hayal ettim ve tamam dedik, budur. Bizim bu yılda, bu karmaşada kapağımız budur, tamam. (gülüyor)

- Sen nasıl karşıladın “Metin Kurt Yalnızlığı”nı?

Metin: Şarkıdan haberdar ettiklerinde bir araştırma yaptım tabii, kimdir bunlar diye. Hep olumlu şeyler duydum haklarında. “Tamam o zaman” dedim. Sınıfı geçtiler yani.(gülüyor) Cenk değil de başka biri yapmış olsaydı, bu kadar mutlu olacağımı sanmıyorum. Yaptığı mesleğin çelişkilerine rağmen nerede durması gerektiğini bilenler, o yeri kaybetmeden o yoldan ilerlemeye çalışanlar var. Cenk ve Kesmeşeker grubu öyle insanlar. Amerikan fıkraları vardır, kesmeşeker tozşekere ne demiş? “Dağıttın yine kendini, biraz topla” demiş. Cenk’in tüm şarkılarında dağıtan kesime “biraz toplan” çağrısı var. (gülüyor)

- “Böyledir Bizim Sevdamız”ı Kürtçe dinlediğimize göre, biraz da Kürt meselesi hakkında akıl yürütelim mi?

Metin: Kürt meselesi hakkında akıl yürütürken sen yine itiraz edeceksin, ama ben yine de akıl yürüteyim. (gülüyor) Görüşüm şu: Bütün olaylara işçi sınıfının mücadelesi olarak bakıyorum. Sorunlara yaklaşırken de, eğer bu sorun işçi sınıfının mücadelesine bir artı sağlıyorsa, onu doğru bulurum. Artı sağlamıyorsa eksik bulurum. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı var, ama şu da var: İşçi sınıfının kaderini tayin hakkı. İşçi sınıfının tarihsel gelişim sürecine katkı sağlayacaksa o hareketi destekliyorum. Bir hareketin kimin öncülüğünde olduğuna bakarım. Emperyal güdümle, küçük burjuva öncülüğünde bir hareketse desteklemem. İki hata bir doğru yapmaz. Eğer Türk şovenizmi varsa, bir noktada Kürt şovenizmine de gelinebilecek bir durum söz konusuysa, biraz daha dikkatli olmak gerekir. Diyarbakır’da konferanslara konuşmacı olarak giderim. Orada arkadaşlarla da görüşürüm. Ama siyasî çizgi olarak baktığımızda kendimi o harekette yer alacak biri olarak görmüyorum.

- Anadilde eğitime, kültürel haklara ve diğer taleplere ne diyorsun?

Metin: Herkesin anadilini öğrenebilmesi gerekir. Bir solcu başka türlü bakamaz ki olaya. Kültürel anlamda da sömürüye karşı olmak gerekiyor.

- Sen nasıl bakıyorsun Kürt meselesine?

Cenk: “Aşk ve Para” albümümüzde bir şarkı vardı, “Uçurumun Kenarında Dans” diye. “Kusura bakma, duyamıyoruz seni, çünkü meşgulüz öbek öbek ölmekle” diye giden sözleri vardı 1993 yılında. Bir Alman radyosuyla yaptığımız röportajda bu şarkıyı sormuşlardı, Güneydoğu’yla mı ilgili diye. Yeni albümde de “Kim Sessizse O Ağlasın”da “doğmasaydın sen de oralarda” diye giden sözler var. Milliyetçiliğin, şovenizmin insanlığın en büyük ayıplarından olduğu aşikâr. Ötekileştirme, varolmak için yok oluşu desteklemek kabul edilemez. Herkesin köklerine sahip çıkma ve anadilini öğrenme hakkı var.

She Loves You (The Beatles, 45’lik, 1963)

Metin: Beatles’tan özür dilemem gerekiyor. Çünkü ‘60’lı yıllarda çok koyu bir Elvis Presley hayranıydım. Şarkılarını ezbere bilirdim. İngilizce olarak değil, müzik olarak. Sözleri de atlaya zıplaya söylerdik. (gülüyor) Bunlar Elvis’i, bizim kralımızı tahttan indirince kılıçlarımızı çektik. Ama yanlış yere saldırmışız. (gülüyor) Sonradan öğrendim ki bunlar esas bizim sevmemiz gereken adamlar. “She Loves You”nun “yeah yeah yeah”si duyulunca “bu da ne” derdik, berbat gelirdi. İnsan Elvis hayranı olunca… Zaten hayranlık biraz da gözü kapamaktır. Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde okuduğum dönemde, langırt salonları vardı, orada 25 kuruşa çalan 45’lik plaklar olurdu. Paul Anka, Neil Sedaka, The Shadows ve Cliff Richard’ı, “One Way Ticket”ı dinlerdik. Daha sonra Tom Jones… İyi bir dinleyiciydim. Ankara İl Radyosu’nu dinlerdik. İstanbul’dan iyi çekmezdi, ama kısıtlı da olsa dinlerdik. Onu dinlerken de Elvis Presley beklentisi içindeydik. Bana göre Elvis Presley’in bir numaralı şarkısı da “King Creole”dur. (şarkıyı söylüyor) “He sings a song about a crowded hole / He sings a song about a jelly roll” diye gider.

Cenk: Onu Türkiye’de Erkut Taçkın söyler.

Metin: Elvis’in “In the Ghetto” diye bir şarkısı vardı, en sevdiğim şarkılardan biriydi. Filmleri gelirdi, en az on kez giderdik. Bir günde üç matine olurdu, üçüne de bilet alırdık. (gülüyor)

- Beatles şarkılarından en çok sevdiklerin hangileri?

Metin: “Yesterday”i çok severim. Beatles’a kızdığım için Animals’ı seviyordum.(gülüyor) “I’m just a soul whose intentions are good / Oh God, don’t let me be misunderstood…”

Cenk: Abi sen bayağı rock’n’roll’cuymuşsun ya!

- Sen Beatles’cı bilinirsin, değil mi?

Cenk: Çok severim. Liverpool’lu oldukları için Liverpool takımına sempati duyarım.(gülüyor)


- Kesmeşeker’in “İşte Güneş”iyle Beatles’ın Harrison bestesi “Here Comes The Sun”ı arasında bir akrabalık var gibi. Ne dersin?

Cenk: İşin doğrusu, “İşte Güneş”i yazarken aklımda güneş, güneş diye dolanan bir imge vardı, bu da “Here Comes The Sun”dan kalmış bir miras olabilir, çünkü en sevdiğim Harrison şarkılarındandır. Yıllar sonra George Martin de en iyi Beatles şarkısının “Here Comes The Sun” olduğunu itiraf etti. (gülüyor) En iyi cover da Nina Simone’a aittir, bunu da belirteyim. Paul’cü bilinirim, John’u çok severim, ama karakter olarak George Harrison’ı daha yakın hissetmişimdir. Kılık kıyafet olarak da öyle. Bir Harrison paltom var, yıllardır giyerim. Sessiz Beatle, ama farkettim ki dinlemekten en çok zevk aldığım Beatle. “All Those Years Ago”yu hep sevmişimdir. Bu vesileyle, 90’lık Agfa kasedin bir yüzüne James Taylor, öbür yüzüne Harrison’ın “All Things Must Pass”ini çekip, kasedi yürütmeme ses çıkarmayan Turgut Abi’ye saygılarımı sunuyorum. (gülüyor)

- Bir de “beşinci Beatle” var. George Best. O da bir başka “muhteşem 7”…

Metin: Tanımadan hayranı olmuştuk. Bilenler çok anlatırdı. Brian Birch methede methede bitiremezdi. Sırf Birch’ü dinleyerek, seyretmeden hayranı olmuştuk. Birch’ün hocalığını benimsediğimiz için onun bize bahsettiği futbolcuyu görmeden sevdik. Talihsiz sonu da ona sempatimizi artırdı.

Cenk: Karaciğeri değiştirdi, sıfırdan alkole devam etti. (gülüyor) The Wedding Present adlı grubun çıkış albümünün adı “George Best” (1987). Kapağında da George Best’in Manchester United formasıyla şahane bir fotoğrafı var.

Metin: Kitlelerle özdeşleşen ender futbolculardan biri.. Bugün iki türlü futbolcu kullanılıyor: Bir, sadık, yöneticilerine itaati sayesinde bir yere gelmiş. İkinci tip asi, derbeder, sansasyon yaratan. Senin çok sevdiğin Yusuf abi, Sergen o tipe girer.

- Yusuf’la Yılmaz Güney ahbaptı. Yusuf, “Arkadaş” filminde oynamıştı.

Metin: Çok sevdiğim bir abimdi. Mahallede bizimle top oynardı. Onu hayranlıkla izlerdik. Yakışıklıydı. Millî takımda Can (Bartu) abiyle de oynadık. Can abi aristokrat, kendini senin üstüne koyan biridir. Yusuf abi asla öyle değildi. Çocukla çocuk olmak denir ya, öyle biriydi.

Metin Geliyor Metin (Şevket Uğurluer ve Arkadaşları, 45’lik, 1966)

Cenk: Galatasaray plağı mı bu?

- Şevket Uğurluer’in 1966’da yaptığı “Metin Geliyor Metin” şarkısı.

Metin: Bizim dönemimizde abi futbolcular gençlere iki türlü davranırdı. Bazıları kendilerine yanlış davranıldığı için hırsını gençlerden çıkarmak isterdi. Soyunma odasına onlar girmeden giremezsin. Onlar soyunacak, sen bekleyeceksin. Sahada sana bağırıp çağırır, hatta dediğini yapmazsan takımda oynatmaz bile. Bir de gerçekten abi olanlar vardır, Metin abi gerçek abi olanlardan biriydi. Galatasaray Kulübü, biliyorsunuz, Beyoğlu’ndaydı, Metin abi oradan yürümeye başladı mı biz de arkasından giderdik. Ama ona çaktırmadan! O nasıl yürüyorsa, biz de öyle yürürdük. Öylesine sevdiğimiz bir adamdı. Metin abinin maçlarını seyrederken, o yere düştüğü zaman sanki abim, babam düşmüş gibi içim burkulurdu. Onu düşüren adamı dövmek isterdim. Metin abi futbolu bıraktı, beni Galatasaray’dan çağırdılar. Herkes başladı: “Gitti Metin, geldi Metin.” Allah, şimdi Metin abinin ismini nasıl taşıyacağım dedim. Metin abinin ismi o kadar büyük ki! “Benim gol atmam lâzım” dedim, çünkü Metin abi deyince akla gol geliyor. PTT’de yılda bir-iki gol atardım. Galatasaray’da gol atmaya başladım, Metin abiyi gerçek bir aşkla sevdim. Onun incinmesi benim için üzüntü kaynağıydı. Futbolu bıraktığımda, Metin abi benim durumumun kötü olduğunu duymuş, Nuri Kurtcebe’yle bana haber gönderiyor, “Metin bana gelsin” diyor. Neden çağırdığını tahmin ediyorum. Jübile yapmadım, para durumum kötü, bana mutlaka bir şey yapacak. Ya jübile, gece filan ya da Galatasaray zenginlerinden bana bir şey uyduracak. Beni ekonomik olarak sağlama alacak. Bunu bildiğim için gitmiyorum. Bir gün Nuri’yle Gazeteciler Cemiyeti’nde içerken “Bu adam çok gururlu, gelmeyecek. En iyisi biz gidelim, bulalım. Beyoğlu’nda nereye gider” diyorlar. Benim gittiğim yere geliyorlar. Beyoğlu’nda Kadıköy diye Sevgi Abla’nın yeri vardı, oraya giderdik. İçeri girdiğin zaman barı biraz kuytuda kalır, arkadaşlar önden girmiş, ben biraz arkada kalmıştım; sırtıma bir yumruk yedim! Arkamı döndüm ki, Metin abi karşımda duruyor. “Haber gönderiyorum, niye gelmiyorsun” dedi. “Abi geleceğim de…” falan dedim ama… “Bırak şimdi! Ben senin abin değil miyim, sen sadece kendini mi solcu zannediyorsun!” O gece sabaha kadar oturduk Metin abiyle. Söz almadan gitmek istemiyor. Sonunda “tamam” dedim. İllâ bana para kazandıracak… Öncesinde yaşanmış daha önemli bir olay var. Sheraton Oteli yeni açılmıştı, roof’u çok güzeldi. O zaman nişanlıydım. Galatasaraylı Suphi vardır, o da nişanlı, nişanlılarımızı aldık, oraya gittik. Şen şakrak içeri girdik. Bir baktık, Metin abi barın köşesinde oturuyor. Metin abiyi görünce hemen topukladık, tam asansöre bineceğiz, şef garson geldi, “beyler, Metin Bey sizi bekliyor”. Şef garson bizi bir yere oturttu. Biz bir sipariş vermedik, fakat her şey geliyor, masada kuş sütü eksik. O zaman kredi kartı falan yok. Suphi’ye sordum, “sende ne kadar para var, hesabı ödeyebilecek miyiz, rezil olmayalım”. Hesabı ödemeye gittik, şef garson “Metin Bey hesabınızı ödedi” dedi. “Metin abi nerede” dedik. Bizi çağırmış, siparişleri vermiş, arka taraftan kaçmış. Böyle bir abi!

- Neden kaçıyor?

Metin: Biz Metin abinin yanında içki içebilir miyiz! Biz Metin abiyi gördüğümüzde çarpılmışa dönüyorduk zaten. Sporcular Sendikası olarak geleneksel bir turnuva düzenleyeceğiz. İlk yıla Metin Oktay adını koyacağız. Deniz Gezmiş asılmasın diye imza verenlerden biri de Metin abidir.

Cenk: 12 Eylül rejimine karşı Aydınlar Dilekçesi’nin imzacıları arasında ayrıca.

- Vefat ettiği gece, Ortaköy’deki Ziya Bar’da demlenirken, birileri yanına gelip “o golleri nasıl atıyordun” muhabbeti açıyor. Metin de “golleri boşverin, ben size bir şiir okuyayım” diyor. Ve Nâzım’dan bir şiir okuyor. Olayın tanıklarına sorduk, “hangi şiir” diye, “o gece fazla kaçırmıştık, hatırlamıyoruz” dediler.

Metin: Okuduğu şiiri tahmin ediyorum, çünkü o hikâyeyi ben de duymuştum. Okuduğu şiir şu: “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim! / Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen toprak / Bu cehennem, bu cennet bizim! / Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın / Yok edin insanın insana kulluğunu / Bu davet bizim! / Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim!”

- Bir de Çetin Altan’a bozuk atması anlatılır. Rivayete göre, şöyle demiş: “Hepimizi sosyalist yaptın, sonra da çekip gittin.”

Metin: Bizim daha sonra duyduğumuz bir şey var. Metin Oktay çocukken İzmir’in en büyük futbolcusu Vahap Özaltay’dı. Vahap Bey vefat edince ailesi zor durumda kalıyor, Metin Oktay İzmir’e gidip aile için yardım topluyor.

- Vahap Özaltay siyahî olduğu için o tarihlerde millî takıma alınmadığı doğru mu?

Metin: Öyle söylenir. Yurtdışında oynayan ilk futbolcumuzdur. Çok büyük, çok usta golcüymüş. Belki de Metin Oktay’ın benzemek istediği futbolcuydu. Metin abi fazla konuşan bir tip değildi. Bakışlarıyla anlatırdı. En sık kullandığı cümle “I love you” idi. Merhabalaştığı herkese öyle derdi, “I love you”. Sendikamızın ilk 1 Mayıs eylemi için Metin abinin posterini basacağız. Arkadaşlarımıza anlattığımda, hiçbiri itiraz etmedi. İçimizde Fenerbahçelisi de, Beşiktaşlısı da var. Niye Metin Oktay diye tartışılmadı bile.

Santa Maradona (Mano Negra, “Casa Babylon”)

Cenk: Kim bunlar?

- Mano Negra. Manu Chao’nun eski ekibi.

Cenk: Manu Chao İstanbul konserinde sahneye Galatasaray formasıyla çıkmasıyla ayrı bir yer edinmiştir kalbimizde. (gülüyor) Maradona’yla ilgili şarkı yapması şaşılacak bir durum değil. Ona yakışır. Bu arada, bilmem biliyor musunuz, Maradona’nın bir şarkıcılık kariyeri var. Hatta Youtube’da görüntüsü var. Arjantin’de bir barda grup çalıyor, o da çıkıp şarkı söylüyor. İspanyolca söylüyor, kendi adına yapılmış bir şarkı. Maradona’nın “beni Kübalı doktorlara emanet ediniz” lafı son dönemde duyduğum en iyi laflardan biri. (gülüyor) Maradona, Metin abinin anlattığı ikinci tip futbolculardan.

Metin: Tam olarak öyle değil. Maradona’nın verdiği mesaj doğru mesaj. Aynı mesajı Sergen’den bekleyebilir misin? Belki ileride Arda’dan bekleyebilirsin.

- Bekleyebilir miyiz hakikaten?

Metin: Belki diye düşünüyorum. Onda bir potansiyel görüyorum.

- Kürt meselesinde bir çıkış yaptı, ama sonra geri adım attı.

Metin: Belli bir noktaya gelmeden böyle bir mücadele yapmaya kalksaydım… Benim mücadelem 1970’te başladı. ‘70’e kadar yine illegal mücadeleler yaptım, ama ortaya çıkmamıştım. Mücadeleye girdiğim anda bireysel gözüküyordu, ama bireysel değildi. Arda bireysel olduğu, yeterli bilgiye sahip olmadığı için geri adım atmak zorunda kaldı. Latin Amerika’daki devrimci kültürün sporcuları etkilemesi çok daha kolay.

- Kritik tartışmaya gelelim. Maradona mı, Pele mi?

Metin: Bir kere Pele, Viagra reklamı yapan ve kendini pazarlayan biri. Bu soruya karşıyım. Hakan Şükür mü, Metin Oktay mı denmesine benziyor.

- Soru sadece atletik performans anlamındaydı.

Cenk: Ben Maradona derim!

- İstatistikî olarak Pele daha iyi. Dört dünya kupası, üç şampiyonluk, 1300 civarında gol. Saha içi performansı benzersiz. Bunu teslim edelim, gerisi aynen Hakan Şükür – Metin Oktay olayı.

Metin: Pele, Cosmos haricinde ülkesinin dışında bir yerde oynadı mı? Maradona en zor ligde mücadele etti. Maradona futbolcu olarak da tartışmasız.

Cenk: Pele is good. Maradona is better. George is best. Metin is left. Böyle diyorum.

Metin: Pele, egemenlerin adamı. Kendini ve futbolculuğunu pazarlayan biri. Bu soruya, bu iki ismin yan yana getirilmesine de karşıyım. Viagra reklamı yapan bir adamla Maradona’yı yan yana nasıl getirirsin? Bilmemne cemaatinin reklamını yapan bir adamla Metin Oktay’ı yan yana getirebilir misin?

- Peki abi, kızma. Sorulmamış sayalım.

Metin: Hangi futbolcunun yerinde olsaydın hangi demeci verirdin diye sorulsa, ben Tanju’nun veya Hakan’ın yerinde olmak isterdim. Bir tek şu açıklamayı yapmak için: “Tek kral vardır, o da Metin Oktay’dır.”

Shaktar Donetsk (Joe Strummer & The Mescaleros, “Global a Go-Go”)

Cenk: Ses çok tanıdık.

- Bugün ikinci defa dinliyoruz, o kadar tüyo verelim…

Cenk: Bu Joe Strummer değil mi?

- Evet. 2000’lerde kurduğu grubu Mescaleros’la. Şarkının adı “Shaktar Donetsk”.

Cenk: Lucescu!

- Evet, Lucescu’yu konuşalım diye çaldık. Şarkı, Shaktar taraftarı Makedon bir göçmen çocuğun hikâyesi…

Cenk: Joe Strummer bu işte. Bir İngilizin, prömiyer lig dışında bir takıma, bir Ukrayna takımına şarkı yapması! Takdire şayan bir hareket… Shaktar Donetsk ismini eskiden de duyardık, ama Lucescu çalıştırmaya başladıktan sonra Şampiyonlar Ligi’nde, UEFA’da seyretmeye başladık. Shaktar’ı çok iyi bir yere getirdi… Hatta İstanbul’da UEFA finalinde oynadılar ya Werder Bremen’le, o maçta Shaktar’ı desteklemiştik tabii ki. Nitekim, sağolsunlar, aldılar maçı. Lucescu’yu Türkiye’ye gelmiş antrenörler arasında apayrı bir yere koyuyorum. “Takımı nasıl oynatıyorsun” sorusuna “Nietzsche taktiğiyle oynatıyorum” demişti.

- Nietzsche taktiği neymiş?

Cenk: Onu bizim basın deşmemişti. (gülüyor) Nietzsche taktiği sözü yetti zaten. Fotospor mu, Fotomaç ya da Fanatik mi, emin değilim, kutu içinde “Nietzsche kimdir?” diye açıklama yapmışlardı. Oraya soktu yani Nietzsche’yi. Lucescu her şeyden önce entelektüel bir adamdı.

- Liverpool maçına gittiklerinde Beatles müzesine götürmüş Galatasaraylı topçuları.

Cenk: Öyle yanları vardı. Beş dil bilen, felsefeden falan konuşan bir adam. Türkiye’de çok saldırıya uğradı. Bizim basının bütün şovenliği orada ortaya dökülmüştü, adama Çingene dediler, şopar dediler, demedikleri kalmadı. Ama Lucescu olgun insan, hiç takmadı. Kadri kıymeti bilinmemiş bir adamdır. Galatasaray’dan alacağını bırakıp gitti, bayağı yüklü bir paraydı. Sonra Beşiktaş’ı şampiyon yaptı. Oradan kovuldu, gitti Shaktar’ı yoktan varetti.

- UEFA şampiyonu yaptı. Daha ne olsun?

Metin: Çok önemli felsefî bir sözü vardı. Köpekler, atlar… Nasıldı o?

Cenk: “Köpekler istiyor diye atlar ölmez.” Romen atasözüymüş.

Metin: O söz yeter.

- Galatasaray’ı gayet vasat bir kadroyla, toplama bir takımla şampiyon yapmıştı…

Metin: Eşantiyon verilmiş iki futbolcu vardı, sağbek Peres, solbek Victoria.

- Orta sahada Uruguaylı tekaüt Fleurquin…

Cenk: Bir de Bülent Akın vardı…

- Lucescu o kadroyu Şampiyonlar Ligi’nde ilk sekize soktu. O başarıyı elde eden çıkmadı hâlâ.

Metin: Özür dileyerek bir şey söyleyeceğim. Mesela, Şenol Güneş niçin bu ülkede bir Fatih Terim gibi olamadı? O da en az Fatih Terim kadar başarılara sahip.

Cenk: Basın onun saçını tarama tarzına takmıştı. Fatih Terim’inki İtalyan tarzıymış.(gülüyor) “Dünya Kupası’nda böyle saç mı taranır” diye başladılar… “Avrupa takımıyla karşılaşmadık, babam da çıkar yarı finale” dediler.

Metin: Ben onun başarısında, başarısızlığında değilim. Medyanın ölçüsü başarı, ama sadece o da değil, başka şeylere takılıyorlar. Lucescu’ya da cephe aldılar, çünkü medyatik olmadı adam. Brian Birch niye kovuldu? “Futbolda mafya düzeni var” dediği için.

- Lucescu da aynen öyle dedi, tefe koydular.

Cenk: İpini ondan sonra çektiler adamın.

Metin: 1974’te, üst üste dördüncü şampiyonluğa gittimiz sezonda, Brian Birch’ü Bolu’da dövmeye kalktılar, ondan sonra gözaltına aldılar. Birkaç futbolcuyla birlikte gece nezarette kaldı, sabah serbest bırakıldı.

- O Bolu maçı büyük hadiseydi. Saha içinde olanlar ayrı, saha dışında olanlar ayrı rezaletti.

Metin: Dördüncü sene şampiyon olacaktık. Bolu’da engellediler. Tezgâh orada kurulmuştu. O sene de geçen seneki gibi şampiyon oldu Fenerbahçe.

- Böylece geldik son parçanın mevzuuna…

Şiki Şiki Baba (Ferdi Tayfur, Kemal Sunal’lı “Atla Gel Şaban” filminden)

Cenk: (parçanın ilk notalarında) Bu “Şiki şiki baba” gibi…

- Ta kendisi.

Metin: Hint müziği değil mi bu? Biz çocukken bir ara Hint filmleri modası vardı. Bunların en akıllarda kalanı “Avara” adlı filmdi. Raj Kapoor söylerdi… (“Avaramu”yu mırıldanıyor)

- “Şiki Şiki Baba”yı çalma sebebimiz şike işleri…

Metin: Aslında, şikenin ağababası bu spor organizasyonunu yapanlar, düzenleyenler. Bu iş organize edilmiştir. Ortam böyledir. Kulüp başkanı niçin kulüp başkanı oluyor? Takımı şampiyon yapsın diye. Hepimiz biliyoruz ki, sonuçlar sadece yeşil sahalarda alınmıyor. Bir ülkede rüşvet varsa, sporda şike vardır; şike, rüşvetin spordaki adıdır. Yakalananları vardır, yakalanmayanı vardır. Belki son olaylarda başka amaçlar da güdülmüş olabilir. Bazılarının kurban da olabileceğini düşünüyorum. Bu gidişin sonunda Elarabi Fener diye bir takım çıkabilir ortaya. (gülüyor) Artık uluslararası sermayenin en önemli amaçlarından biri, onları güçlendiren alanlardan biri futbol.

- Şike davası nereye bağlanır sence?

Metin: Nereye bağlanırsa bağlansın, hiç farketmez. Hangisi temiz? Tencere dibin kara, seninki benden kara… Sporda şiddet yasası niçin çıktı? Sporu korumak için mi, yoksa yöneticileri korumak için mi, özellikle siyasîleri? Başbakan basketbol maçında da ıslıklandı, Arena’nın açılışında da ıslıklandı. Bazı kulüp başkanları, yıllarca piyon olarak kullandıkları taraftar gruplarından rahatsız olmaya başladılar. Taraftar grupları kendi kimliklerini ortaya koymaya başladılar çünkü. Bu yasa sporu temizleme yasası değil, tepkileri öldürme yasası. Bugün trilyonların döndüğü bir sektör bu. İş kanunları sporculara uygulanmaz maddesi var ya! Sporcu kulübün emir ve talimatlarına uymak zorunda! Seni kampa çağırdığı zaman, gitmek zorundasın. Halbuki beni kampa aldığı zaman mesai vermesi lâzım. Kulübün aleyhine konuşamazsın, yönetici aleyhine konuşamazsın. Kulübün emir ve talimatlarına uymak zorundasın! Bank Asya’da falan uygulanıyor, antrenörler maçtan sonra demeç vermek zorundalar. Mecbur. Ben o kadar reklam panosunun önünde niye konuşmak zorundayım kardeşim? Genel kural vardır, maçtan sonra 24 saat antrenör konuşmaz, çünkü o durumda yanlış konuşabilir. O ortamda “ben konuşmak istemiyorum” diyemiyorsun. Cezası var konuşmamanın.

- Federasyon seçimine ne diyorsun? Yıldırım Demirören “UEFA kimmiş, Avrupa şampiyonalarına üç-beş sene katılmasak da olur” dedi ve federasyon başkanı seçildi. Üstelik, şike soruşturmasında adı zanlıların arasında geçiyor.

Metin: Bence bir tek kişi federasyon başkanı olsaydı bu işin içinden çıkardı. Demirören’in yerine Demirel’i yapsalardı, bir formül bulurdu. En kötü ihtimalle “var mı bunun başka izahı?” derdi, çıkardı işin içinden. (gülüyor) Sorulan sorulara değil de, kendi sorularına yanıt verecek bir adam gerekiyordu; Demirel uygun olurdu, “fevkalâde yanlış yapmışlar” derdi. (gülüyor) Demirel başbakan, Mahir’ler hapishaneden kaçmış. Demirel’in henüz haberi yok. Koşarak yanına geliyorlar, haberi veriyorlar. “Ne diyorsunuz?” diye soruyorlar. “Fevkalâde yanlış yapmışlar” diyor. (gülüyor)


Cenk: Sıkı Beşiktaşlı arkadaşlarım bana, sekiz gol atmanız gereken maçta sekiz gol atarak şampiyonluk ne iş falan derler arada. Haklı olabilirler, mantıklı bir açıklaması yok çünkü. Geçen sene de kirlenmeyecek kadar aşağıda olduğumuz için temiz kaldık belki. Gerçi Metin abiyle tanıştıktan sonra taraftarlık algımızda bayağı değişiklikleroldu. Eskisi gibi maç seyredemiyoruz artık, iyi mi oldu, kötü mü oldu, bilmiyorum. Arada iddia oynuyorduk, ondan da kıllandık. Bu kadar manipülasyona açık, para konuşur bir ortamda temizlik ham bir hayal. Ama işte bizim de yöneticileri değil, oynayanları sevmek gibi bir huyumuz var. Yoksa ilkgençliğimizin bir bölümü tarumar olur.Hani Rolling Stones’un dört şarkıda playback yaptığı anlaşılınca Stones fanları “Depeche Mode’u canlı seyredeceğimize, Stones’u playback seyrederiz” demişler, durum biraz böyle. (gülüyor)

Metin: Ayın 22’sindeki eyleme bekliyorum hepinizi, haberiniz olsun. UEFA toplantısını protesto edeceğiz.

- Dinamo Express olarak tam kadro orada olacağız. Söz.

Bir+Bir Söyleşi: Yücel Göktürk


*****     *****     *****     *****     *****     *****


'Yeni Metin Kurtlar Vereceğimiz Mücadeleyle Ortaya Çıkacaktır'

"Bence dinde yobazlık neyse futbolda fanatizm odur" 
Metin Kurt

Metin Kurt abimiz aramızdan ayrıldı ya, şimdi kendimizi biraz daha yalnız hissediyoruz o ceza sahasında. Futbolda artık yalnızlığımız paylaşabileceğimiz Socrates'ler, Metin kurt'lar yok. O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gitmişler. Onların nesli tükenirken, ahmakça bir fanatizm yarışıdır sürüp gidiyor...

Kendisiyle "spor emekçileri sendikası"nın kuruluşu ilan ettiğinin ertesi günü Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde biraz laflamıştık. Bir röportaj çıkmıştı ortaya. Sendika şu an ne durumda bilmiyorum ama onun öncülüğündeki bu girişimlerin sonuçsuz kalmaması sanırım isteyeceği tek şeydir.

"Günümüzde Türk futboluna baktığınız zaman ne görüyorsunuz?" sorusuna, "Bir batakhane görüyorum, gençleri yutan bir batakhane!" cevabı veren Metin Kurt abimizin devrimci bir hücre olan yüreği bugün itibariyle durmuş. Nazım'ın da dediği gibi "Sınırlarda(çizgide) yaşamak yaşamaksa eğer, desenize ben ölümsüzlüğe uyanmışım..."

Mücadeleniz, Spor Emek-Sen ile yeni bir sürece evrildi. Bu faaliyet içerisinde temel amaçlarınız nelerdir?

Bizim esas mücadelemiz sistemledir. Bugün sporda şike yoktur, doping yoktur, mafya yoktur, şiddet yoktur, ırkçılık yoktur diye iddia edebilir misiniz? Hepsi vardır. İşte bunlar sistemin sorunudur. Biz bu sistemde ezilen kesimi bir araya getirip onların özgürleşmesini sağlayacağız. Bu konuyu daha geniş bir tabana yayabilmek için de devrimci spor emekçileri sendikasını kurmak zorunda kaldık. Anayasala haklarımızı, evrensel haklarımızı sağlama almak onları güvence altına almak için örgütleniyoruz. Emekçinin en büyük silahı örgütlü olmaktır. Bugün eğer Türkiye’de spor emekçileri bu doğal haklarından bile yoksun bırakılmışsa, yöneticilerin iki dudağı arasına bırakılmışsa bu örgütsüzlükten kaynaklanıyor. Yürüdüğümüz yol belli,12 Eylül öncesi de denedik ve başarmıştık. Eser Özaltındere İstanbul başkanlığı yaptı. Beşiktaş sorumlusu Mehmet Ekşi, Trabzon sorumlumuz Şenol Güneşti.

Peki, ne gibi somut adımlar atılacak?

Öncelikle spor-iş yasasını çıkartmak için mücadele edeceğiz. Zengin ve son model otomobillere binen futbolcu/sporcu modeli yalnızca tavandaki bir avuç azınlık. Esas olarak, sömürüye açık, bugünleri ve yarınları yöneticilerin/patronları iki dudağı arasında olan geniş bir kesim var. İşte biz, tabanda yer alan bu spor emekçilerini örgütleyeceğiz. Bunlar devasa spor sektörünün sesi çıkmayan emekçileridir. Bu kesime yönelik bir kanun yok. İş kanunu bile sporculara uygulanmaz deniyor. Halbuki, sporcularda tam gün çalışıyor. Öncelikle spor emekçileri bir araya gelmeli ve spor iş yasasını çıkartılması için uğraş vermelidir. Çünkü gerçek güvenceleri spor iş yasasıdır.

- Spor-iş yasasının çıkması ne gibi bir kazanım olacak?

Kanun çıktığı zaman sporcu parasını alacak. Normalde nasıl işçi ücretini alamadığı zaman mahkemeye başvurup alabiliyorsa aynı şekilde spor emekçileri de alacak. Bugün hukuk sisteminde bu konuyla ilgili yasal bir boşluk var. Futbol üzerinden gidelim. Başkanlar ve yöneticiler kulüpleri kendilerine borçlandırıyorlar ve bu sayede uzun yıllar orada yöneticilik yapıyorlar. Sporculara da istedikleri gibi davranabiliyorlar. Spor-iş yasasıyla bu boşluk doldurulacak. Patron patronluğunu bilecek, işçi emekçiliğini bilecek. Kulübün bütçesi bu kadar az ise neden hovardalık yapıyorsun, neden kulübün geleceğini ipotek altına alıyorsun? İş kanununda bunlar belirtilecek. Çalışmalarımızı başlattık. Bizim amacımız, bu hukukun yerine gelmesi. Sorunları biliyoruz, haklarımızı biliyoruz. Bunların yasal güvence altına alınması için hukukçularımızla çalışıyoruz. Tabanı örgütleyeceğiz, tabandan aldığımız güçle üst düzey yöneticilere çıkıp, bunun kanunlaşmasını isteyeceğiz.

- Yöneticiler/patronlar keyfi davranamayacak yani…

Aynen öyle. İş kanunu olmadığı sürece bu düzen böyle sürecektir. Sporcu örgütsüz olduğu için mevcut duruma katlanmak zorunda. Örneğin, sporcunun sözleşmesinin son senesini girildiğinde kulüp diyor ki ‘ya sözleşmenin bizim istediğimiz şarlarda uzat ya da seni oynatmayız’… Bu durum büyük bir sömürü örneğidir. Spor emekçiler birlikte hareket edecek. Biz bu devrimi gerçekleştireceğimizi düşünüyoruz. Çünkü yeterli birikimimiz var, deneyimimiz var, geçmişte yaptığımız çalışmalardan sonra bu alanın nasıl dönüştürülmesi gerektiğini, nasıl bir örgütlenme çalışması yapabileceğimizi biliyoruz. Buna uygun kadrolarımızda var şu anda. Ama bütün isimleri şu aşamada açıklama durumumuz yok.

- Bir de amatör-profesyonel ayrımı var…

Amatör dedikleri sporcular bize göre sözleşmesiz güvencesiz spor emekçileridir. Profesyoneller ise sözleşmeli güvencesiz sporcudur. Aynı işi yapıyorlar. Gelirleri farklı ama güvencesizlikleri aynı. Yani, düzenin sporu düzenin spor emekçileri var. Sporun amatörü diye bir şey yoktur. Bu düzen içerisinde spor iş yasası ile bunları sosyal güvenceye kavuşturmak esas amacımız. Milyonlar kazanan adamın sendikada ne işi var diyorlar. Biz onlar için kurmuyoruz ki zaten. Tabandaki spor emekçisin sorunlarını çözmek için örgütlendik Bu örgütlenmeyi tamamladığımızda bizde de İtalya’daki gibi sporcu grevleri olacaktır.

- Peki bu mücadele her branşın kendi sendikasını kurmasına evrilebilir mi?

Daha sonra olabilir. Oraya giden bir kapı açılacaktır. Ama şimdi hep beraber hareket etmemiz gerekiyor. Spor iş yasası tüm spor emekçilerini ilgilendiriyor. Bütün branşlarda sendika kurulur ve bir konfederasyon örgütlenir. Spor iş yasasını çıkartmak için önce bir araya gelmemiz gerekiyor. Bunu başardıktan sonra herkes kendi sendikasını kuracaktır. Güçleri bölmemek lazım. Spor iş yasası taslağı hazırlanacak, işin uzmanlarıyla bunlar değerlendirilecek, sempozyumlar vs. ile geniş kitlelere ulaştırılacak, diğer ülkelerdeki deneyimlere bakılacak. Bugünkü hükümet bizim hazırladığımız taslağı elbette ki hemen kabule etmeyebilir. Ama bu bir mücadele sürecidir.

- Toplumsal muhalefetin gelişmesine katkıda bulunacak mı peki?

Ben inanıyorum ki, bizim spordaki örgütlenmemiz, eminim şu anda örgütlenme konusunda geriye düşmüş devrimcileri, ilericileri, sosyalistleri yeniden atağa kaldıracaktır. Bunun bir model olabileceğini düşünüyoruz. Spor emekçileri sendikası olarak elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Sporcuların herhangi bir sorun karşısında kapısını alabileceği bir adresi yaratıyoruz. Spor emekçisi kavramını, sporun bir iş kolu olduğu kavramını, bunun yasalaştırılmasını sağlamak sporda devrimin başlangıç noktasıdır. Sporcuların sisteme sorgulamaya ihtiyacı var. Onları başlatacak nokta bu faaliyetin kendisidir.

- Sporcu ve solcu olmak bir çok sporseverin görmek istediği bir şey aslında…

Geçtiğimiz günlerde Bursasporlu Ivan Ergiç’le bir paneldeydik. Beni medyadan tanıyormuş, sendikal faaliyetlerimiz biliyormuş. Kendi ülkesinde felsefe eğitimi almış ve gerçekten derin bir bilgiye sahip olduğu belli oluyor. Sistem içerisinde şunu itiraf edecek kadar dürüst: Biz gereğinden fazla para alıyoruz. Doğru söylüyor. Onlara verilen trilyonlar sabah 6 da kalkıp işine gitmek zorunda olan emekçilerin emeğini bir karşılığıdır, aslında. Milyonlarla genç bugün , sporcu olmak umuduyla, sınıf atlamak umuduyla yaşıyor. Bunları sevk eden şey sistem içerisindeki bu idollerdir. Zengin futbolcuların geride kalan yoksul hayat hikayeleri efsanesi… Solcu sporcular, endüstriyel futbolun bu ayak oyunlarını deşifre edecek kimselerdir bana göre.

1970’li yıllarda ben Galatasaray forması giyerken temdit uygulaması vardı. Mukavelem bitmişti ve kulübe gittim. ‘Sana 110 bin lira vereceğiz’ dediler. ‘Peki dedim bana sormayacak mısınız kaç para istiyorum diye?’. Bunu üzerine ‘Niye soralım ki’ dediler, ‘senin mukaveleni yapar, maaşını yatırır, sözleşmeni uzatırız.’ O zaman beni niye çağırdınız dedim, ben kabul etmiyorum sizin teklifinizi ve bunu protesto etmeliyim dedim o an. İlk defada sakallarımı bunun için uzattım.

Tavandaki 3-5 sporcu değil taban örgütlenecek. Atılan hiçbir şut emekçilerin kalesine girmeyecek. Biz önce sporcuları örgütleyeceğiz sonra hukukçularımızla hazırladığımız taslaklardan sonra idarecilerin kapısını çalacağız.

Biz sporda devrimi gerçekleştireceğiz derken, tabanı örgütlemekten bahsediyoruz. Spor işi yasası sporda devrimin değil başlangıcın bir ifadesi olacaktır. Sonuç olarak BirGün mutlaka…

Endüstriyel futbol futbolcuları birbirine düşmanca rekabet eder hale getirdi.

Sen yöneticiye sesini çıkaramazsın ama onlar senle istediği gibi oynarlar. Başvuracağın, hakkını arayacağın bir mecra yoktur. Örgütsüz olduğun için mecburen itaat edeceksin.

- Başka Metin Kurtlar var mı?

Olmamasının nedenini araştıralım. 68 kuşağından ağabeylerimiz benimle iletişim kurmasaydı, tartışmayı, okumayı bana aşılamasalardı, gerektiğinde benim Avrupa’dan getirdiğim kitapları çevirip tartışmalasalardı, Metin Kurt Metin Kurt olmazdı; bende sıradan bir futbolcu olurdum.

12 Eylül öncesinde spor arenalarında demokrat sporcular vardı. Faşist ve dinci gerici sporcular geri plandaydı. Spor bugün gericileşiyor. Gericilerin egemenliği söz konusu. Federasyonlarda ilerici insanlar, işin ilmini bilen insanlar vardı. Sporda faşistleşme gericileşme süreci Refaattin Şahin’in Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’ne getirilmesiyle başlamıştır. 1979 yılında 2. Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde başladı. İlk yaptığı iş, tüm devrimci ve ilerici diye tanımlanan spor akademili öğrencileri yerlerinden uzaklaştırmak oldu. Yerlerini işi bilmeyen ve daha az yetenekli olsa da kendi adamları olan kimseler geldi. Bütün su başlarını tuttukları için, bu arada darbe ile solda gücünü yitirdiği için meydan gericiler kaldı. Yeni Metin Kurtlar vereceğimiz mücadeleyle ortaya çıkacaktır.


BirGün Söyleşi: Kemal ILIKKAN