Ülkemizin büyük devlet
adamlarından biri olan başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ geçtiğimiz günlerde bir
açıklama yaptı. Bu açıklamayı bizim çevrelerden -ki üniversite çevreleri
bahsettiğimiz- kimi arkadaşlarımız -ki bu kimi arkadaşlar arasında fanzin
ekibimizde var- önemseyip üzerinde düşündü. Yine aynı çevreden büyük bir
çoğunluk ise 12 Eylül darbesinden bu yana özelde gençlik genelde ise tüm halk
üzerinde işletilen apolitik, Türk-İslamcı (siz bunu dindar diyede
okuyabilirsiniz) bir nesil ve en nihayetinde toplum yaratmama projesiyle
yakından alakalı olarak umursamadı. Biz bu durumu umursayanlar
olarak mikroskobumuzun ayarlarıyla oynayarak lam ile lamer arasında duran
hassas ve bir o kadar mikropsu konuya daha yakından bakma ihtiyacı duyduk.
Konuyu birçok bakımdan irdeleye
biliriz. Fakat bizce ana olarak durulması gereken bir kaç nokta var. Bu
noktalara geçmeden önce üniversitelerin genel durumunu ve bazı hususları da
açıklayarak işe başlarsak konuların birbirleri ile rabıtaları daha rahat
kurulabilir. Son zamanlarda devlet büyüklerimizin üniversiteler üzerine bir çok
açıklaması oldu. Ama bunlardan bir kaçı özellikle önemliydi. Bu özellikli
açıklamaları şöyle sıralayabiliriz; ilk olarak diyanet işleri başkanı her
üniversitede cami olması gerektiğinin fetvasını yayınladı, ikinci olarak
başbakan 'talimat verdim harçlar kalkacak' dedi ve son olarak Bekir Bozdağ
'camiler fakülteler kadar önemli' dedi.
Bu açıklamaların ardından üniversitelerin
genel durumuna bakmakta yarar var. Ülkemizde 169 tane üniversite bulunmakta ve
bunların 105'i devlet üniversitesi, 64'ü ise vakıf üniversitesi. AKP iktidarı
ile 89 yeni üniversite açıldı. Bu açılan üniversitelerin çoğu 'Her ile bir
üniversite kampanyası' olarak açıklayabileceğimiz kampanya ile kurulmuş
üniversiteler. Geri kalanı ise Vakıf üniversiteleri. Yine sayısal
verilerden devam edersek Türkiye'de ki öğrenci sayısı yaklaşık olarak 4 milyon.
Türkiye'deki akademisyen ( Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent) sayısı ise
yaklaşık 50 bin. Bu demek oluyor ki kaba bir hesap ile akademisyen başına 80
öğrenci düşüyor.
Devam edersek, 2012 yılı için Yüksek
öğretime ayrılan bütçe 12 milyar 743 milyon TL, bunun yanında Diyanet
İşleri Başkanlığı'na ayrılan bütçe 3 milyar 891 milyon TL, Emniyet Genel
Müdürlüğü'ne ayrılan bütçe ise 12 milyar 119 milyon TL. Bu kalemlere ek olarak
Türkiye'nin yıllık askeri harcaması 31 milyar 786 milyon 820 bin TL'dir. Tüm
bunlara son bir ekte biber gazına yapılan 10 yıllık harcamayla yapalım. Biber
gazına son 10 yılda 37 milyar 817 milyon 657 bin 143 TL harcanmıştır. Bu
rakamlarında ortaya çok net koyduğu gibi Türkiye'nin üniversitelerine ayırdığı
bütçe oldukça yetersizdir. Ayrılan bütçenin zaten %52,67’sini (6 milyar
712 milyon TL) personel harcamaları oluşturmakta, sosyal güvenlik devlet
primi giderleri ise 1 milyar 157 milyon TL’yi bulmaktadır.. Mal ve hizmet
alım giderleri ise 1 milyar 861 milyon TL olarak öngörülmüştür.
Yani üniversitelerimize bilimsel
araştırma için sadece yaklaşık olarak 2 milyar lira kalıyor. Bu rakamlarla
anlaşılıyor ki, zaten verili sistem ile bilimsel araştırma yapmayan
üniversiteler, böyle bir eğilimleri olsa dahi bunu devlet bütçesi ile
yapamazlar. Ayrıca bu 2 milyar liralık bütçenin tüm üniversitelere eşit olarak
dağıtılmadığı düşünülürse bilimsel çalışma yapmak tam bir hayal. Tam bu noktada
ise işin içine sermayedarlar ve büyük şirketler giriyor. Üniversite bulunan
beyin gücünü parasal destek ile denetime alan şirketler bilimsel
araştırmanın yönünü de toplum çıkarlarından kendi çıkarlarına
büküyorlar. Bu durumdan karlı çıkan sermayedarlar, hem kurulması ve işlemesi
büyük paralar gerektiren AR-GE bölümlerini kurmaktan kurtuluyorlar hem de
öğrencileri ve araştırma görevlilerini ucuz iş gücü olarak kullanıyorlar.
Tüm bu çıkarlı hamlelerin sonundaysa üniversiteye bir tane spor salonu,
iki tane konferans salonu, bir kaç bilgisayar ve bir kaç öğrenciye burs vererek
hayırsever iş adamı konumuna terfi ediyorlar. Üniversiteler ise özellikle
Bologna sürecininde etkisiyle bu çarka her geçen gün daha fazla teslim
oluyorlar.
Yine yukarıda akademisyen
sayıları ile öğrenci sayılarını vermiştik. 1 akademisyene ortalama 80 öğrenci
düştüğü görülse de işin aslı öyle değildir. Bir çok fakültede sınıf mevcutları
200 kişiyi buluyor. Özellikle İktisadi ve İdari Bilimler faküleri ve
Fen-Edebiyat fakülteleri gibi fakültelerde bu durum artık alışıla gelmiş bir
halde. Bir akademisyene 200 öğrencinin düştüğü bir ortamda eğitimden,
öğretimden ve dahada önemlisi bilimsel bilgiden bahsedilmesi ne kadar
mümkündür. Üstelik bu yetersiz akademisyen sayısına rağmen hala yeni
üniversiteler açılmaktadır. Durum buyken ne mevcut üniversitelerde ne de yeni
açılan üniversitelerde nitelikli eğitimden bahsedilemez.
Bu konuyla ilgili bir diğer
gerçekte akademisyenlerin niteliğidir. 12 Eylül darbesinin ardından bir çok
akademisyen solcu, sosyalist, ilerici, demokrat, Kürt ve ya Alevi olduğu için
üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu durumda üniversitelerde oluşan akademisyen
ihtiyacı niteliksiz yeterli bilgisi olmayan insanların akademisyen
yapılmasıyla, yardımcı doçentlerin jet hızıyla profesör olmasıyla dolduruldu. O
günden bu güne değişen pek bir şey olduğunu söyleyemeyizde. Niteliksiz eğitimle
yetişen akademisyenler ve bunun sonucu niteliksiz bir eğitim.
Üstelik tüm bu nitelikli
akademisyen sıkıntısına rağmen 12 eylül benzeri bir uygulamada ufukta görünmüş
durumda. Bu durum kendisini Bologna Süreci ile dayatmakta. YÖK'ün 2006 yılında
yayınladığı Yükseköğretim Strateji raporundaki bilgilere göre; hedef
akademisyen sayısını 10 ile 15 yılda iki katından fazlasına çıkarmak. Bununla
beraber bu kadar hızlı bir artışın eldeki malzeme ile nasıl sağlanacağı konusu
ise şurada ortaya çıkıyor. Ülkenin büyük üniversiteleri dışında ki
üniversitelerde akademisyen olarak çalışmak isteyen doktora mezunları hem daha
fazla maaş alacak, hem de daha hızlı bir şekilde 'kariyer basamakları'nı
tırmanacak. Böylece niteliksiz olan akademisyen kadrosu dahada niteliksiz hale
getirilecek.
Buradan üniversitede ki fiziki
koşullara geçersek. Üniversitelerin bir çoğu yetersiz sınıflar, eksik teknik
malzeme vb. sıkıntılarla boğuşuyor. Bazı üniversitelerde Fen bölümü
öğrencileri laboratuvar yüzü görmeden mezun oluyor. Her sene okulların
kontenjanları artırılırken ek bina gibi gerekli ihtiyaçlar karşılanamıyor ve nihayetinde
üniversiteler tıklım tıkış koyun ahırlarına dönüyor. Üstelik yeni açılan
üniversiteler bu saydığımız sıkıntıları en başından beri yaşayarak tabela
üniversitesi olmaktan öteye gidemiyor.
Üniversite kontenjanları ile
ilgili bir başka sıkıntı ise yurt sorunu. AKP kontenjanları sürekli artırmakla
birlikte ne yeni devlet yurtları yapmakta ne yurtların kapasitesini artırmakta
ne de yurt şartlarını düzeltmektedir. Bu durumda yoksul halk çocukları cemaat
yurtlarına ve dolayısıyla cemaatin karanlık ağlarına mahkum kalmaktadır.
Üniversiteler öğrencilerinin
sosyal gelişimine destek olmayıp, mevcut YÖK yönetmelikleri ile bizzat bu
gelişimi engelliyorlar. Demokrasinin, bilimsel ve eleştirel düşüncenin beşiği
olması gereken üniversiteler, AKP ve onun üniversitelerdeki eli YÖK ile
bilimsel bilginin ve eleştirel düşüncenin olmadığı anti-demokratik açık hava
hapishanelerine çevriliyor. Her türlü haklı söz bastırılıyor. Hatta
üniversiteler artık Evrim teorisinin karşı çıkıldığı, Adnan Oktar gibi
şarlatanların alkışlandığı mekanlara dönüştürülüyor. Bu açıdan bakılınca Bekir
Bozdağ'ın açıklamaları çok manidar görünüyor.
Şimdi konuyu başta belirlediğimiz
açıklamalar üzerine bükelim. Başbakan harçlar kalkacak diyor. Bu durumda
yıllardır harçlara karşı çıkan bizler, AKP hakkında yanılıyor mu oluyoruz?
Bizce yanıt hayır. Çünkü bizler yıllardır süren mücadelemize 'harçların
kaldırılması mücadelesi' demiyoruz. Bizler mücadelemizi 'parasız eğitim
mücadelesi' olarak adlandırıyoruz. Parasız eğitim dediğimiz olgu ise sadece
harçların kaldırılmasıyla sağlanacak bir durum değildir. Parasız eğitim
öğrencilerin her türlü zorunlu ve insani ihtiyacının devlet tarafından
karşılanmasını amaç edinen bir mücadeledir. Sadece harçların kaldırılması bir
şey ifade etmez. Çünkü eğer bir üniversiteli geldiği üniversitede ücretsiz ve
nitelikli bir barınma hakkına sahip değilse, eğer sağlıklı ve ücretsiz beslenme
hakkına sahip değilse, nitelikli ve parasız bir sağlık hizmetine ulaşamıyorsa
hayatından sadece bir gider kalemi eksilmiş olacaktır.
Şunu da biliyoruz ki; Türkiye'nin
imzacısı olduğu Bologna süreci metinleri böyle bir şeye karşı çıkmaktadır.
YÖK'ünde sık sık vurguladığı gibi 'eğitim bir yatırım kalemidir. Ve bu nedenle
yararlananlar ödemelidir'.İşte bu nedenlerle tek başına harçların kaldırılması
anlamsızdır. Ayrıca harçların kaldırılması AKP'nin bir lutfu değil tam
anlamıyla parasız eğitim için mücadele edenlerin bir kazanımıdır. AKP'yi
yıldıran bizim mücadelemizdir.
Son olarak da Bekir Bozdağ ve
Diyanetin fervasını bir arada alalım. Başbakanın ağzından bir çok kere
duyduğumuz dindar nesil kelamı 4+4+4 ile İlköğretim, lise giderken,
üniversiteye uğramaması şaşırtıcı olurdu. Her zaman toplumun en dinamik ve
muhalif kesimi olan üniversiteler AKP'nin bir türlü zapt
edemediği kaleler konumunda.
Bu kaleleri zapt
edebilmek için önce YÖK eliyle rektör, dekan atamaları yaptı. Daha sonra
kendine yakın akademisyenlerle üniversiteleri doldurdu. Yetmedi sivil polis
yönetmelikleri ile polisi kampüslerde meşrulaştırmaya çalıştı. Ama hiç bir hamlesi
tutmadı. Son çare olarak üniversite öğrencilerinin gericileştirilmesi
planlarını yürürlüğe koydu. Bu çıkışlar onun için anlamlı.
Camiler elbette sadece ibadethane
formatıyla üniversitede karşı çıkılamayacak birşey.Ama
yarın alevi öğrenciler cemevi talep ederse,meclisteki olaya mı dönecek iş. Ya
da üniversitede bir erkek saçı uzun ve küpe takarak dolaşamazken, sevgililer el
ele tutuşamazken, bir Kürt öğrenci kimliğini açıkça söyleyemezken ya da solcu
bir öğrenci siyasi görüşünü özgürce ifade edemezken bu durumu özgürlük
olarak mı niteleyeceğiz? Tabi bu söylediğimiz durumlar camiyi sadece ibadethane
olarak alırsak böyle.
AKP sadece bu açıdan
düşünmemektedir. Türban meselesinde olduğu gibi bu meselede de amaç
üniversitelerin gericileştirilmesi ve denetim altına alınmasıdır. Camilerde
bunun mevzileri olarak planlanmaktadır. İşte bu nedenlerle bu uygulamaya karşı
çıkılmalıdır. Birde bu zatın üniversitelerin ülkenin her yerinde açılmasıyla
kalitenin arttığı ve bilimsel bilgide rekabetin iyi olduğu açıklamaları var ki
akıllara zarar. İlk açıklamayı yukarıda çürüttük. İkinci açıklamayı ise her
şeyi satmayı kendine görev bilmiş bir partinin vekili bu muhteremin liberal
kişi bozukluğuna veriyoruz. Bilimsel bilginin rekabet ile toplum yararına
geliştiği duyulmamış, görülmemiş bir şeydir. Bilimde rekabet ancak büyük para
babalarının şirketleri için işe yarardır. Bilimin toplum yararına gelişmesinin
ve üretim yapmasının tek yolu dayanışmasıdır. Hem kendi içinde mesleksel ve
alansal olarak hem de bilimi ürettikleri ile.
Öte yandan muhterem Bekir Bozdağ
'Camiler, fakülteler kadar mühimdir' diyor. Bu değer yargısı bizde soru işareti
oluşturuyor. Mevcut politikalarınıza bakarsak Bekir bey ihtiyacı olduğu halde
üniversitelere fakülte binaları açmak konusunda ketumsunuz. Bizce fakülte işini
pek mühim görmüyorsunuz. Bu camilerinden mühim olmadığı anlamına mı geliyor?
Tabi olaya birde şiirsel olarak bakarsak iş biraz daha çözülüyor. RTE çok
feryat ediyor 'bir şiir okudum hapse girdim' diye. Her üniversiteye cami,
dindar nesil dedikçe bizim aklımızada hep o şiir geliyor;
'Minareler süngü, kubbeler
miğfer;
camiler kışlamız, müminler
asker.'
Sonuç olarak AKP'nin dur durak
bilmez saldırılarına karşı üniversiteler teslim olmayacak. Bu ülkenin devrimci
gençleri üniversitelerini minareler süngüsü, kubbeler miğferi; camiler kışlası,
müminler askeri olanlara bırakmayacak. Bizler üniversitelerimize sahip
çıkacağız. Umudun ve dayanışmanın işçileri bu günüde umuda vardırmayı
dayanışmayla başaracak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder