SOL KANAT


Bi Haber 11. Sayı

Onu bu sayfalara yaşarken konuk etmek isterdim. Fakat onun hakkında kelam etmek aklımda olsa da, onu yazmak o öldükten sonraya nasip oldu. Fazla uzatıp vefasızlığımızı iyice ifşa etmeyelim. Abiler, ablalar sol kanattan ceza sahasına yalnız başına giren yoldaşımız Metin Kurt!

Sol kanat diye bir bölüm yazmaya başladığımda Türkiyeli futbolculardan hangisini yazmak istediğimi sorsalar ilk Metin Kurt derdim. Neden mi? Çünkü ilk olarak benim açımdan malzeme bol. Solcu, sendikacı ve futbolcu. Üstelik hepsinde de çok başarılı.

İkinci olarak, o cidden yeşil sahalardaki son gladyatörlerden. Metin Kurt bir dönemin Galatasaraylılarının yıldızı. Türkiye’nin en iyi kanat oyuncularından. Belli bir kanadı yok Metin Kurt’un bunun nedenini yine kendisinden dinleyelim; ‘‘Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım.".

Onun lakabı çizgiydi. Tamda açıkladığı gibi halka yakındı, emekten yanaydı. Sendikal örgütlenme çalışmaları yaptığı için, hakkını savunduğu için Galatasaray’dan da daha sonra gittiği Kayserispor’dan da uzaklaştırıldı. Susturulmaya çalışıldı, yalnız bırakılmak istendi… Olmadı hiç biri onu durduramadı. Çünkü onun inandığı her şey kalbindeydi ve inanmadığı her şey yedek kulübesindeydi.

Evet bizde onun gibi futbolun borsada değil, arsada güzel olduğuna inanıyoruz. Bizde atılan hiçbir şutun emekçinin kalesine girememesini istiyoruz. Ama Kesmeşeker grubuna da katılmıyoruz. Çünkü o hiç yalnız olmadı ceza sahasında, hep yoldaşları vardı yanında. Çünkü o Çizgi Metin’di. O halka yakındı. Çünkü herkes Harranlı, o sendikalıydı. Şimdilik bizden bu kadar… Metin Kurt’u geç tanımanın ve tanıtmanın utancıyla hoşçakalın…







Bi Haber 10. Sayı

İtalya ve futbol deyince kimimizin aklına katı savunma anlayışıyla göze hitap etmeyen lakin maçın sonucunu belirleyen bir futbol sitili gelir. Bazılarımız Juventus, Milan, İnter diye bilir. Kimimiz ise dünyaca Ünlü yıldızları; Buffon, Gattuso, Balotelli,Rossi, Totti ve ya Del Piero sayabilir. Ama İtalya ve futbol deyince bizim akılımıza Lucarelli ve Livorno gelmektedir. Evet hanımlar ve beyler sol kanattan yapılan ortayı gole çeviren dostumuz Cristiano Lacarelli nam-ı diğer Luca! Kuşkusuz hepimiz bu farklı yıldız hakkında bir şeyler duymuşuzdur. Özelliklede Che’ye olan hayranlığı ve sosyalist kişiliğiyle ilgili olarak. Elbette bu yanı sol kanattan akanlar için önemli. Ama bizce Luca’yı paha biçilmez kılan sadece bu özelliği değil.

Hikayenin en başına dönmek gerekirse, Luca İtalya’nın kuzeyinde yer alan ve bir liman şehri olan Livono’da liman işçisi bir babanın oğlu. O da doğduğu şehir ve takımıyla özdeşleşenlerden. 12 yaşından beri bir kez olsun tribünlerden ayrılmamış bir sadakat bekçisi. Takımını çok seven ve bunu her seferinde 
belli eden, küçüklüğünden beri tuttuğu takımda futbolcu olmak isteyen bir hayal işçisi. 10’lu yaşların sonuna doğru profesyonel futbola geçen Lucarelli, asıl patlamayı Lecce takımında oynarken attığı 27 golle yapar. Buradan Torino’ya transfer olur. Lecce ve Torino’da oynarken cezalı yada sakat olduğu haftalarda Livorno’nun maçlarına giderek taraftarlığa devam eden en ünlü Livorno taraftarı, 2003’te, Torino forması giydiği dönemde Torino’nun verdiği ücretin 100 bin Euro altına Livorno’ya transfer olur. Bu transfer ile ilgili düşüncelerini ‘’ Dünyalar benim oldu doğduğum, aşık olduğum yerdeyim’’ diyerek açıklar. Livorno’ya transferi onu büyük bir efsane haline getirir. Menajeri, hikayesini ‘Milyonunuz sizde kalsın’ adıyla kitaplaştırır. Kitabın son cümlesi ise Livorno’nun ne demek olduğuyla ilgili gayet manidardır; ‘’ Livorno herhangi birtakım değildir, İtalya futbolunu kurtaracak güçlerden biridir.’’ 

Lucarelli inatçıdır ve cesur. Bir milli maç esnasında ilk golünü atar ve ardından formasını kaldırır. Şapkadan tavşan çıkmıştır. Formanın altında Che’nin resminin basılı olduğu bir tişört vardır. O günden sonra bir  daha milli  takıma çağrılmaz. Bir  ara yine Seri A  gol  kralı  olunca Lippi’nin onu  milli  takıma
çağırabileceği yayılmıştır ortalığa. Luca’nın verdiği cevap ise nettir: ‘‘Beni ilgilendirmez, benim milli takımım Livorno’’. O Livorno’dur, Livorno da o. Luca’nın Livorno’nun Seri B’den Seri A’ya çıkmasında attığı 25 golün önemi büyüktür. Yine devam eden sezon Seri A’da gol kralı olmuştur. Onu sırt numarası 99’dur. Bu Livorno’nun Komünist Taraftar grubu Otonom Tugayları’nın, 1999 yılında kurulmuş bal99 isimli oluşumunu temsil etmektedir. Onun hakkında ne söylesek ne yazsak az. Tekrar tekrar söylediğimiz gibi; o bu günün milyon dolarlık bebeklerinin asla olamayacağı bir futbolcudur. O Livorno’nu bayrağı, aşığı ve taraftarıdır. Son sözü yine aynı hat içerisinde Lucarelli’ye bırakalım: ‘‘Bazı futbolcular arabalar, evler için milyonlar ödeyebilir, ben aynı parayla dün gidip kendime Livorno forması aldım, hepsi bu.’’





Bi Haber 9. Sayı

Eğer 11 kişilik bir takım yapmak istesem defansımın bel kemiği Breitner olurdu. Hatta hepimizin oynadığı menajerlik oyunlarında huyum olan takım kaptanını defanstan seçme tercihimi de göz önüne koyarsak Breitner kesin takım kaptanım olurdu. Yoldaşlar Defanstan topu sol kanata aktaran dostumuz Paul Breitner. Bu mavi gözlü adamın futbolculuk kariyeri başarıyla dolu. Bayern Münih’te top koşturduğu 9 yıl boyunca 5 Alman ligi şampiyonluğu ve 1 kez de Almanya Kupası'nı kazandı. Yine aynı takımla bir kez de şampiyon kulüpler kupasını kazandı. Almanya Milli takımıyla ise 1 Avrupa Kupası, 1 tanede Dünya Kupası kazandı. 

Tabi bu başarıların yanında onu bizim için farklı kılan bir takım özellikleri de vardı. O hayattaki duruşunu asla gizlememiştir. Gidip Çin Devrimi’nin lideri Mao’nun portresinin önünde resimde çektirmiş, milliyetçi bağrışmalara aldırmayıp 78 dünya kupasında Almanya milli takımına kupa Arjantin’de oynanacağı için katılmamıştır. Bunun nedeni ise Arjantin’de yönetimde olan dikta rejimini ve katliamlarını protesto etmektir. 

Topu güzel oynamıştır. Attığı goller hala unutulmazlar arasındadır. Hayatta attığı goller ise bizim en iyi 10 gol sıralamamızda en başlardadır. Herkes 68 Hareketi ve onun yarattığı değerlere saldırırken, o hiç çekinmeden RAF’ı (Rote Armee Fraktion) yani kızıl ordu fraksiyonu adlı devrimci örgütü sıkı şekilde desteklemiş ve Alman burjuvazisi ve neo-nazizme karşı sağlam bir gol atmıştır. Biraz alkole düşkündür. Bir hikayeye göre bir antrenmandan önce takımın genç futbolcularını toplayıp yanına ‘hayat böyle tek düzen yaşanamaz, size dayatılan baskıları kırmanız gerekir’ demiş ve sabaha kadar bir barda takım olarak içmişlerdir. Sabah tüm oyuncular yataktan kalkamazken o teknik direktörden önce çalışmalara başlamıştır. Evet hayatı farklı yaşamıştır. Ama yapması gerekeni hayatta da, yeşil sahalarda da yapmıştır. Zaten sol kanattan bindirmenin alamet-i farikalarından biride bu değil midir? 




 
Bi Haber 8. Sayı

Yayınlanmaya ilk başladığında sol kanat için yeşil sahaların, hayatta sol kanattan bindirme yapanlarını konuk edeceğiz demiştik. Bugün baktığımızda bu sözlerin eksik kaldığı aşikardır. Sadece futbol değildir spor ve o yüzden sol kanat da sadece futbola değil spora ilişkin olmalıdır. Bu yazıdan sonra hayatın içinde ve her alandaki sol kanattır, artık işaret ettiğimiz. Ve bu işaret ettiğimiz noktaya tam uyacak isimlerle karşı karşıyayız. 

Eylem nedir?, Eylem nasıl yapılır?, Eylem biçimleri nedir?... Eğer eylem denilen kelime yapılan hareket ve bu hareketin yarattığı etki ile ilintili ise Tommie Smith, Peter Norman ve John Carlos’u büyük birer eylemci saymalıyız. Bizim kuşağımızın isimlerini pek duymadığı ama bir kuşağı etkileyen ve bunu başarırken aynı zamanda esastan radikal bir duruşu da sergileyebilen insanlardı bu üç eylem kardeşi. 

Eğer insanların düşünsel yapılarını o günkü toplumsal ve ekonomik koşullar belirlediğini düşünüyorsak, spor asla sadece spor değildir. O aynı zamanda hayattır ve hayat isyanı da içinde barındığına göre spor da isyanın bir kanalıdır. Sene 1968. Dünyayı sarsan 68 hareketinin güçlendiği seneler. Yaz olimpiyatları, yer Meksika. 200 metre engelsiz koşu yarışı başlamak üzere. ABD’li siyahi atletler; Tommie Smith ve John Carlos yarışın favorileri arasında. Yarış başlıyor ve Tommie Smith birinci, John Carlos üçüncü, tek sürpriz Avusturyalı atlet Peter Norman ikinci olması. Ödül töreni yaklaşıyor. Bu sırada, Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek soruyor: 

İnsan haklarına inanıyor musun?/ Evet, inanıyorum./ Peki ya Tanrı'ya?/ Bütün kalbimle... 

Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklarlar, Norman tereddütsüz katılır. Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... 

Fikir Norman'dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne 'İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokardını iğneliyor. Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor. 

Bu üç adam ülkelerinde olmadık işkencelere maruz kalıyor. Kariyerleri yok ediliyor, iki siyah atletin. Tabi Peter’inde başına aynı şeyler geliyor. Yürekli bir beyaz adam eşitliği savunduğu için cezalandırılıyor. Eylem tüm dünyayı sarsıyor ve dikkatler ABD’deki siyahların sıkıntılarına çevriliyor. Eylem büyük oranda başarıya ulaşıyor. Tabi bu üç isim daha sonrada görüşmeye devam ediyor ta ki Peter Norman 2006 yılında ölene kadar. Bu üç eylem kardeşi son kez Peter’in tabutunu omuzlarken yan yana duruyorlar. Sanki yıllar sonrasından, hala aynı eylemi gün be gün ırkçılığa karşı tekrarlıyorlar.




Bi Haber 6. Sayı

Bizden birinin bu sayfalarda bulunmasının vakti gelmişti artık. Eğer Anadolu topraklarının ve bu topraklarda yaşayan halkların masumane ve bozulmaması gereken özellikleri varsa bunu futbolda en iyi temsil eden şüphesiz taçsız kraldı. Evet dostlar sol kanattan bindirme yapan dostumuz; 
Metin Oktay.

Kuşkusuz bu topraklardan bir oyuncunun bu sayfalarda olması büyük bir zorluğu içeriyor. Bunun nedeni ülkemizde bulunan genel baskı ortamı ve ‘ne sağcıyım, ne solcu, futbolcuyum, futbolcu’ felsefisi olarak ortaya konabilir. Buna rağmen birilerini kendimizden görmek, onu kendimize yakın hissetmek için aradığımız ipuçlarını da kimi oyuncularda bulabiliyoruz. Taçsız kralda bunlardan biri. 

Bizim asıl ilgilendiğimiz onun sportif başarıları değil. Zira bunları yazmaya sayfalar yetmez. Bizim ilgilendiğimiz onu aynı formayı paylaştığı (kötü bir tesadüf olarak düşündüğüm) Hakan Şükür ve Tanju Çolak’tan farkıdır. Velhasıl onlar nezdinde simgeleştirebileceğim para aşığı ‘profesyonellerden’ değildir. O amatördür kimilerine göre; ezeli rakiplerinin bir yöneticisi bir gazinoda otururlarken ona bir çek uzatır ‘rakamı sen yaz yeter ki Fenerbahçe foramsı giy…’ der. Parada gözü yoktur, onun için değerli olan farklı şeylerdir. Cevabı ders niteliğindedir; ‘bizi sevenleri üzmeyelim baba, bizi sevenlere ihanet etmeyelim’. Onun için giydiği formanın anlamı farklıdır. Bu günkü milyon dolarlık bebeklere benzemez o. Onun için aşk bellidir; Galatasaray. İzmirspor’dan Galatasaray’a transfer olurken ‘ya ben ya Galatasaray’ diyen zengin kızı sevgilisine ‘Ben zaten Galatasaray’la evliyim’ diyebilmektir onun aşkı. Tüm bunların yanında 12 mart mahpuslarına genel af kampanyasına koyduğu imza ile onu hatırlayabiliriz. 

O emeğin değerini bilenlerdendir. Simitlerini denize düşüren simitçiye o gün aldığı transfer taksitini verebilmektir Metin olmak. Şimdi ki futbolcuların unuttuğu centilmenlik kavramını hatırlatır yıllar ötesinden bizlere. Ağları deldiği Fenerbahçe maçında kendisine tekme atan oyuncuya yumruk sallayınca hakem ona dışarı çıkmasını söyler. Taçsız kral ilk kez tribünlerden küfür duyar ağlayarak tribünlerin önüne gelir ve Fenerbahçe taraftarının önünde eğilir. Tüm bu özellikleri onu solcu bir futbolcu olarak adlandırmamıza yetmeyebilir belki. Ama onda, onu kendimizden hissedebileceğimiz bir takım şeyler bulduğumuzda açıktır. Belki solcu değildir, ama insandır. Ve zaten solculukta insan olabilme işidir.





Bi Haber 5. Sayı

Hani klasik sözler vardır: ‘Futbol İlahı’, ‘Yaşayan Efsane’… Bu değerlendirmeler onun için geçerli midir bilmeyiz ama Liverpool tribünleri ona ‘The God’ (Tanrı) diyor. Sol kanattan bindirme yapan yoldaşımız Robbie Fowler. 

Şimdi ‘Liverpool gibi endüstriyel futbolun devlerinden birinden solcu mu çıkarmış?’ diyebilirsiniz. Bizim size cevabımız Liverpool’un liman işçileri tarafından kurulan bir takım olduğu ve yine liman  işçilerince desteklendiğini söylemek olur. Ve the GOD da bu liman işçilerinin çocuklarından biridir. Küçüklük hayalidir tuttuğu takım olan Liverpool’da oynamak. Ve yeteneğiyle bunu başaracaktır da. Ama onu bu sayfalara konuk yapan tabii ki bu fakirken zengin olma hikayesi değil. Onu bizden yapan saha içindeki duruşudur.

O, kendisi lehinde haksız bir penaltı veren hakemle polemiğe girip itiraz edecek kadar dürüst, o penaltıyı her türlü gol yapabilecekken kalecinin üstüne vurabilecek kadar onurludur. O İngiliz taraftarlarının ve futbolcularının kronik  ırkçılık hastalığına karşı yüzünü siyaha boyayıp sahaya çıkabilecek kadar ırkçılıktan nefret eder. Dedik ya işçi çocuğudur. Aslını saklayan haramzadedir ona göre. Bir maçta gol attıktan sonra tişörtünü kaldırır, altında ‘İşten Atılan 500 Liman İşçisini Destekleyin’ yazmaktadır. Söylediğimiz gibi o başkadır, ot futbolcu klasmanında değildir, bir duruşu vardır. Bir Everton maçında gol atar, gider korner çizgisinin kireç tozunu uyuşturucu gibi burnuna çeker. Everton’ın uyuşturucu kullanmaktan yargılanan oyuncularınadır hareket. O halktandır, gol sevinci yaşarken sahaya girip üstüne koşan bir seyirciyi polis üstüne atlayarak durdurunca o da polisin üstüne atlar, manzara yeşil sahalarda görülmesi zor görüntülerdendir. Muziptir, golden sonra santra noktasına koşarken ayağı takılıp yere düşen hakemin üzerine atlar ve takım da onun üzerine, sevincine hakemi de katmıştır. Tabi en önemli özelliklerinden biri de zamanımızın futbolcuları gibi ‘aldığım paraya bakarım’ diyenlerden değildir.

O tuttuğu ve oynadığı takıma sonuna kadar bağlıdır. Öyle ki takımı satın alan para babaları onu başka takıma sattığı zaman istemeden gittiği takımlarda yeteneğini saklayacak kadar aşıktır Liverpool’a. Onun bağlılığı o kadar büyüktür ki; 2005 yılında İstanbul’daki Liverpool-Milan şampiyonlar ligi maçını sıradan bir taraftar gibi tribünden izlemiştir. Liverpool’a geri döndüğünde ‘her sabah noel’e uyanan bir çocuk gibi sevinçle uyanıyorum’ diyerek sevgisini bir daha göstermiştir. Nitekim iyidir, hastır, güzeldir, duyarlıdır, farklıdır, geldiği yeri unutmayanlardandır ve soldadır yani bizdendir.






Bi Haber 4. Sayı


Futbol sadece futbol mudur? Ve ya soruyu farklı şekilde sorarsak; bu gün futbol oynayanlar futbolcu ise Socrates nedir? Bu sayıda sol kanattan bindirme yapan dostumuz; Socrates Brasilieiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira ya da kısa ve en bilindik adıyla Socrates!
Günümüz futbolcularına inat Socrates bir başkadır muhakkak. Onunla dünyanın ilk tanışıklığı 1982 yılındaki dünya kupasıydı. Televizyonları başındaki herkese bir balet futbol oynasaydı nasıl oynardı tadında hayran bakışlara büründüren Sokrates asla bildiğimiz o klasik "önümüzdeki maçlara bakacağız" futbolcularından değildi. Ayak bilekleriyle gözümüzün pasını sildiği yıllarda aynı zamanda tıp öğrenimi için okulda dirsek çürüten Socrates doktor unvanını hayatının her alanında kullanabileceği bir unvana dönüştürmüştü. Aynı üniversitede felsefe doktorasını da yapan Socrates artık doktor,filozof ve futbolcu olarak sıradan bir masal olmayacağını gösteriyordu herkese.

Kuşkusuz onu bizim için önemli kılan pek çok konu var. Bunlara örnek vermek gerekirse; Socrates’in Küba milli takımının basına geçeceği konuşulduğu günlerde “Kübalı bir işçiyle aynı ücret alırım. Kendimi bir Kübalı gibi hissetmeliyim, onlarla ne alıyorsa ben de aynısını almalıyım.” diyordu. Zira ’üç idolüm var: Che , Fidel ve John Lennon’ diyen bir adamada bu sözlerden başkası yakışmazdı. Birde onu bize en iyi anlatacak olan elbette ki ‘Corinthians Demokrasisi’dir! Corinthians forması giydiği yıllarda Corinthians Demokrasi Hareketi’ni örgütlemiştir. Amaçları futbolcular üzerindeki otoriter baskıyı kırmak ve tüm ülke yönetiminin de demokratikleşmesine katkıda bulunmaktır. Corinthians’da bunu başarmışlardır da. Yemek saatleri, antrenman saatleri ve benzeri basit konularda bile kulüp yönetiminin baskıcı tutumunu kırmışlardır. Bundan böyle, maçtan bir iki gün önce otele kapanıp kalmak yoktur ve takımla ilgili tüm kararlar ortaklaşa alınmaya başlanmıştır…

Ne yazık ki bu futbol sihirbazını izlemek bize nasip olmadı. Yeşil sahaların filozofu geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı. Takım elbiseli eş değerleri Pele ve Platini’ye bakarsak o, onların giydiği takım elbiselere hiç girmemişti. O Kapitalizmin futbol şarlatanlarından olmamıştı. Gerçektir onun ücretsiz tedavi ettiği insanlar. Ve o giderken bize kalan; kirli sakalı, demokrasi anlayışı, biraz sigara ve birazda alkol… GÜLE GÜLE FİLOZOF… BİZİM İÇİN FUTBOLU BU KADAR GÜZEL KILDIĞIN İÇİN SAĞOL!





Bi Haber 3. Sayı

Öncelikle bu yeni köşemizden herkese merhaba! Amacımız hayata baktığımız gibi hayatta büyük bir yeri olan futbola da soldan bakmak! Bu satırlarda, futbolun endüstriyel yanını, gerekli olup olmadığını, topluma etkisini tartışmayacağız. Futbol elbette bu saydığımız yanları vardır ama sırf bunları içinde bulunduruyor diye ondan vazgeçecek miyiz? Tabii ki hayır! Aslında bunların hepsi dünyadaki yaşantımızda da mevcut. Ama dünyayı bunlara bırakmıyor, dünya için mücadele ediyoruz. Ve başka bir futbol içinde mücadele edeceğiz. Satırlarımız da asıl yer bulacak yeşil sahaların, hayatta sol kanattan hücum yapan futbolcuları! Ve ilk konuğumuz:

Diego Armando Maradona
‘Maradona kimdir?’ sorusu mu, ‘Maradona nedir?’ sorusu mu onun üzerine koşulacakları tam olarak kapsar? Maradona bir futbolcudur. İyi bir futbolcudur, verilen ödüllere bakarsak ‘asrın futbolcusudur’. Kaleci dahil 8 oyuncuyu çalımlayarak attığı gol ‘asrın golüdür’. Tabi bunlar resmi değerlendirmeler. Eğer futbol sadece mekanik bir oyun olsaydı, oda kuşkusuz her hangi bir ‘iyi oyuncu’ olabilirdi. Ama futbolu sadece saha içiyle düşünmeyenler için varılacak yer aynıdır: O bizim ilk 11’imizin değişmezidir. Çünkü o ‘Dini Boca olanların Tanrısı; Maradona’dır. Ne anlatsak onla ilgili; koluna yaptırdığı Che dövmesini mi?, yoksa Chavez ve Fidel ile olan dostluğunu mu?, yoksa oynadığı ‘muhteşem’ futbolu mu? Kuskusuz futbola çok şey kattı. Tribünlerden gelen portakalı göğsüyle yumuşatıp tribünlere yollamasında ki yaratıcılığı, elle attığı golü ‘Tanrının eli’ meşruiyetine sokması, saha içindeki pratik zekası, çalımları, hızı…

Kötü şeylerde yaşadı. Futbol elitlerince Pele’ye layık görülen o büyük salonlar, ona sunulmadı. Zira o zaten o salonlara sığmazdı. Sokaktan gelmişti o, döneceği yer yine sokak ve Latin Amerika halklarının yanıydı. Kapitalizmin elçisi olmadı, büyük salonlarda ödüller dağıtmadı, hep geldiği yerdeydi. Arada futbol oynadı, güzel oynadı, sonra sokağa geri döndü. Hepsi bu…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder