14 Ağustos 2012 Salı

MÜHİM MESELELER


Ülkemizin büyük devlet adamlarından biri olan başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı bizim çevrelerden -ki üniversite çevreleri bahsettiğimiz- kimi arkadaşlarımız -ki bu kimi arkadaşlar arasında fanzin ekibimizde var- önemseyip üzerinde düşündü. Yine aynı çevreden  büyük bir çoğunluk ise 12 Eylül darbesinden bu yana özelde gençlik genelde ise tüm halk üzerinde işletilen apolitik, Türk-İslamcı (siz bunu dindar diyede okuyabilirsiniz) bir nesil ve en nihayetinde toplum yaratmama projesiyle yakından alakalı olarak umursamadı. Biz bu durumu umursayanlar olarak mikroskobumuzun ayarlarıyla oynayarak lam ile lamer arasında duran hassas ve bir o kadar mikropsu konuya daha yakından bakma ihtiyacı duyduk.

Konuyu birçok bakımdan irdeleye biliriz. Fakat bizce ana olarak durulması gereken bir kaç nokta var. Bu noktalara geçmeden önce üniversitelerin genel durumunu ve bazı hususları da açıklayarak işe başlarsak konuların birbirleri ile rabıtaları daha rahat kurulabilir. Son zamanlarda devlet büyüklerimizin üniversiteler üzerine bir çok açıklaması oldu. Ama bunlardan bir kaçı özellikle önemliydi. Bu özellikli açıklamaları şöyle sıralayabiliriz; ilk olarak diyanet işleri başkanı her üniversitede cami olması gerektiğinin fetvasını yayınladı, ikinci olarak başbakan 'talimat verdim harçlar kalkacak' dedi ve son olarak Bekir Bozdağ 'camiler fakülteler kadar önemli' dedi. 

Bu açıklamaların ardından üniversitelerin genel durumuna bakmakta yarar var. Ülkemizde 169 tane üniversite bulunmakta ve bunların 105'i devlet üniversitesi, 64'ü ise vakıf üniversitesi. AKP iktidarı ile 89 yeni üniversite açıldı. Bu açılan üniversitelerin çoğu 'Her ile bir üniversite kampanyası' olarak açıklayabileceğimiz kampanya ile kurulmuş üniversiteler. Geri kalanı ise Vakıf üniversiteleri. Yine sayısal verilerden devam edersek Türkiye'de ki öğrenci sayısı yaklaşık olarak 4 milyon. Türkiye'deki akademisyen ( Profesör, Doçent, Yardımcı Doçent) sayısı ise yaklaşık 50 bin. Bu demek oluyor ki kaba bir hesap ile akademisyen başına 80 öğrenci düşüyor. 

Devam edersek, 2012 yılı için Yüksek öğretime ayrılan bütçe 12 milyar 743 milyon TL, bunun yanında Diyanet İşleri Başkanlığı'na ayrılan bütçe 3 milyar 891 milyon TL, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne ayrılan bütçe ise 12 milyar 119 milyon TL. Bu kalemlere ek olarak Türkiye'nin yıllık askeri harcaması 31 milyar 786 milyon 820 bin TL'dir. Tüm bunlara son bir ekte biber gazına yapılan 10 yıllık harcamayla yapalım. Biber gazına son 10 yılda 37 milyar 817 milyon 657 bin 143 TL harcanmıştır. Bu rakamlarında ortaya çok net koyduğu gibi Türkiye'nin üniversitelerine ayırdığı bütçe oldukça yetersizdir. Ayrılan bütçenin zaten %52,67’sini (6 milyar 712 milyon TL) personel harcamaları oluşturmakta, sosyal güvenlik devlet primi giderleri ise 1 milyar 157 milyon TL’yi bulmaktadır.. Mal ve hizmet alım giderleri ise 1 milyar 861 milyon TL olarak öngörülmüştür.

Yani üniversitelerimize bilimsel araştırma için sadece yaklaşık olarak 2 milyar lira kalıyor. Bu rakamlarla anlaşılıyor ki, zaten verili sistem ile bilimsel araştırma yapmayan üniversiteler, böyle bir eğilimleri olsa dahi bunu devlet bütçesi ile yapamazlar. Ayrıca bu 2 milyar liralık bütçenin tüm üniversitelere eşit olarak dağıtılmadığı düşünülürse bilimsel çalışma yapmak tam bir hayal. Tam bu noktada ise işin içine sermayedarlar ve büyük şirketler giriyor. Üniversite bulunan beyin gücünü parasal destek ile denetime alan şirketler bilimsel araştırmanın yönünü de toplum çıkarlarından kendi çıkarlarına büküyorlar. Bu durumdan karlı çıkan sermayedarlar, hem kurulması ve işlemesi büyük paralar gerektiren AR-GE bölümlerini kurmaktan kurtuluyorlar hem de öğrencileri ve araştırma görevlilerini ucuz iş gücü olarak kullanıyorlar.  Tüm bu çıkarlı hamlelerin sonundaysa üniversiteye bir tane spor salonu, iki tane konferans salonu, bir kaç bilgisayar ve bir kaç öğrenciye burs vererek hayırsever iş adamı konumuna terfi ediyorlar. Üniversiteler ise özellikle Bologna sürecininde etkisiyle bu çarka her geçen gün daha fazla teslim oluyorlar.  

Yine yukarıda akademisyen sayıları ile öğrenci sayılarını vermiştik. 1 akademisyene ortalama 80 öğrenci düştüğü görülse de işin aslı öyle değildir. Bir çok fakültede sınıf mevcutları 200 kişiyi buluyor. Özellikle İktisadi ve İdari Bilimler faküleri ve Fen-Edebiyat fakülteleri gibi fakültelerde bu durum artık alışıla gelmiş bir halde. Bir akademisyene 200 öğrencinin düştüğü bir ortamda eğitimden, öğretimden ve dahada önemlisi bilimsel bilgiden bahsedilmesi ne kadar mümkündür. Üstelik bu yetersiz akademisyen sayısına rağmen hala yeni üniversiteler açılmaktadır. Durum buyken ne mevcut üniversitelerde ne de yeni açılan üniversitelerde nitelikli eğitimden bahsedilemez.

Bu konuyla ilgili bir diğer gerçekte akademisyenlerin niteliğidir. 12 Eylül darbesinin ardından bir çok akademisyen solcu, sosyalist, ilerici, demokrat, Kürt ve ya Alevi olduğu için üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu durumda üniversitelerde oluşan akademisyen ihtiyacı niteliksiz yeterli bilgisi olmayan insanların akademisyen yapılmasıyla, yardımcı doçentlerin jet hızıyla profesör olmasıyla dolduruldu. O günden bu güne değişen pek bir şey olduğunu söyleyemeyizde. Niteliksiz eğitimle yetişen akademisyenler ve bunun sonucu niteliksiz bir eğitim.

Üstelik tüm bu nitelikli akademisyen sıkıntısına rağmen 12 eylül benzeri bir uygulamada ufukta görünmüş durumda. Bu durum kendisini Bologna Süreci ile dayatmakta. YÖK'ün 2006 yılında yayınladığı Yükseköğretim Strateji raporundaki bilgilere göre; hedef akademisyen sayısını 10 ile 15 yılda iki katından fazlasına çıkarmak. Bununla beraber bu kadar hızlı bir artışın eldeki malzeme ile nasıl sağlanacağı konusu ise şurada ortaya çıkıyor. Ülkenin büyük üniversiteleri dışında ki üniversitelerde akademisyen olarak çalışmak isteyen doktora mezunları hem daha fazla maaş alacak, hem de daha hızlı bir şekilde 'kariyer basamakları'nı tırmanacak. Böylece niteliksiz olan akademisyen kadrosu dahada niteliksiz hale getirilecek.

Buradan üniversitede ki fiziki koşullara geçersek. Üniversitelerin bir çoğu yetersiz sınıflar, eksik teknik malzeme vb. sıkıntılarla boğuşuyor. Bazı üniversitelerde Fen bölümü öğrencileri laboratuvar yüzü görmeden mezun oluyor. Her sene okulların kontenjanları artırılırken ek bina gibi gerekli ihtiyaçlar karşılanamıyor ve nihayetinde üniversiteler tıklım tıkış koyun ahırlarına dönüyor. Üstelik yeni açılan üniversiteler bu saydığımız sıkıntıları en başından beri yaşayarak tabela üniversitesi olmaktan öteye gidemiyor. 

Üniversite kontenjanları ile ilgili bir başka sıkıntı ise yurt sorunu. AKP kontenjanları sürekli artırmakla birlikte ne yeni devlet yurtları yapmakta ne yurtların kapasitesini artırmakta ne de yurt şartlarını düzeltmektedir. Bu durumda yoksul halk çocukları cemaat yurtlarına ve dolayısıyla cemaatin karanlık ağlarına mahkum kalmaktadır. 

Üniversiteler öğrencilerinin sosyal gelişimine destek olmayıp, mevcut YÖK yönetmelikleri ile bizzat bu gelişimi engelliyorlar. Demokrasinin, bilimsel ve eleştirel düşüncenin beşiği olması gereken üniversiteler, AKP ve onun üniversitelerdeki eli YÖK ile bilimsel bilginin ve eleştirel düşüncenin olmadığı anti-demokratik açık hava hapishanelerine çevriliyor. Her türlü haklı söz bastırılıyor. Hatta üniversiteler artık Evrim teorisinin karşı çıkıldığı, Adnan Oktar gibi şarlatanların alkışlandığı mekanlara dönüştürülüyor. Bu açıdan bakılınca Bekir Bozdağ'ın açıklamaları çok manidar görünüyor.

Şimdi konuyu başta belirlediğimiz açıklamalar üzerine bükelim. Başbakan harçlar kalkacak diyor. Bu durumda yıllardır harçlara karşı çıkan bizler, AKP hakkında yanılıyor mu oluyoruz? Bizce yanıt hayır. Çünkü bizler yıllardır süren mücadelemize 'harçların kaldırılması mücadelesi' demiyoruz. Bizler mücadelemizi 'parasız eğitim mücadelesi' olarak adlandırıyoruz. Parasız eğitim dediğimiz olgu ise sadece harçların kaldırılmasıyla sağlanacak bir durum değildir. Parasız eğitim öğrencilerin her türlü zorunlu ve insani ihtiyacının devlet tarafından karşılanmasını amaç edinen bir mücadeledir. Sadece harçların kaldırılması bir şey ifade etmez. Çünkü eğer bir üniversiteli geldiği üniversitede ücretsiz ve nitelikli bir barınma hakkına sahip değilse, eğer sağlıklı ve ücretsiz beslenme hakkına sahip değilse, nitelikli ve parasız bir sağlık hizmetine ulaşamıyorsa hayatından sadece bir gider kalemi eksilmiş olacaktır.

Şunu da biliyoruz ki; Türkiye'nin imzacısı olduğu Bologna süreci metinleri böyle bir şeye karşı çıkmaktadır. YÖK'ünde sık sık vurguladığı gibi 'eğitim bir yatırım kalemidir. Ve bu nedenle yararlananlar ödemelidir'.İşte bu nedenlerle tek başına harçların kaldırılması anlamsızdır. Ayrıca harçların kaldırılması AKP'nin bir lutfu değil tam anlamıyla parasız eğitim için mücadele edenlerin bir kazanımıdır. AKP'yi yıldıran bizim mücadelemizdir.

Son olarak da Bekir Bozdağ ve Diyanetin fervasını bir arada alalım. Başbakanın ağzından bir çok kere duyduğumuz dindar nesil kelamı 4+4+4 ile İlköğretim, lise giderken, üniversiteye uğramaması şaşırtıcı olurdu. Her zaman toplumun en dinamik ve muhalif kesimi olan üniversiteler AKP'nin bir türlü zapt edemediği kaleler konumunda. 

Bu kaleleri zapt edebilmek için önce YÖK eliyle rektör, dekan atamaları yaptı. Daha sonra kendine yakın akademisyenlerle üniversiteleri doldurdu. Yetmedi sivil polis yönetmelikleri ile polisi kampüslerde meşrulaştırmaya çalıştı. Ama hiç bir hamlesi tutmadı. Son çare olarak üniversite öğrencilerinin gericileştirilmesi planlarını yürürlüğe koydu. Bu çıkışlar onun için anlamlı.

Camiler elbette sadece ibadethane formatıyla üniversitede karşı çıkılamayacak birşey.Ama yarın alevi öğrenciler cemevi talep ederse,meclisteki olaya mı dönecek iş. Ya da üniversitede bir erkek saçı uzun ve küpe takarak dolaşamazken, sevgililer el ele tutuşamazken, bir Kürt öğrenci kimliğini açıkça söyleyemezken ya da solcu bir öğrenci siyasi görüşünü özgürce ifade edemezken  bu durumu özgürlük olarak mı niteleyeceğiz? Tabi bu söylediğimiz durumlar camiyi sadece ibadethane olarak alırsak böyle. 

AKP sadece bu açıdan düşünmemektedir. Türban meselesinde olduğu gibi bu meselede de amaç üniversitelerin gericileştirilmesi ve denetim altına alınmasıdır. Camilerde bunun mevzileri olarak planlanmaktadır. İşte bu nedenlerle bu uygulamaya karşı çıkılmalıdır. Birde bu zatın üniversitelerin ülkenin her yerinde açılmasıyla kalitenin arttığı ve bilimsel bilgide rekabetin iyi olduğu açıklamaları var ki akıllara zarar. İlk açıklamayı yukarıda çürüttük. İkinci açıklamayı ise her şeyi satmayı kendine görev bilmiş bir partinin vekili bu muhteremin liberal kişi bozukluğuna veriyoruz. Bilimsel bilginin rekabet ile toplum yararına geliştiği duyulmamış, görülmemiş bir şeydir. Bilimde rekabet ancak büyük para babalarının şirketleri için işe yarardır. Bilimin toplum yararına gelişmesinin ve üretim yapmasının tek yolu dayanışmasıdır. Hem kendi içinde mesleksel ve alansal olarak hem de bilimi ürettikleri ile. 

Öte yandan muhterem Bekir Bozdağ 'Camiler, fakülteler kadar mühimdir' diyor. Bu değer yargısı bizde soru işareti oluşturuyor. Mevcut politikalarınıza bakarsak Bekir bey ihtiyacı olduğu halde üniversitelere fakülte binaları açmak konusunda ketumsunuz. Bizce fakülte işini pek mühim görmüyorsunuz. Bu camilerinden mühim olmadığı anlamına mı geliyor? Tabi olaya birde şiirsel olarak bakarsak iş biraz daha çözülüyor. RTE çok feryat ediyor 'bir şiir okudum hapse girdim' diye. Her üniversiteye cami, dindar nesil dedikçe bizim aklımızada hep o şiir geliyor; 

'Minareler süngü, kubbeler miğfer; 
camiler kışlamız, müminler asker.'

Sonuç olarak AKP'nin dur durak bilmez saldırılarına karşı üniversiteler teslim olmayacak. Bu ülkenin devrimci gençleri üniversitelerini minareler süngüsü, kubbeler miğferi; camiler kışlası, müminler askeri olanlara bırakmayacak. Bizler üniversitelerimize sahip çıkacağız. Umudun ve dayanışmanın işçileri bu günüde umuda vardırmayı dayanışmayla başaracak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder