ORTA SAİFE


EĞİTİM PARASIZ MIDIR? - 2

Geçen sayımızda bir girişle beraber, bazı önemli noktaları açıklamıştık. Yine geçtiğimiz sayıda ‘Parasız Eğitim’ sorunsalının bazı temel ama önemli başlıklar ile incelenmesi gerektiğini ve bizimde öyle yapacağımızı belirtmiştik. Bu başlıklardan ilki ve belki de en önemlisi: Barınma. 

BARINMAK YA DA BARINAMAMAK 
Başlık sanki tiyatral bir metinden kopup gelmiş gibi dursa da, aslında tam olarak sorunun özeti. Bu konu ile ilgili yazılan her yazıda olduğu gibi bu yazıya da barınmanın bir hak olduğunu ve barınma hakkının insan hakları evrensel bildirgesi ile çeşitli anlaşmalarca temel haklar kapsamında sayıldığını söyleyerek başlayalım. Evet, kelli felli adamlar, büyük devlet yöneticileri oturmuşlar ve insanların kafasının üstünde bir dam olması gerektiği kararına varmışlar… Barınma hakkı vardır demek aslında yeterli olmuyor. İnsani şartlar altında, güvenli ve huzurlu şekilde barınma hakkına sahip olmak gerekiyor. 

Günümüz dünyasında ise kelli felli adamların varisi olan kelli felli adamlar maalesef verdikleri sözü tutmuyor. Binlerce insan aç ve açıkta, kentsel dönüşüm adı altında uygulanan yağma ve talanlar ortada ve biz öğrencilerin iç sızlatan durumu da var tabi. Bu yazı yeri gereği sadece biz iç sızlatan öğrencilerin durumundan bahsedecek. 

Lise hayatımız boyunca ders peşinde, dershane peşinde koşarız. Son sene yaşamayı askıya alır adeta test kitapları ile yek vücut oluruz. Sonra birkaç saatlik sınavlar ile 12 yıllık eğitimin hesabını veririz. Birkaç ay geçer ve bir yerleri kazanırız, kayıt zamanı gelir ve üniversitenin bulunduğu şehre gider ve kayıt yaptırırız. Peki ya sonra? Sonra hemen kendimize kalacak yer ararız, kolay değil koca 4 yıl geçirilecektir bu yabancı şehirde ve bir an önce barınacak bir alan bulunmalıdır. Karşımıza ilk seçenek olarak devlet yurtları çıkar. Devlet yurtları, bizim barınma denklemimiz içerisinde kilit bir konuma sahip olmakla beraber aynı zamanda devletin çok bilinmeyenli bir denkleminde de kilit öneme sahiptir. Devlet büyükleri her sene üniversite kontenjanlarını –mezun olan milyonlarca kişinin işsiz olmasına rağmen- arttırır. Fakat buna karşılık nedense yurt kontenjanlarını arttırmaz. Yani çocukların sahibi olan devlet, onların geleceklerini kötü ellere teslim etmeyiz diyen devlet biz çocukları sokağın ortasına atar adeta. Bu durum akıllarınızda soru işareti yarattıysa dahası var! 

Kontenjanların yeterli olmamasından dolayı devlet yurtlarına asil olarak değil, yedek olarak yarleşirsiniz. Eğer şanslıysanız birkaç ayda gelir, şanslı değilseniz asla gelmez yurt sıranız. Hoş yurda yerleşseniz de nitelikli ve sağlıklı bir ortamla karşılaşmayacağınız kesin. Küçük olan 6 ile 8 kişilik odalar, haftada bir yapılan temizlik, bozuk duş ve tuvaletler, yemekhanelerde porsiyonu küçük olmasına karşı fahiş fiyattan satılan yemekler, sanki 5 yaşındaki çocukmuşsun gibi gece 12’den önce yurtta olma kuralı, kadınlar ile erkekler arasında yapılan dayanılmaz ayrımcılık ve daha bir sürü sorun… 

Yani yurt, seçeneğin olsa bile başlı başına bir sorundur. Zaten ilk 6 ile 12 ay arası öğrencilerin çoğu, yurttan daha rahat olan ev ortamına ayrılır. Yurdun tek yararlı yanı ev arkadaşı elde edebilmeni sağlamasıdır. 

Devlet yurdu gibi bir seçeneğin yoksa özel yurtları denersin. Özel yurt fiyatları çok yüksek olmakta ve devlet yurtlarında sağladığı çoğu ekonomik avantajı sağlamamaktadır. Örnek olarak özel yurtların çoğu yemek vermez, verse de yüksek fiyatlardan verir. Özel yurtlarda da sıkıcı disiplin kuralları mevcuttur. Ama çoğu özel yurt, koşullar açısından devlet yurdundan iyidir ama parası olana. Dediğimiz gibi özel yurtlar pahalıdır. 

Okula kayıt olurken şöyle etrafına baktın mı hiç? Bizi demiyorum; elbette yardımına koşan ilerici, aydın ve en önemlisi örgütlü gençleri görmüşsündür. Ama bir de sürekli sırıtan, sırıtırken yanına sinsi sinsi yanaşan badem bıyıklı abiler ve başı örtülü ablalar da görmüşsündür. Eğer onlar etrafında ise o ortamdan uzaklaş. Çünkü amaçları seni tam anlamıyla kafeslemek. Şüphesiz devletin üniversite kontenjanlarını artırırken, yurt kontenjanlarını arttırmaması en çok cemaat örgütlenmelerinin işine yarmaktadır. Çünkü cemaatler dindar nesil yetiştirme projesini başbakandan çok önce kurguladıkları için, asıl olarak eğitim alanına yatırım yapmıştırlar. Bu nedenle üniversiteye gelen her öğrenci onlar için potansiyel av niteliğindedir. Ellerinde yurtlarının broşürleri yanına gelirler, ‘Yurdumuz şöyle iyi böyle iyi’ derler. Ücret dersin sorun değil bedava kalırsın derler. Hoşuna gider zaten ihtiyacın da vardır. Ama bir kaptırdın mı elini bırak kolunu, gövdenin yarısından aşağısını onlara vermeden kurtulamazsın. Tüm bu işleri yaparken üstelik Allah’ın adının arkasına sığınırlar. Cidden bunların dini imanı para. Cemaat yurduna gidersen inancının önemi yok, namaz kılmak zorundasın, onların yaptıkları etkinlik ve sohbetlere katılmak zorundasın, katı disiplin kuralları vardır, devlet yurtlarını mumla ararsın, kadınlar için durum çok daha vahimdir anlatsak sayfalar yetmez. Yani cemaat yurtları para almama karşılığı, ruhunu, özgürlüğünü ve ileride mezun olduktan sonra da istedikleri her şeyi sana yaptırarak da bedenini alırlar. Cemaat karanlıktır, cemaat riyakardır ve cemaat haindir. Söyledikleri yalandan ibarettir. 

Cemaat karabasanını da geçtikten sonra elinde tek seçenek eve çıkmak kalır. O da yine pahalı bir seçenektir. Kiralar 400 liradan başlayıp okula yakınlığına göre artar. Ayrıca, ilk kez geldiğin bu şehirde emlakçıdan ev bulmayı tercih edeceğin için emlakçıya komisyon, ev sahibine ise depozito verirsin. Bir de eşyalar vardır ki, onları da katarsak sadece eve çıkma masrafın en az 2500 – 3000 TL’dir. Ayrıca eve çıktığın zaman internet, elektrik, su ve doğal gaz faturası da ödeyecek olman ilk yıl barınma masrafının 7500 lira olması sonucunu doğurur. Bu rakama eğitim görmek için katlanırız. Şimdiden, parasız eğitimin sadece harçların kalkmasıyla sağlanamayacağını biraz olsun kavramışsındır. Ama bitmedi daha bir sürü sıkıntı seni bekliyor olacak. Bu zamanlar zor zamanlar ve bu ülkede her şey parayla. 

Şimdilik bu kadar. Devamı gelecek…


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     ***** 

EĞİTİM PARASIZ MIDIR?

Parasız eğitim meselesi öz itibariyle karmaşık, anlaşılması zor bir mesele değildir. Ama bu noktadaki kafa karışıklığı bizzat AKP ve onu yandaşları tarafından yaratıldığından sanki zor bir mesele, küçük bir mesele gibi kıstaslar etrafında tartışılmaktadır. Bu yazı, yazın üzerine çokça yazdığımız bu meseleyi daha iyi irdelemek ve ortaya koymak için bir yazı dizisi şeklinde olacak.

Konunun en başından başlayacak olursak, RTE’nin ‘harçları kaldırıyorum, eğitimi parasız yaptım’ açıklaması ile gelişti süreç. Bir sürü şey söylendi, yazıldı, çizildi. İlk olarak haçlara bakmak gerekirse; harçlar zamanla aşınan ve kriz içine giren sosyal devlet anlayışının tavsiyesinin ilk araçlarından biri olarak göze çarpmaktadır. 1980 ile krizi iyice derinleşen kapitalist sistem bu süreçle beraber neo-liberal ekonomi politikalarına yöneldi. Artık her şey piyasa içindi. Özgürlük varsa piyasada, mutluluk varsa tüketmekteydi. Bir sürü anlaşma yapıldı. Bu anlaşmalar şimdiye kadar devletin ücretsiz sunduğu eğitim, sağlık gibi kimi sosyal hizmetlerin özelleştirilmesini ve paralı olmasını istiyordu. Yani dönem paran kadar sağlık, paran kadar bilgi dönemiydi. Harçlar ise bu dönemden öncesinde kimilerine göre devletin sırtındaki yük olan üniversitelerin biraz ‘ağırlık atması’ için bir girişimdi. Lakin harçların gelmesiyle birlikte devlet çok kısıtlı kaynaklar ayırır hale gelmişti üniversitelere. İlk oluşturulduğunda üniversitelerin tüm gelirlerinin yüzde 60-70’ine denk gelen harçlar devleti rahatlatırken yoksul ve emekçi çocuklarını üniversitelerden koparıyordu.

Süreç böyle kalmadı. Gelişen dünya ve küreselleşme yeni tüketim alanları bulurken her şeyi birer meta haline getirmeye de çalışıyordu. 

Üniversitelere iktidarlar tarafından sürekli arttırılan baskı, piyasalaşmanın, sermayeyle bütünleşmenin gerekliliği zırvaları üniversiteleri ‘bilim yuvalarından’ ticarethanelere dönüştürürken harçların ağırlığı da üniversite bütçesinde azalıyordu.

Üniversite bir yandan sponsor arayışlarına giriyor, diğer yandan para edecek bölümlere yükleniyordu. Kariyer günleri, sertifika programları, şirket CEO'larına verilen doktoralar vs. patlarken aslında üniversite kelimesi de patlıyordu. Arada aşırı yükseltilmeye çalışılan harçlar, 95-96 yıllarında olduğu gibi on binlerce öğrencinin sert muhalefeti sonucunda geri çekiliyordu. Fakat harçlar belirleyiciliğini sürekli kaybediyordu. Nitekim günümüze gelinirken özellikle Bologna Süreci’ninde katkılarıyla üniversitelerin yeni paydaşları vardı. Artık üniversitelerde bankamatikler vardı, her yerde reklam panoları vardı, üniversiteler akademisyenlerini şirketlere kiralıyorlardı, CEO'lar rahatça kampüslerde konuşup tutmayacağı sözler veriyordu, yaşam boyu eğitim adı altında sertifika programlarıyla esnek çalışma hayatına destek sağlanıyor ve kariyer hayalleri satılıyordu.

Teknokentler adı altında mühendislik öğrencileri ucuz iş gücü olarak şirketlere sunulurken, akademisyenler para gözlü insanlara dönüştürülüyor. Üniversitede artık her şeyin bir bedeli vardı ve harçlar üniversite gelirlerinin yüzde 15 kadardı. 

Görüldüğü üzere her şeyini satabilen, pazarlayabilen birer merkez haline gelen üniversitelerin artık harçlara ihtiyacı yoktu. Çünkü satılamayan birkaç şeyde harçların kaldırılmasıyla satılır olabilecekti. Öte yandan öğrenciler için durum çokta farklı değil. Zaten yıllık yemek, ulaşım ve barınma kalemlerine yıllık 10000 TL ile 12000 TL arası para veren üniversitelilere 200 TL indirim çokta bir şey ifade etmiyor.

Bizim meselemiz ise burada başlıyor. Görüldüğü üzere harçların kaldırılması öğrencilere çok büyük bir fayda sağlamıyor. 12000 TL yerine 11.500 TL harcanmasını sağlamak parasız eğitim sağlandığı anlamına da gelmiyor. İşte bu nedenle bundan sonraki yazılarda barınmadan, ulaşıma tüm kalemler üzerinden eğitim masraflarını ve parasız eğitimin gereklerini tartışacağız.

Şimdilik şunu biliyoruz; harçların kaldırılması parasız eğitim değildir!

Devam edecek…


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****   

HADİ BAŞKA BİR DÜNYAYI KURMAYA

Ülkemizdeki ilerici, aydın, yurtsever ve devrimci gençler sürekli aynı cümleyi tekrarlıyor; ‘Başka Bir Hayat Mümkün!’. Dünya’nın savaşlarla parçalandığı, kardeş halkların bir birine düşman kılındığı, açlığın, sefaletin ve yoksulluğun bunca zenginliğe ve gelişmiş teknolojiye rağmen yok edilemediği günümüz dünyasında söylenecek en anlamlı söz de bu olsa gerek. Yıllardır söylüyoruz; Başka bir ülke, dünya ve hayat mümkün! Ve mümkün olanı yani yarını kurmaya bugünden başlayacağımızı da biliyoruz. Korkmuyoruz geleceğimize sahip çıkıyoruz, geri adım atmıyoruz bizim olanı istiyoruz ve tüm yıkıcılığımızla yeni bir ülkeyi, dünyayı ve hayatı bugünden kuruyoruz. 


Yine düştük yollara kimimiz yoksul mahallelerde yoksul öğrencilere ders anlatıyor, kimimiz dev tekellerin ezdiği köylü halka yardım ediyor… Tüm senenin yükünü, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı konuşmak için toplanıyoruz yine. 3 senedir ülkenin hemen hemen her bölgesinde düzenlediğimiz yaz kamplarını bu sene tek bir yerde yapıyoruz. Ülkenin dört bir yanından gençleri İzmir-Dikili’de topluyoruz. Başka bir hayat demiştik ya başka bir hayatın nüvelerini yaratmak için atölyeler kuruyoruz. Her şeyi, her yerde ve hep birlikte şiarı ile rekabete, bencilliğe inat dayanışmayı, paylaşmayı örgütlüyoruz. İşte bu kararlılıkla yeni bir yaşamın temellerini, kolektif bir iradeyle örmeye; Türkiye’nin her yer­inden gençlerin buluşacağı Gençlik Muhalefeti Yaz Kampı’na gidiyoruz! Ortak hayatı kuracak eller 21 Temmuz’da buluşuyor. Atölyelerde, forum­larda, panellerde birlikte üretecek; turnuvalarda, film gösterimlerinde, şenlikte birlikte eğlenecek; yemekten temizliğe birlikte çalışacağız. Kampın son günü ise hem Dikili şehir merkezinde kurduğumuz atölyelerin kamp boyunca ürettiklerini sergileyeceğiz hem de Hüsnü Arıkan, Erdal Güney ve Fuat Saka’nı katılımıyla halk şenliği düzenleyeceğiz. 

Şimdi başka bir hayatı bu günden kurma çağrısıyla tekrar sesleniyoruz;

GELECEK BİZİZ DEĞİŞTİRECEĞİZ!





*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    



ÜNİVERSİTENE, GELECEĞİNE, ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİP ÇIKMAK İÇİN 
1 MAYIS’A

Toplumsal alanda büyük bir tahribat yaratarak gelişen küreselleşme çağı her dönem, sömürü politikaları sonucu ortaya çıkan yoksullaşma ile birlikte hem toplumsal hem de ekonomik bir krizi meydana getirmiştir. Bugün ise kapitalizmin merkezinde ortaya çıkan ve özellikle Yunanistan’da, İspanya’da yoğun hissedilen krizden kurtulmak için “kemer sıkma” politikaları uygulanıyor, işçi maaşlarında kesintiye gidiliyor, toplu işten atmalar yaşanıyor, krizin bütün yükü emekçi halk kesimlerinin üzerine yükleniyor.Bu gün bize anlatılan yalanların her biri teker teker ortaya çıkıyor. Dünya, kapitalistlerin çirkin yüzlerine bir kez daha tanık oluyor. Önce Mısır’da ardından Tunus, Libya ve en son Suriye’de ABD açıktan emperyalist müdahalelerde bulunuyor. 

AKP, emperyalistlerin Ortadoğu’ya yönelik saldırılarının parçası olarak NATO’nun yeni stratejik saldırı konsepti kararı çerçevesinde Malatya Kürecik’e Füze Kalkanı Radar Sistemi kuruyor. Krize karşı ciddi tepkiselliklerin oluştuğu Ortadoğu coğrafyası, AKP hükümetinin taşeronluğu üzerinden emperyalizmle barışık bir rotaya doğru ilerletiliyor.Türkiye’de AKP-Cemaat koalisyonu eliyle dinci-gerici iklim içerisinde emperyalizmin yeni sömürü politikaları hayata geçiriliyor.AKP “dindar nesli”ni yetiştirmek ve asıl olarak sermaye politikalarını yerleştirebilmek için eğitimi kullanıyor. Yarattığı sonsuz sömürüye karşı isyan değil biat eden, sorgulamayan bir nesil istiyor. Bir yandan üniversiteleri küresel sermaye sürecine entegre etmenin uğraşı olan Bologna sürecini hayata geçirirken, diğer yandan 4+4+4 yasasıyla yarattığı düzene uyum için eğitimi ticarileştiriyor, dinselleştiriyor. 

Her geçen gün gazeteciler, öğrenciler tutuklanıyor. İş cinayetlerine, kadın cinayetlerine her gün bir yenisi ekleniyor. Sömürü, talan, baskı her geçen gün artarak sürüyor.‘Sahip Çıkalım’ çağrısı, harekete geçmeye, bizi hapseden çemberi birlikte kırmaya bir çağrıdır. Hayatın her alanına saldırıldığı, sömürünün arttığı böyle bir dönemde tüm bunlara karşı “Üniversiteme, Özgürlüğüme, Geleceğime Sahip Çıkıyorum!” diyebilmenin neden bu kadar önemli olduğuna daha yakından bakmak gerekir belki de… 


Üniversitene Sahip Çıkmak için 1 Mayıs’a!


Tüm dünyayı saran neoliberal politikalar, 12 Eylül darbesi ile başlayan süreçte en çok eğitim üzerinden etkisini gösteriyor. Öğrencilerin en temel hakları olan barınma, sağlık gibi alanları piyasaya açan; YÖK, mütevelli heyetleri, danışma kurulları gibi üniversite bileşenlerine söz hakkı tanımayan, sermaye güdümündeki bir kurumu baş aktör haline getiren bu politikalar eğitim üzerindeki etkisini derinleştirerek sürdürüyor.Bugün, ‘parayı veren düdüğü çalar’ mantığıyla herkese parasına göre bir eğitim sunuluyor. Harç parasını veremeyen emekçi çocuklarına üniversite kapıları kapanıyor. “Bireysel harç” gibi uygulamalarla öğrenciyi sömürmede sınırlar aşılıyor. Öğrenci müşteri, üniversiteler şirket haline dönüşüyor. 


Avrupa’daki üniversitelere uyum sağlamak bahanesiyle asıl olarak piyasaya uyumlu bireyler yetiştirmek üzere tasarlanan Bologna Süreci Türkiye’de de yaygınlaştırılıyor, bu süreç ile geçme notu 65’e çıkartılıyor, ders geçmek zorlaşıyor, yaz okulu ve bütünlemeler kaldırılıyor. 

Kendine uyumlu bireyler, kar getiren alanlar isteyen piyasa, sosyal bilimler/felsefe gibi alanların gözden düşmesine, üniversitenin bilim üretmemesine neden oluyor.Geleceksizliğin belirgin bir hal aldığı bu dönemde üniversiteler bunun en önemli kaynağını oluşturuyor. Çok zor şartlarda üniversiteye giren öğrencileri, mezun olduklarında işsizlik, güvencesiz çalışma, emeğinin sömürülmesi bekliyor. 

Bunların yanında, üniversite bileşenlerinin üniversite yönetiminde hiçbir söz hakkı bulunmuyor. Sermaye sahipleri, öğrencilerin, öğretim görevlilerinin, çalışanların sahip olması gereken söz hakkına sahip oluyor. Bu süreç bu gün bir adım daha geliştirilerek, sermaye temsilcilerinin de birebir dahil olduğu her üniversiteye bir “YÖK” kuruluyor.Tüm bunlara karşı ise bilimsel ve demokratik bir niteliğe sahip, parasız, nitelikli bir eğitimin verildiği, söz ve karar hakkının üniversite bileşenlerine ait olduğu bir eğitim için üniversitelerimize sahip çıkalım!


Özgürlüğüne Sahip Çıkmak İçin 1 Mayıs’a!


AKP-Cemaat koalisyonu tüm yaşam alanlarına saldırmaya devam ediyor. Termik santrallerle, HES’lerle doğayı katlediyor, emekçileri sömürüyor. Toplumu cemaat ağlarıyla, medyayla kuşatıyor. YÖK’üyle, sermayesiyle üniversiteleri ele geçirirken üniversitelerin kapısını polise sonuna kadar açıyor. Her şeyi kontrol altına alıyor, hayatın her alanına giriyor, izliyor, dinliyor. Tüm bu sömürü ve baskı düzenine karşı çıkan toplumsal muhalefeti ise polisiyle, medyasıyla, özel yetkili mahkemeleriyle yok etmeye çalışıyor. Parasız, bilimsel eğitim talep eden öğrencileri, gerçekleri ortaya çıkardığı ve dile getirdiği için gazetecileri tutuklarken; derelerine, suyuna, toprağına sahip çıkan halkın üzerinde baskı mekanizmalarını hissettiriyor. 

500’den fazla tutuklu öğrenciye,100’den fazla tutuklu gazeteciye her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Kendisine karşı oluşan tüm muhalefeti yok ederek, sistemin krizine karşı oluşacak tepkileri kontrol altına alarak iktidarını sağlamlaştırdığı bu süreçte belki de en çok gençlerden, onların isyanından korkuyor. “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” diyerek bizleri rahatça kontrol altına almanın yollarını kolaylaştırmak, kendi sözümüzü söylememizi engellemek istiyor. Tüm bunlar olurken özgürlük; yaşam alanlarına, hayatına saldırılmadan yaşamak, kendi sözünü söyleyebilmek ve tüm bu alanları bu sözle yaratabilmekten, şekillendirebilmekten geçiyor. AKP ve cemaatin hem siyasal hem de toplumsal alanı kuşatarak yarattığı baskı ortamına karşı bizi bekleyen güzel günler umuduyla özgürlüğe sahip çıkalım!



Geleceğine Sahip Çıkmak İçin 1 Mayıs’a!


70’li yıllardan beri dünyayı kasıp kavuran küreselleşme çağı belki de en çok gençleri etkiliyor. Türkiye’ye baktığımızda 80 darbesi ile birlikte bu etkiler daha da artıyor. Duyarsız, apolitik, yalnız; kendi hayatında, yaşadığı alanlarda hiçbir söz hakkı bulunmayan nesiller yetiştirmek, rekabeti, piyasayı hakim kılmak emperyalizmin güdümündeki bu darbenin ana amacını taşıyor. Piyasa ve cemaat ağlarıyla kuşatılmış bugünün üniversitelerinde bin bir zorlukla bitirilen öğrenim süreci sonunda bizleri de işsizlik, güvencesiz çalışma ve beraberinde geleceksizlik bekliyor. 

Oysa geleceğimizi, yarınlarımızı elimizden almaya çalışanlar büyük bir yanılgı içindeler, çünkü bu köhneleşmiş düzenlerini topyekun başlarına yıkacak öfkeli, umut dolu isyanlarını kuşanıp gelen gençlerden bihaberler. Biz yeni bir gelecek hayalleri talep etmiyoruz. Bugünden yarını kurma iradesiyle, kendi özgücümüzle, gençliğin heyecanı ve isyanıyla geleceğe sahip çıkmaya koşuyoruz.

Biliyoruz ki Gelecek Biziz ve Değiştireceğiz!




*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    




ÜNİVERSİTENE, ÜLKENE, ÖZGÜRLÜĞE, GELECEĞE 
SAHİP ÇIK!

İnsanlar tarihlerini kendileri yapar. Marx bu sözüyle insanların değiştirici-dönüştürücü öz güçleriyle tarihin ve geleceğin yönünü değiştirme iradesine sahip olduklarını anlatır. 20. yüzyıl bütün dünyada emekçilerin, işçilerin, gençlerin kendi kaderlerini tayin ettikleri devrimler çağı olarak yaşandı. 21. yüzyıl ise insanların güçsüzleştirildiği, geleceğin bir avuç sömürücünün ellerinde kaldığı bir çağ olarak yaşanmaya başladı. Dünyanın kaderinin değişmeyeceği, bu uğurdaki mücadelelerin başarıya ulaşamayacağına dair inançsızlık yaygınlaştırılırken, sömürücü sınıflar kendi iktidarlarını bunun sağladığı gönüllü kulluk üzerinden geliştirdi. 

Ancak şimdi onların anlatıları, tüm masalların gerçek yüzü bir bir ortaya çıkıyor. Değişmez, yıkılmaz dedikleri düzenleri lime lime dökülüyor. Açlık tarih öncesi çağların, günümüzün en acımasız gerçeği olarak yaşanmaya devam ediyor. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da halkın üzerine ABD’nin, NATO’nun bombaları yağıyor, yoksulları hapsetmek için ülkelerin sınırlarına büyük duvarlar örülüyor, batırılan Yunanistan’da sermayeyi ve bankaları kurtarmak için yine işçilerin maaşlarından ‘tasarruf ’ ediliyor. İşte, yıllardır övündükleri, methiyeler düzdükleri düzenleri bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Ve elbet buna karşı dünyanın sokaklarında genç kardeşlerimiz isyan ediyor. Wall Street küreselleşmenin merkeziyken şimdi küresel direnişin merkezi oluyor, Yunanistan’da gençler yeni bir gelecek için sokakları ateşe veriyor. Evet, şimdi yeni bir çağ başlıyor.

Sahip Çıkmaya Çağırıyoruz!

Türkiye’nin kaderi yıllardır gerici-faşist sağ kesimin ellerinde. Halka ait olan her şey talan edildi, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamusal hizmetler paralı hale getirildi. Fabrikalar, madenler, dereler satıldı. Gençlik büyük bir baskı altına alınırken, her tür itiraz ve örgütlenme çabası baskıyla dağıtılmaya çalışıldı. Devlet eliyle geliştirilen dinci gericilik doğrultusunda halk içerisinde cemaat/tarikat yapıları güçlendirildi. 

Gençlik her tür sağcılığın ve kapitalizmin tüketim kültürünün içerisinde hapsedilerek, ‘gemisini kurtaran kaptandır’ anlayışı ile yetiştirildi. Rekabet içinde bireycileştiren gençlik özgürlük adına tutsak edildi. Üniversitelerimiz 12 Eylül’den bu yana kesintisiz biçimde YÖK’ün denetimi altına sokuldu. Öğrencilere hiçbir söz hakkı tanınmazken, üniversiteler giderek doğrudan sermayenin egemenliği altına sokuldu. Bütün bu olumsuzluklar içerisinde gençlere kendi gelecekleri hakkında tek bir söz hakkı tanınmadı. Her tür baskı yöntemi ile birlikte gençliği kişisizleştirmeye dönük politikalar uygulandı. 

Evet, biz yeterince sahip çıkamadığız için, biz yeterince örgütlenip mücadele edemediğimiz için onlar kolaylıkla bizim gençliğimizi ellerimizden aldılar. Üniversiteler paralı hale getirildi, üniversiteden mezun olanlar yıllarca işsiz ya da ucuz iş gücü olarak çalışmak zorunda bırakıldı. Pek çok genç, işsizlik nedeniyle bunalıma girdi. Evet, biz yeterince sahip çıkamadığımız için, biz yeterince örgütlenip mücadele edemediğimiz için hep birileri bizim adımıza karar verdi, hep birileri bizim geleceğimizi tayin etti. ‘Sahip Çıkalım’ çağrısı, harekete geçmeye, bizi hapseden çemberi birlikte kırmaya bir çağrıdır.

Üniversitene Sahip Çık!

Okulda yemek fiyatları belirlenirken bunu ödemek zorunda olanlara soruluyor mu? YÖK başkanı belirlenirken üniversitelere danışılıyor mu? YÖK üniversitelerle ilgili kararlar alırken öğrencilere söz hakkı tanınıyor mu? Harcı, barınma masraflarını öğrencilerin nasıl karşılayacağı düşünülüyor mu? Müfredatlar, sınav yönetmelikleri oluşurken öğrencilerin haberi oluyor mu? Her birinin cevabı kocaman bir HAYIR! Öğrenciler artık üniversitede müşteri, üniversite sonrasında ucuz iş gücü olarak görülüyor. Bilimsel bilginin, eleştirel düşünmenin kuyusu kazıldı; yerine şirketler ve piyasa için araştırmalar aldı. Kampüsler bir alışveriş ve eğlence merkezine çevrildi. 

Üniversiteler kamusal ve bilimsel niteliklerinden uzaklaştırılırken yönetimi de doğrudan sermayeye devrediliyor. Şirket temsilcilerinin doğrudan üniversite yönetimleri içerisinde olacağı yeni yapılanma ile her üniversitenin başına bir YÖK yani ‘mikro oligarşiler’ kuruluyor. Harçlarla ilgili bu yıl dönem başında işaretleri verilen önümüzdeki dönemde yapılacak düzenleme ile birlikte artık dersler satılacak. Herkesin eşit ve nitelikli olarak ulaşabilmesi gereken ve devletin asli sorumluluklarından birisi olan kamusal eğitim yerine, maliyetini ödeyebilenlerin ‘eğitimi satın alabileceği’ bir sistem yerleştiriliyor. Bize sorulmayan ama hayatımızı belirleyen her şeye karşı hayata müdahale etmek, söz ve karar hakkımızı kullanmak için üniversitemize sahip çıkalım. Eğitimin satılığa çıkartılmasına, üniversitelerimizin şirkete çevrilmesine karşı parasız ve nitelikli eğitim hakkımız için üniversitelerimize sahip çıkalım. 



Özgürlüğe Sahip Çık!


Türkiye, AKP-Cemaat Koalisyonu’nun iktidarında bir açık hava hapishanesine dönüştürüldü. Yüzlerce öğrenci arkadaşımız haklarını aradıkları için cezaevlerine dolduruldu. Her gün yeni operasyonlarla AKP’nin karşısındaki tüm siyasal kesimler baskı altına alınıyor. Her şeyin kontrol altına alındığı, izlendiği, dinlendiği büyük gözaltı düzeni ‘özgürlük’ ve ‘ileri demokrasi’ cilasıyla sunuluyor. Kitapları ‘bombadan daha tehlikeli’ ilan edenler, basılmamış kitaplara el koyuyor, işine gelmeyen herkesi terörist ilan ediyor. Üniversitelerde bu büyük hapishanenin bir parçası olarak, sürekli denetlenen, izlenen, itiraz edenin disiplin yönetmelikleriyle susturuldukları bir alana dönüştürüldü. Yıllardır gençliği susturarak yarattıkları gönüllü kulluğu sürdürerek iktidarlarını güvence altına almak isteyenler şimdi de ‘dindar bir nesil yetiştirmekten’ söz ediyorlar. İktidarın bütün derdi gençlerin isyan etmesinin, kendi geleceğini talep etmesinin ve kendi sözünü söylemesinin önüne geçmek. Özgürlük ise ancak bu sınırlar aşılabildiğinde, kendi sözümüzü söyleyebildiğimiz, kendi sözümüzle dünyayı şekillendirebildiğimiz oranda gelişebilir. Özgürlüğümüze sahip çıkmaya çağırıyoruz. AKP ve Cemaat’in hem siyasal hem de toplumsal alanı kuşatarak yarattığı baskı ortamına karşı ancak biz sahip çıkarsak gerçekten özgürlüğü kazanabiliriz.

Ülkene Sahip Çık!

Türkiye’nin tarihi emperyalizme bağımlılık tarihidir. Özellikle 1950’lerden itibaren ABD’nin yeni sömürgeci politikalarına bağlı olarak ülkemiz emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir ülke haline getirilmiştir. AKP iktidarı da bu bağımlılık içerisinde her gün yeni sömürü politikalarını uygulamakta, ABD’nin Ortadoğu’ya dönük saldırılarının parçası olarak ülkemizi bir savaşa doğru sürüklemektedir. AKP, Türkiye’yi gelişmiş bir ABD üssü haline getirmektedir. ABD’nin bölgedeki en önemli saldırı noktalarından birisi olan İncirlik Üssü’nün ardından, şimdi de bölgeye dönük yeni savaşın en önemli silahlarından olacak NATO Füze Kalkanı Radar Sistemi Kürecik’e kuruldu. Suriye’ye ‘insani müdahale’ adı altında doğrudan Türkiye üzerinden yapılacak bir askeri müdahalenin taşları diziliyor. Emekçi halkı sermayenin daha fazla kar hırsına kurban eden, madenleri, dereleri satılığa çıkartıp fabrikaları uluslararası tekellere peşkeş çeken iktidara karşı tüm muhalefet kesimleriyle birlikte direnişi büyütelim. ‘6.Filo Defol’ diyen, Commer’in arabasını ateşe veren devrimci gençlerin bağımsızlık mücadelesini yükseltmek, ülkemizin gelişmiş bir ABD üssü haline getirilmesine, bölgesel bir savaşa sürüklenerek emperyalistlerin çıkarları için kardeş halkların üzerine bomba yağdırılmasına karşı durmak için sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Geleceğe Sahip Çık!

Gençler sokakları doldurduğunda sarsılmaz sanılan iktidarların nasıl da bir anda sarsıldığını sokaklar söylüyor. Sokaktaki şiirimizin gücü egemenlerin sözlerini yerle bir ediyor. Gelecek… Gelecek yarına ait değildir, bugüne aittir. Biz geleceği ancak bugünden kurabiliriz. O yüzden ‘Gelecek Hemen Şimdi!’ diyoruz. Birbirinden ayrı yerlerde söylenen, kimi zaman sessiz kimi zaman tüm gücümüzle haykırdığımız hepimizin olan özlemleri birlikte savunmaya çağırıyoruz. Bize sunulanın, çizilen sınırların dışında bir hayat, biz kurarsak var olacaktır. BAŞKA BİR YAŞAM HEMEN ŞİMDİ! Bireyciliğin yerine paylaşmanın, rekabetin yerine dayanışmanın hüküm sürdüğü bir hayatı bugünden kurmaya çağırıyoruz. Hayatımıza hükmedenlerin seslerinin her yerde duyulmasına karşı, biz SOKAĞA çağırıyoruz. Sokağı özgürleştirerek özgürlüğümüzü kazanabiliriz. Her sokak başını tutarak, sessizleştirmeye, ıssızlaştırmaya çalıştıkları SOKAKLARI GERİ ALMAK için, dünyanın sokaklarında yükselen sesle yürüyelim. 




*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    





ÜÇ KURŞUNDAN ÜÇ AY SONRA MARAL DİNK


(Hrant Kardeşimiz katledileli tam 5 yıl oldu. Bu süreçte tetiği çeken belliydi, çektirenler belliydi. Ama yine AKP’nin savcıları bir komediye imza attılar ve örgüt yok kararı verdiler. Şemsiyeyi örgüt delili sayan zihniyet, kardeşimizi öldürenlerin bir örgüt, dahası bir devlet olduğunu kabul etmeleri için daha ne delil gerekiyor acaba? Tüm bunlara cevabı yine bizler yani Hrant’ın kardeşleri verdi yine bir 19 ocak günü. O gün on binlerce insan ‘Bu dava böyle bitmez’ diye haykırdı. Evet bu dava böyle bitmez, hatta bu dava biz bitti demeden bitmez! Eğer birileri hala duymamışsa tekrar haykırıyoruz: Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz ve Hepimiz İnsanız…Ve bizi korkutacaklarını sananlar varsa, büyük usta Yaşar Kemal’in dediği gibi ancak tuvalette kendi ettiklerini yerler! Hrant’ın anısına bizde sizlerle yeğeninin yazdığı güzel bir yazıyı paylaşıyoruz…) 

Yıl 2006, aylardan Kasım. Okuldan eve dönerken yüzün geliyor gözlerimin önüne. Seni çok özlüyorum. Eve varınca telefonu elime alıp arıyorum seni. Nasıl olduğunu soruyorum önce. “İyiyim canım yavrum sen nasılsın?” diyorsun her zamanki içtenliğinle. Söylemeyi başarabileceğimden hala emin değilim o an ama birden dökülüveriyor duygularım dilimden: “Seni çok özledim ve sadece sesini duymak istedim amca.” Şaşırıyorsun. Duygulanıyorsun. Kısa bir sessizlik geliyor ardından. Sarılıyoruz birbirimize o sessizlikte. Vedalaşıyoruz belki bilmeden. Aramızdaki en dolu ve en özel konuşmayı yapıyoruz 5 dakika içerisinde. O akşam Rakel yengeme bunu anlattığını, ne kadar mutlu olduğunu sonradan öğreniyorum. Telefonu kapatırken huzur doluyor içim. Mutlu bir aileydik o zamanlar. Masallarda rastlanabilecek bir mutluluk bizimkisi. Birbirimize olan sevgimiz ise bize özel. Ondan yok hiç bir yerde. 

Telefonu kapadıktan sonra mırıldanıyorum: “Bir de seni çok seviyorum amca.” Duymuyorsun… 

Yıl 2007, Ocak 19. Okuldan erken çıkıp Osmanbey’e geçiyorum. Özlemişim seni gene. “Seni görmeye geldim amca” diyeceğim, sarılacağız birbirimize ve uzun uzun sohbet edeceğiz o gün. 

Saat 15.30’da telefonum çalıyor. Eve gitmem gerektiğini söylüyor bir arkadaşım. Kapatıp annemi arıyorum. Annem kendinde değil. Çığlıkları geliyor kulağıma. Ne olduğunu söylemesi için yalvarıyorum. “Hrant amcanı öldürdüler” diye haykırıyor bir ses. Annem değil telefonun diğer ucundaki. Ölen benim amcam değil. Ben de ben değilim o an… Bilinçsizce koşuyorum sokaklarda bir süre. Kendimi topladıktan sonra eve gidiyorum doğruca. Ev kalabalık. Ben buz gibiyim. Televizyonun olduğu odaya geçiyorum. Sen olduğunu söyledikleri adama bakıyorum amca. Bu bir açık oturum değil. Söyleşi değil. Bizim için olağan hale gelen 301 davalarının konu edildiği bir program da değil. Neden televizyondasın o halde? 

“Hrant Dink öldürüldü.” Yerde kan var… Yüzünü göremiyorum amca… Ellerini görüyorum… Elini tumak istiyorum sadece… Uzun uzun ve sıkıca… 

Ve haykırıyorum: “Gitme amca...” duymuyorsun… 

Nare çıkıp geliveriyor bir Cuma. Sen gittiğinde de günlerden Cuma’ydı. Onunla geri döneceğini, “Nora Nare Hoy Nare”yi sensiz söylememize izin vermeyeceğini düşünüyorum. Sesini arıyorum hastane koridorlarında. Belki de en çok o gün hissediyorum yokluğunu. Giderek artan, arttıkça ağırlaşan, ağırlaştıkça içimizi yakan yokluğunu. Bir kez daha eziliyor yüreklerimiz tarifi olmayan bir eksiklikle, sensizlikle. 


Şimdi uzun bir güvercin masalımız var Nare’ye anlatacağımız. Bizim gerçekten doğma hikâyemiz yazılırken, birilerinin de gerçekten bozma ‘sözde’ hikâyelerine bir yenisi daha ekleniyor. Şimdi 90 yıl önce hastalıktan ölen birkaç bin Ermeni’den bahsedilirken, bundan 90 yıl sonra ayağı kayıp düşmüş ölmüş Ermeni bir gazeteciden söz edebilir de birileri! (Biz arşivimizi yaptık, ne olur ne olmaz.) Dünyanın gözü önünde olması değiştirmiyor bir şeyi çünkü, yıllar önce de dünya izlemiş ve engelleyememişti yaşananları. Beni heyecanlandıran, cenazendeki o kalabalık oluyor asıl. “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek seni anladıklarını gösteren yüzbinlerce kişi (gerçi birilerine göre hepimiz pankartız!) bu ülkede hala bir arada yaşayabileceğimize dair umutlarımızı besliyor. Bir zamanlar “Ermeni’yim” demenin korkulduğu, karşıdakinin bunu küfür olarak algıladığı bu ülkede, yüzbinlerce kişi ardından “Ermeni’yim” diye bağırıyor! Ah be amca... Duymuyorsun… 

Paramparça zamanlarda görüyorum kendimi artık. Geçmişim, bugünüm, geleceğim iç içe. Seninle dolu günlerim canlanıyor şimdi gözümde. Sonra yavaş yavaş uzaklaşıyor sesler, kayboluyor görüntüler. Ve ben üşüyorum artık her mevsim bu ülkede. En çok da güneşin kendini gösterdiği günlerde. Birilerinin bir yerlerde balık tutuyor olması acıtıyor canımı. Senin büyük bir keyifle tutmadığın balığı da yemek istemiyorum artık. Seni yaşatmayan bu ülkede, insanların ‘sözde’ öldürüldüğü bu ülkede, ben de ‘sözde’ yaşıyorum bu aralar anlayacağın. Sana elinde haritayla gelenlere asıl zenginliğin bu toprakların üstünde olduğunu hatırlattığın geliyor aklıma. Benim sahip olduğum en değerli hazine artık bu toprakların altında amca. Şimdi yapacak çok işimiz, anlatacak çok şeyimiz var. Yapacağız. Anlatacağız. Yaşayacağız. Ve bundan böyle bizim için yaşamak, öncelikle seni yaşatmak… Aklının, kalbinin ve hayallerinin ışığında koşmak… Başka türlüsü sadece nefes almak… 




*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    





VAMOS BİEN*


Küba Devrimi 53. yılını dolduruyor. Tabi bu iki rakamın yan yana gelerek oluşturduğu şey sadece sayı değil. Bu koskoca 53 yılın dünya kapitalist sisteminin ‘ana motoru’, dünyanın emperyalist ‘jandarması’ ABD’nin burnunun dibinde bir direniş anlamına geldiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Sömürünün, talanların, haksızlıkların, işgallerin ortasında tam 53 yıldır dimdik ayakta duran dünyanın, dününün, bugününün ve yarınının vicdanı olan Sosyalist Küba Cumhuriyeti. 

Küba Devrimini bu kadar güncel kılan ve diğer devrimlerden ayıran özellikler nelerdi? Bu sorunun yanıtı devrimin kendi süreci içinde bir şekilde gizli. 1953 yılına gelindiğinde, Küba diktatör Batista’nın kontrolünde bir ABD eyaletinden farksızdı. ABD’li zenginlerin kumar ve fuhuş merkeziydi. Kübalı yerliler kendi ülkelerinde 2. sınıf insan muamelesi görüyorlardı. İşte bu koşullar altında 26 Temmuz 1953’de Fidel Castro önderliğinde, Batista rejimine karşı yapılan ‘Moncado Baskını’ isyanı ile başlar aslında bu öykü. O gün onlarca yoldaşını yitirmiştir Fidel, yakalanmış ve tutsak edilmiştir. Mahkemeler sırasında yaptığı savunmada ‘Yönetimin bir suçlu veya hırsız tarafından garanti altına alındığı bir cumhuriyette onurlu insanların öldürülmesi veya hapsedilmesi olağandır… Beni suçlayabilirsiniz, sorun değil: Tarih beni aklayacaktır!’ diyordu. Zira daha sonra gelişen devrim ile bu sözler gerçekliğini buluyordu. Bu davalar sonucu Fidel, 15 yıl hapse mahkum edildi ve 5 Mayıs 1955 de çıkarılan bir afla tahliye oldu. Tahliyeden sonra Meksika’ya sürgün edilen Fidel, burada da hızla devrim için çalışmaya başladı. 

Askeri eğitimler alan, bunları politik eğitimlerle geliştiren Fidel ve yoldaşları artık Küba Devrimi için hazırlardı. Fidel burada Ernesto ‘Che’ Guevara isimli Arjantinli genç bir doktorla tanıştı. Tüm eğitimler boyunca yan yanaydılar. İyi dosttular, nitekim Fidel Che’ye: “Küba’ya devrim yapmaya gidiyoruz, istersen bizle gel” demesiyle Che, enternasyonalist mücadeleyi yükseltmek için ayrılmasının dışında bir daha ayrılmayacaklardı. Meksika’da Fidel’in etrafında toplanmış 82 devrimci Granma adlı küçük bir yata sıkışmış olarak Küba’ya doğru yola çıktılar. Fakat havanın yağışlı olması nedeniyle istenilen hedefe değil de başka bir noktada karaya ayak bastılar. Bu ikinci felaketleri olacaktı. Batista’nın askerlerinin kurşunlarına hedef olmuşlardı. 82 kişiden geriye 12 kişi kalmıştı. Bu 12 kişilik grup Sierra Maestra’nın en ulaşılmaz tepesi olan Turgıo dağında ilk karargahlarını kurarak silahlı mücadeleyi gerilla tarzında sürdürmekk için hazırlıklara başladılar. 12 Haziran 1957 tarihinde Fidel, Sierra Maestra Manifestosu’nu yayınladı. Bu süreçte gerilla hareketi büyürken Batista güçleri de boş durmuyordu. Batista güçleri Verano operasyonuyla dağlara güçlü biçimde saldırıya başladı, 12.000 asker bu operasyona katıldı. Fakat Fidel ve 200 kadar kararlı yoldaşı tarafından püskürtüldü. Batista’nın saldırısı başarısızlığa uğratıldıktan sonra 21 Ağustos 1958 tarihinde Fidel ve yoldaşları saldırıya geçti. Devrim mücadelesi yükselirken Küba halkı da duyarsız kalmıyordu. Devrimcilerin her çağrısıyla işçiler genel greve gidiyor, köylüler devrimcilere her türlü yardımı yapıyor, halk akın akın devrimci gerillalara katılıyor ve şehirlerde Batista diktatörlüğünü hedef alan kitlesel protestolar yapılıyodu. Fidel ve yoldaşları ise bu süreçte seri zaferler kazanmaya başlamışlardı. Bu sırada, Che Guevara, Camilo Cienfuegos ve Jaime Vega kumandanlığındaki 3 ekip de Santa Clara`ya doğru ilerlemekteydi. Camilo, 30 Aralık 1958`de Yaguaja Çarpışma`sını kazanarak önemli bir başarı elde etti. Ertesi gün (31 Aralık) Sant Clara şehri Che Guevara, Camilo ve William Alexander Morgan güçleri tarafından ele geçirildi. 1 Ocak 1959 tarihinde Batista ülkeden kaçmak zorunda kaldı ve ertesinde Fidel yanında arkadaşı Che ve diğer militanlarla başkent Havana’ya girdi. Fidel 16 Şubat 1959 yılında devlet başkanı oldu. Küba Devrimine kadarki süreci kısaca böyle özetlemek mümkün. 

Tabi tüm bunlar olurken ABD boş durmadı. Devrimden sonra da fiili olarak saldırıya geçti. 1961 yılında Batista rejimi artığı 1500 kadar karşı-devrimci ABD desteği ile Küba’da domuzlar Körfezine çıkartma yaptı. Sonuçta çıkartma başarısız oldu ve hayatta kalan tüm karşı-devrimciler esir alındı. 1961 Ağustos’unda uluslararası bir toplantıda Ernesto Che Guevara Beyaz Saray’da görev yapan genç bir sekreter aracılığıyla Kennedy’ye bir not gönderir: “Domuzlar Körfezi için teşekkürler. Çıkartmadan önce devrim zayıftı. Şimdi her zamankinden daha güçlü’’. Bu açık saldırının dışında hala devam etmekte olan bir ambargo başlattı ABD. Bu da yetmedi Fidel’e 360’ın üzerinde suikast düzenlendi. Hatta öyle ki o dönemlerde CIA’da görev yapan eski üst düzey bir yetkili ‘ O kadar aciz duruma düşmüştük ki, garip planlar yapıyorduk. Bir planımız Fidel’in hiç kesmediği sakalına yönelikti. Fidel’e bir mektup gönderecektik, mektubun içinde de sakalın dökülmesini sağlayan bir toz karışımı olacaktı ve Fidel mektubu açınca sakalları dökülecekti. Böylece Fidel’in dünya kamuoyunda ki karizması zedelenecekti’. Tüm planların başarısız olması ise işte böyle bir duruma düşürüyordu emperyalistleri. 

Bunca saldırıya karşı devrimi ayakta tutmak kolay olmadı. Buna rağmen Küba halkının tamamı okuma yazma biliyor, tıp sistemi dünyanın en başarılı ve en gelişmiş sistemi, insanların tüm temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılanıyor… Tabi bir takım aksaklıklar ve eleştirilecek noktalar elbette var. Ama insan güzel kırmızı bir güle bakarken ‘aman bunun da dikenleri var’ deyip o güzelliği izlemekten ve ona sevgi duymaktan vazgeçer mi? 

Tabi bu devrimin etkileri sadece Küba ile sınırlı değil. ’68 Hareketi’, Latin Amerika devrimleri, dünyadaki isyan hareketleri hepsi bu devrimden etkilendi. Ve hala milyonlar bu devrimden etkilenmeye devam ediyor. Latin Amerika’da solcu devlet başkanları Fidel’e selam çakıyor, Arap isyancılar Che’nin resimlerini taşıyor, dünyanın dört bir yanında gençler ‘Gerçekçi ol, imkansızı iste’ diyor. Küba Devrimi, başka bir hayatın da kurulabileceğini gösteriyor ve bu başka hayat da en çok “kapitalizmden başka hayat yok” diyen ABD’yi çıldırtıyor. Che, ezilenlerin gönlünde emperyalizme tokat atan bir lider olarak hatırlanıyorsa, Fidel ve Küba Devrimi de insanlığın vicdanı olarak dimdik ayakta duruyor. ABD ne yaparsa yapsın olmuyor, 50 küsur yıldır sosyalizm Küba’da yol almaya devam ediyor ve Fidel bize gülümseyerek ‘Vamos Bien’ diyor.





*İYİ YOLDAYIZ





*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    





DEV-EŞKIYA, EŞKIYA-GENÇ - MELİH PEKDEMİR*                                                          


Ellerinde kitaplar dillerinde isyanlar: Geldiler. Namı diğer bizim eşkıyalar. Bizim gençler...


Dimdik inançlarıyla ve isyanlarıyla karşılarına çıktılar.

Meydanlara çıktılar. Meydan okudular. Ve altı ay sonra, altı ay meydanlardan yoksun kaldıktan sonra...

Yine karşılarına çıktılar, yargılayanları yargıladılar, yine meydan okudular.

Anladık ve sevindik: Onlar bu memleketin Kardelen çiçekleridirler.

Ellerinde kitaplar dillerinde isyanlar geldiler, yine gelirler. Ve bundan sonra da hep böyle gelecekler. Çünkü onlar gelecek. Çünkü sosyalizm gelecek. Hem isim (istikbal) olarak, hem fiil/eylem (gelmek) olarak...

Sosyalizme gidilmeyecek. Şu kardelen çiçeklerinin yarattığı baharlarda sosyalizm gelecek. Çünkü gelecek şimdi delifişek bir kuşağın tahayyülünde; geleceğin nüvesini zihinlerinde ve bedenlerinde ve inançlarında ve bilgilerinde üretenlerin ellerinde şekilleniyor, şekillenecek.

Çünkü “Değişim” diyenlere gülüyorlar. “Şike yapıyorsunuz! Asıl biz değiştireceğiz, işte bunun için de önce vahşi düzeninizi başınıza çalacağız” diyorlar. “Yeni” diyenlere aldırmıyorlar. “Yenilediğiniz köhne dünyanız için değil başka bir dünya için varız, bunu da biz yaratacağız” diyorlar.

Biliyorlar: Solculuk adına şike yapmak oportünistliktir. Bunun panzehiri ise devrimcilik.

Şimdi oportünist çeteler de solculukta şike yapmıyor mu? “Majestelerinin muhalefeti” diye bir laf var ya.... İktidarın çıkarlarına hizmet eden anlamında... Şimdi bizde de akepenin “solcusu”, cemaatin “sosyalisti” dahi var ya... Görevleri devrimcilere muhalefet etmek, onların karşısına geçip solculuk cakası satmak ve hatta solculuk dersi vermek olanlar... İşte bunlara inat yeni bir devrimci kuşak yetişiyor.

Yaşasın! Devrimci bir genç kuşak yetişiyor: Solculuğu sosyalistlik, komünistlik mertebesine dek çıkaran ve bunu devrimcilik tarzıyla yeniden üreten bir kuşak.

Daha dün Ankara’daki Hopa davası mahkemesinde söylediklerine kulak verin, ne demek istediğimi anlarsınız: Onlar sadece eylemci değil onlar bilhassa bilinçli birer devrimci. Bu yüzden neo-liberalizme, emperyalizme karşı olmak ile AKP’ye karşı olmanın bir ve aynı şey olduğunu söylüyorlar. Söylemesinler mi? Şikeye ortak mı olsunlar?

Aman devrimcilik yapmasınlar mı? AKP’ye itiraz ettiklerinde, maazallah Ergenekon filan mı olurlar? Yahu dalga mı geçiyorsunuz, adam mı seçiyorsunuz! İşte Kabe’niz AB’de de kriz oldu; demokrasi takkesi düştü diktatörlük keli göründü. AB müesses nizamı, başta Almanya ve Fransa, demokrasinin beşiği dedikleri Yunanistan’da referandumu engellemedi mi? Demokrasi, neo-liberalizmlerinde belli bir noktadan sonra lüks sayılmadı mı? Yunanistan ve İtalya’da duyun-u umumiye başladı. Bu ülkeleri artık Kemal Dervişler yönetmiyor mu? Merkel “barış tehlikeye girdi” demişti, yani sınıf barışı. Onlar da sınıf savaşı alevlenecek diye korkmuyorlar mı? Evet,AKP ve oportünist şike çeteleri de işte bundan korkuyor. Bu AKP dokuz yıldır iktidarda değil mi? AKP eliyle batılılaşma yani “muasır medeniyet seviyesi” dedikleri şey şimdi neo-liberalizme geldi dayandı...

Ve gençlerimiz işte buna isyan ediyorlar: Sizin bu vahşi düzeninizde fabrikalarda köle, üniversitelerde molla olmak istemiyoruz, derelerimizi HES’ler kurutmasın balıklar yüzsün istiyoruz. Ama Türkiye’de de bir oligarşi, sadece 100 aile, ülkemizin yüzde 30’unu cukkalıyor. Yağma yok! Böyle diyebildikleri ve bu amaçla eyleyebildikleri için de onlara “terörist” diyorlar.

Mahkemede asıl söylediklerini televizyonlar, ana akım gazeteler vermedi elbette. Onları şimdilik bizler okuduk. Bunlar arasında gençlerimizde birisi “kamu malına zarar vermekle” suçlanmaktaydı. Şöyle dedi:

“Kamu malına zarar verdiğimi iddia ediyorlar, kafamı cama çarptılar cam kırıldı, eğer ortada bir zarar verme durumu söz konusuysa kamu malı bana zarar verdi!”

Hakikaten, özelleştirme şampiyonları, bizim gençler karşısında apışıp kalmış, kamusalcı dahi kesilmişti! Çünkü devlet de özelleştirmecilerin devleti, geçmişte olduğu gibi...

Oysa şimdi devrimci geçmişi, devrimci gelecekle birleştiriyor dev-eşkiyalar, eşkıya-gençler: “bir elinde kitapları türküleriyle geldiler / dalga dalga aydınlık, dalga dalga aydınlık oldular/ yürüdüler karanlığın karanlığın üstüne/ meydanları zapt ettiler meydanları zapt ettiler yine.”


*BirGün gazetesi yazarı




*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    



TEK YOL BARIŞ

Kan, yıkım, intikam ve sayılar… Son iki haftada olanları özetlemek için yeterli gelebilecek sözcükler bunlar. Peki ya 30 yıl süren bir savaşın özeti nedir ya da olabilir mi? Belki yine kan, yıkım, intikam ve sayılar, belki daha fazlası, belki de sadece ve sadece gözyaşı anaların gözlerinden dökülen gözyaşı… 

Kuşkusuz 30 yıldır yaşanılanların anlatısı, özeti hiçbir dilde mümkün değildir. 30 yıllık bir kör dövüşü kan ifade edebilir ölen binlerce genci evet binlerce genç o tarafı bu tarafı yok bu işin kan aynı renk her zaman anaların gözyaşı aynı renk bir tek ağıtlar farklı dillerden fakat onların bile manası aynı… Veya bu savaş yıkımı ifade edebilir; yakılan onca köy, yıkılan hayatlar, patlayan bombalar ve ölen insanlar… Yâda intikamı görebiliriz belki; doğru ya her seferinde birileri misliyle ödeteceğiz diye naralar atarken olan hep bu toprakların çocuklarına olmakta… Evet, sayılar aslında 30 yıllık savaşın anlamı sayılardır belki de. Sizden şu kadar, bizden bu kadar toplamda şu kadar, şu kadar bomba, şu kadar köy, şu kadar insan, şu kadar milyar dolar… Göğsünün orta yerinde kalp yerine bir çöp torbası taşıyan mahlûkların yaptığı hesaplar… Ama yine de bu savaşı en iyi gözyaşı ifade etmekte. Binlerce ananın, binlerce ana kuzusunu kara toprağın altına gömerken döktüğü gözyaşı. Birileri gencecik bedenlerden oy, para, menfaat istismarı yapmaya çalışırken ve ağızlarında salyalar ile en kutsal saydıkları değerleri ‘ölüm’ kelimeleriyle kirletirken anaların döktüğü gözyaşı bunca çıkarcılığın ve azgınlığın arasında saf ve gerçek tek şey olan anaların gözyaşı… 

Son iki haftada birçok gelişme yaşandı ülkemizde, önce çatışmalarla gelen ölüm haberleri, sonra Van’da meydana gelen deprem dağladı yüreklerimizi. Ama en çok acının ne demek olduğunu bilmeyen, insanları rakamlardan başka bir şey olarak görmeyen, belki de hayatında hiç sahiden biri için üzülüp gözyaşı dökmemiş insan bozuntularının ekranlarda, sanal ortamda, ülkenin sokaklarında ve hatta deprem bölgesine yaptıkları yardımlarda gösterdikleri gerçek benlikleri ( ki bir çok filozof insanı düşünebilen sosyal bir hayvan olarak tanımlarken bu şahıslar düşünmeyi unutup hayvan olmaktalar) dağladı yüreklerimizi. Her şeye rağmen yine de Türkiye halkları tüm bu ulumalara karşı gerekeni yapmayı bildi. Kardeş kokusuna, sıcağına en çok ihtiyaç duyduğu anda kardeşi, yine kucakladı kardeşini. Bir selam ve kardeş kokusu gönderdi evi ocağı yıkılan kardeşlerine, bir ders verdi yıkılan yüreklere. 

Aslında Van’da olanlar dünden belliydi birazda. 17 Ağustos depreminden, Elazığ’dan deneyimliydi devlet yetkilileri güya… Devletin deneyimi üniversitenin, hastanelerin, okulların ve kamu binalarının yıkılmasıyla belli oldu. Bir doğa olayı yine olağan felakete dönüştü devletin ihmalleriyle. Ve sorular sorular en önemlisi sorular. Deprem vergisinin hatırlayanınız var mı? Peki ya nere gittiğini yada daha doğrusu kimlere peşkeş çekildiğini hatırlayanınız var mı? Peki Zahid Akman’ı tanıyanınız var mı? Ya da deniz fenerini bileniniz var mı? Peki Zahid nasıl kurtarılırmış öğrenmeyeniniz var mı? 

Aslında AKP bu işi çok iyi yapıyor. Yani oluşan bir gündemi kullanarak kimseye çaktırmadan kendi gemisini yürütüyor. Bir yandan türbanı kullandı, bir yandan ölen insanların bedenlerini… Aslında bu ve buna benzer zihniyetler hep ölümleri kullandı, gencecik bedenlerin üzerinden kan siyaseti yapıldı. Ve aslında bize tekrar tekrar yaşatılan bu acılara karşı durduğumuz yeri değiştirmek gerekiyor. Hayır, önerdiğimiz basitçe bir Kürt gibi düşünün değil, bizim önerimiz bir ana gibi düşünün canınızın sizden alındığını düşünün ve her ölüm karşısında adını, yurdunu sormadan gözyaşı dökün… Çünkü bizler bu topraklar üzerinde ‘ne Mehmet ölsün, ne Memed ölsün’ diye haykırmadıkça bu kan deryası durmayacak. Bizler birilerinin karşına geçip ‘biz öldükçe vatan sağ olmayacak, biz yaşamazsak vatan sağ olmayacak’ demedikçe bu savaş durmayacak ve birileri ‘misliyle’ derken bizler karşılarına geçip ‘Bugüne kadar yaşanan bir acıyı acılar yaşatarak ödetebilen bir fani çıkmadı. Siz de ödetemezsiniz. Çünkü kimse ödetemez: Bir acı bir acıyı, bir ölüm bir ölümü götürmez, telafi etmez, hafifletmez. Sonuç hep iki acı olur, iki ölüm olur. Bu hesapta dört işlem yoktur. Tek işlem vardır: Toplama. Acılar ve ölümler çarpılmaz, bölünmez, çıkarılmazlar. Ve tektirler, kıyaslanamazlar.’ Demedikçe bu kan deryası hepimizi boğacak! 

Söylenmeyen tek söz, denenmeyen tek yol BARIŞ kaldı. Şimdi yapılması gereken Demokratik bir ülkede eşit, özgür ve bir arada yaşamayı savunmak. Artık yapılması gereken haykırmak;

TEK YOL BARIŞ, ONE WAY OF PEACE, UN CAMINO DE LA PAZ, UNA VIA DELLA PACE, Ένας τρόπος για να ΕΙΡΗΝΗΣ, UN CHEMIN DE LA PAIX, Ré YEK HAŞİTİ!



*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****    




30 YILLIK BİR ZİHİN KAPANIŞININ ADI: YÖK

6 Kasım tarihi bir çok liseli ve üniversiteli, farkında olmasa da öğrenci ahalisi için önemli bir gün. Pek tabi bugünün önemi FB’nin, GS’yi 6-0 yenmesinden gelmiyor. Bugünün anlamı üniversitelerde gerçekleştirilen koyunlaştırma hareketinin başlangıcı olmasındandır.

Nedir Bu 6 Kasımla Derdimiz?

6 Kasımın önemi aslında koyunlaştırma hareketinin üniversitelerdeki baş yürütücüsü olan YÖK’ün kuruluş tarihi olması. Bundan 30 yıl önce bu ülkenin pek muhterem darbecileri bir şeyin farkına varmıştı; toplum giderek sorunlarına daha fazla sahip çıkıyor ve gerçekleri daha çok görüyordu. Bu durumda baş rolü ise gençler oynuyordu. Durum bu olunca müdahale etme gerekliliğini hissetti bu zat-ı muhteremler ve 6 kasım 1981’de 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile üniversitelerde Evren’nin (Şimdilerde Recep’in) kılıcı YÖK kurulmuş oldu. 

YÖK iş başına gelir gelmez icraatlarına başladı. İlk olarak bir çok Devrimci, İlerici, Yurtsever, Demokrat, Kürt ve Alevi öğrenci okullardan atılarak okullarda gerici ve faşistlerin egemen olması sağlandı. Sonra herkesinde girmemesi gerekirdi üniversitelere. Nitekim solculuk en çok yoksul halk çocuklarının arasında yaygındı(gerçektende sistemden en çok ezilen onlardı ve doğal olarak bu sistemin değişmesini istiyorlardı). Bu durumda yoksul çocuklarının üniversiteye girmemeleri lazım gelirdi; harç dendi, orijinal kitap dendi, sınavlar dendi, dershane dendi(yetmedi şifrelerle) yoksul halk çocuklarının üniversite okuması engellendi, okumaya çalışanlar ise ek işlerde, inşaatlarda güvencesiz ve güvenliksiz ölümle burun buruna çalışmak zorunda kaldı. Bunlar kafi gelmemiş olacak ki ve sanki üniversitelerde eğitim çok bilimselmiş gibi bir çok öğretim üyesi Aydın, İlerici, Demokrat olduğu için okullardan atıldı. Ha bu kadar akademisyeni atınca akademisyen eksiği ortaya çıktı ve böylece bir çok yeteneksiz-niteliksiz akademisyen sınava dahi tabi tutulmadan Profesör ve doçent yapıldı.Üniversite bilimsellikten uzaklaştı, sermayeye yakınlaştı, koyunlaştı ve koyunlaştırıldı. İşte bizim derdimiz, isyanımızda bu hali vaktimize. Biz insan olduğumuzu ve düşünmemiz gerektiğini hissediyoruz. Ve biz koyun olup sürülmeyi reddediyoruz.

Peki Ne Yapmadı YÖK?

Özü itibari ile başlık bir ironiye işaret ediyor. Nasıl mı? Şöyle biz vallahi üniversiteye-eğitime ‘iyi’ bir şey yaptığını göremedik. Durum böyle olunca bizde ne yapmadığını anlatalım dedik. Eğitim eğer herkesin ulaşması gereken bir hak ise parasız olması gerekir. Peki parasız mı eğitim? Cevap evetse; daaaaaat! Yanlış cevap her sene harç ödüyoruz mesela bu sene bide buna ek bireysel harç uygulamasıyla karşılaştık! Neymiş efendim bir dersi üçüncü defa alırsak yüzde elli fazlası, dördüncü defa alırsak yüzde yüz, beşinci veya daha fazla defa alırsak yüzde üç yüz fazlasını ödeyecekmişiz! Bazılarımız şöyle diyebilir ‘ben çalışkanım beni ne ilgilendirir ders çalışsalardı’ ama peki ya bu insanlar üniversitede yaşamlarını sürdüre bilmek adına, harç paralarını ödemek için veya ders kitaplarını almak için çalışıyorsa ya bu yüzden kalmışsa o dersi? Bu yine bizim sorunumuz değil midir yani? Yani eğitimi parasız olması gerekirken paralı hale getirenler suçlu değil de çalışmak zorunda kalan öğrenci mi suçlu? Üniversiteye gelmek zor iş hele şifren olmazsa daha zor, peki ya gelince? Kaçımız direk devlet yurduna yerleştik? Ya yerleşemeyenler ne yapsın cemaatin yurtları dışında seçenek kalıyor mu? Bu durumda yaşayabilmek geleceğimizi,hayatımızı cemaatin örümcek kafalılarına bırakmamak için çalışmak zorunda değil miyiz? Yani bu harç zamlarından bizim anladığımız ince bir ‘PİYASA MATEMATİĞİ’! Yani biz bu üniversitede yurtsuzluğu,cemaat yurtlarını, orijinal kitap paralarını, harçları gördük ama parasız eğitimi göremedik… 

Bir de sanıyoruz ki eğitim bilimsel olmalı diyebiliriz. Ama bunu gördük diyen yalan söyler. Çünkü görmedik, biz bilim nedir bilemedik. ‘Bilim denince, doğa ve toplumun gelişim, ilerleme yasalarını anlamak, buradan elde edilen bilgiyi toplumun hizmetine sunmak; insanın ve doğanın zenginliğini, yine insan ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir hale getirmek; insanlığın bolluk içerisinde, sağlıklı, mutlu, eşit ve özgür yaşamasının olanaklarını ilerletmek, bu uğurdaki çalışmaları sistemli bir hale getirmek akla gelir. Eğer bilimin amacı ve işlevine dair bir tanım yapılacaksa, namuslu, onurlu her bilim insanının üzerinde birleşebileceği genel tanım budur. Üniversiteler ise, bilimin konusunu oluşturan bütün alanlarda, bilimin amacına ve işlevine uygun olarak araştırma ve üretim içerisinde olan, bu temelde lisans ve lisansüstü öğrenim veren, öğrencileri bilimsel ve mesleki bir formasyona kavuşturan kurumlardır.’ (Eğitim-Sen). Bu alıntıdan başlarsak anlatmaya doğa ve toplumun gelişmesine katkısını göremedik. Gördüğümüz Hes’ler için mühendis eğitimi verilmesi, yenilenebilir enerjilere dair hiçbir akademik eğitim verilmemesi, bilim insanı yetiştirmesi gereken istatistik, matematik, biyoloji, fizik, kimya v.b dalların formasyonla öğretmen olmaya yaraması, toplumu ilerletmeyen gericileştiren, tek bir dini ve ırksal yapıya dayanan farklı olanı yok sayan, kısacası toplumun eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu için üretim yapmayan sadece ve sadece piyasanın yani patronların yani paranın mutluluğu için üretim, araştırma ve geliştirme yapan bir eğitim. 

‘Demokrasi’ talebi ise hep çok uzak oldu Türkiye’deki eğitime. Yahu okul bizimse, bunca bina bizim eğitimimiz içinse o zaman bu okulun yönetiminde karalarında neden söz ve yetki hakkımız yok? Hani bizim içindi her şey! Rektör seçimi olur bize söz yok, geçtik onu ÖTK seçimlerinde bile bize söz hakkı yok sonra üniversitenin %99 u aç gezerken bir tane zibidi Jaguar’ıyla ÖTK başkanı atanıyor yani bu zibidi mi bizi temsil ediyor? 

Sonuç; biz bu işten bir gram bir şey anlamadık. Nitekim, kardeşim biz bu üniversite denen yerde eğitim değil olsa olsa mutasyona uğramış kötü bir taklidini görüyor olabiliriz! Gelecek sizsiniz deler bize ama okuldan çıkınca ne yapacağımız belli değil. Ya KPSS peşinde tüm cemaat hırsızlıklarına,yandaş kadrolaşmaya rağmen koşacağız, ya diplomayı kenara atıp bambaşka bir iş bulacağız ya da karın dokluğuna güvencesiz bir şekilde bir para babasının ücretli kölesi olacağız. Yani kardeş anlayacağımız GELECEK dedikleri şeyin kendisi GELECEKSİZ!

Dün’den Bugün’e YÖK

Eğer 30 yıl olmuş, AKP zaten bu YÖK’ü kaldıracak, hem geçen sene zam yaptı YÖK AKP geri çektirmedi mi ahada harçlara da karşı diyorsan; 3 yanlış bir doğruyu götürür kardeeeeeş! Doğrudan başlarsak doğru senin iyi niyetindir. Bunca yapılandan sonra bu adamlara iyi niyetli olmayacaksın kardeş, sonra sende yetmez ama evet der sonra yetti de arttı noktasına gelir ‘İleri Demokrasi’ denen şeyin faşizmden başka bir şey olmadığını yaşayarak öğrenirsin. Yanlışlara gelirsek eğer YÖK 30 yıl önce kuruldu. Ama 30 yıl boyunca ÖGB(özel güvenlik birimi)’siyle, yasağıyla, okula aldığı polisiyle, cezalarıyla sesini yükselten herkesin ümüğünü sıktı işkence yaptı. Hele AKP’nin YÖK’ü halini aldığı son 9 yılda daha bir ustalaştı işkencecilikte. Bizce de AKP YÖK’ü kaldıracak ama merkezi yapısını! Yerine seçim vadi gibi yapıştıracak anlımıza her üniversiteye bir YÖK! Bilir misin Bologna süreci denen bir şey var? Arkadaş bu süreç ne menem bir süreçtir ki her şey gelip buraya dayanıyor. Bu yerel YÖK’lerde buradan geliyor aslında, mütevelli heyeti denen bu yapılar içinde şehir ticaret odası başkanlarından, yerel iş adamları derneklerinin başkanlarına, emniyet müdürlerine kadar aslında eğitimle, üniversiteyle hiç alakası olmayan bir çok kişinin üniversiteyi yönetmesini amaç ediniyor. YÖK kaldırılmıyor bizatihi çoğaltılıyor! 

Sonra harç meselesi var yanlışlarından. 2 Sene evvel harçlara yapılan %500 zammın geri çekilme meselesinden bahsediyorsan üniversitelilerin harç zamlarına karşı direniş başlatması AKP’yi geri adıma zorlamıştı. Ha birde şu mesele var tabi ki bu YÖK’ün başkanını, kadrosunu, her şeyini AKP atıyor, yapacaklarını AKP belirliyor peki harçları ve zamları neden YÖK yaptı deniyor? Bu YÖK tamamıyla AKP’nin üniversitede ki eli değil mi?. Yani AKP bir yandan zam yapıyor bir yandan bu zammı çekerek bizi uyutmaya çalışıyor ama üniversiteli bunu ye-mi-yor! Son zamlar ise derslerin kredilerine göre ücretlendirilmesi işleminin ön denemesi gibi. Yani eğitimin-iş hayatın için gerekli olan dersler daha fazla kredi olacak ve bunları alabilmek için daha fazla ücret ödeyeceksin ödeyemezsen almayacaksın! Al sana bir ince ‘PİYASA MATEMATİĞİ’ işlemi daha!

Bir Şey Yapmalı!

Peki ama ne yapmalı? Bizce cevap açık haydi barikata! AKP ‘ustalık’ dönemine hızlı başladı. Ülkenin dört bir yanında faşizm açık açık uygulanıyor. Karşı çıkanlar hapse atılıyor, karalanıyor. Çakma efeler gibi AKP önce bir İsrail’e diklenir gibi yapıyor sonra kalkan olup emperyalizme ve tabi ki ABD’ye göbekten bağımlılığını sürdürüyor! YÖK eliyle üniversiteleri teslim almaya, gericileştirmeye ve piyasaya daha da açmaya çalışıyor. AKP’nin bu çılgın projelerine karşı bizimde diyecek sözümüz, kendimizce projelerimiz var tabi! 

‘68’ Yeniden!

Yapılması gereken bugün emperyalizme, gericiliğe,faşizme, YÖK’e ve bunların kurumsallaşmış adı olan AKP’ye karşı Denizler, Mahirler, İbolar gibi direnişi örmek yani tüm bu baskı ve şiddet politikalarına karşı özgürlüğümüz ve geleceğimiz için 68’in çağrısıyla Türkiye’nin tüm sokaklarını isyanın sesiyle doldurmaktır. Yapılacak şey bir yandan hakkını arayan işçiyle direnmek, Karadeniz’de köylülerle Hes’çileri derelerden-vadilerden kovmak, Kürecikte Emperyalizmi korumak için yapılacak kalkana karşı kürecik halkıyla anti-emperyalist mücadeleyi örmek ve üniversitelerimizde AKP tarafından YÖK eliyle uygulanan tüm politikalara karşı direnmek ve hakkımız olanı istemektir. Bu gün yapılması gereken geçmişe bakıp bugünü düzeltmek için mücadele etmek ve yarını bugünden mücadelemiz içinde şekillendirmektir. Bu gün yapmamız gereken ve yapacağımız şey AKP-Cemaat koalisyonunun o çok korktuğu 68’i yeniden yaratmaktır. Bizimkisi, bir 6 kasım daha yaklaşırken tüm Türkiye’yi yeniden parasız-bilimsel-demokratik eğitim sloganlarıyla doldurmanın, yeniden TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE şiarını AKP’nin suratına çarpmanın çağrısıdır! Şimdi yeniden tarih bizi göreve çağırıyor. Şimdi sokak bizi çağırıyor, hayat bizi çağırıyor, gelecek bizi çağırıyor, şimdi 68 bizi çağırıyor! 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder