21 Ağustos 2012 Salı

YENİ MÜDAHALECİLİĞİN BÖLGESEL NİTELİĞİ VE DEVRİMCİ SİYASET - ÖNDER İŞLEYEN

Devrimci mücadele bugün süren çatışmaların parçası olarak değil bu yeni gerici iktidar yapısına/yapılarına ve onun ortaya çıkardığı/çıkaracağı sorunlara karşı mücadele içerisinde gelişecektir.

Ortadoğu’daki müdahale sürecinin –şimdilik– son halkası Suriye’de gerçekleşiyor. Yaşananlar öylesine berrak ki, derin çözümlemelere girişmeksizin özü yakalamak mümkün. Ancak, başından beri Ortadoğu’daki gelişmeleri demokratikleşme ya da devrimler süreci olarak görenlerin emperyalizmin örtülü ve açık müdahalelerinin rolünü gizlemeye/önemsizleştirmeye çalışan kazısını sürdürüyor. Bu aynı zamanda kendilerinin de olan –emperyalizmin örtülü müdahaleleriyle ve Müslüman Kardeşler eliyle bölgenin dizayn edilmesine köklü bir karşı çıkışları olmamasından kaynaklanan tutumlarının bir sonucu olarak– bu sürecin utangaçlıkla savunulması çabası olarak görülebilir. Halen bu tür görüşlere sahip olanlar için önerimiz; Hatay’a gidip bölgedeki gizli üs ve kamplarda eğitim alanların halka ve özellikle Alevilere yönelik ‘sıra size de gelecek’ tehditleriyle süren ‘baharlarına/devrimlerine’ sahip çıkmaları olabilir!

Yeni Müdahalecilik
Ortadoğu’ya ABD önderliğindeki emperyalist müdahale süreci ne bugün, ne BOP tartışmalarıyla başladı. Adı anılan süreç, daha eski tarihlerde başlamakla birlikte bir yönüyle soğuk savaşın ardından emperyalizmin küreselleşme politikalarına bağlı olarak sermayenin sınırsız hareket etme kapasitesinin arttırılması arayışının bir parçasıdır. Irak’tan Suriye’ye uzanan yeni müdahale hattı, sermaye politikalarından ve neoliberal yeniden yapılanmadan azade olmamakla birlikte, tam olarak sermaye egemenliği alanının parçası kılınamamış, bu anlamda sermayenin sınırsız küresel düzlüğüne dahil edilememiş bir gri bölge olarak kalmıştır. Kapitalizmin önceki döneminin bir sonucu olan sınırları belli pazarlar üzerinden ve merkezi güçlü yapılar eliyle sürdürülen emperyalist tahakküm ilişkisinin küreselleşme ile birlikte form değiştirdiğini söylemek mümkündür. Bu değişiklik, sınırların kaldırılmasını ve merkezi güçlü yapılar yerine uluslararası kurumlar ve yerel/bölgesel oluşumlar içinde merkezi yapıların esnetilmesini içermektedir. Ortadoğu’da bugün yaşananların bir yönü budur. Ortadoğu’da bugün kaos içerisinde yaşanan çözülme/esneme, bunun bir sonucu olan sınırların fiilen değişmesi hem sermayenin yönelimlerinin, hem de ABD’nin bölge politikalarının bir parçasıdır. Ortadoğu’da yaşanan yıkımla birlikte sözde demokratikleşme adı altında felaket içinde neoliberalizmin sıçramalı gelişimi sağlanırken, sermaye için yeni bir yayılma ve birikim alanı açığa çıkartılmaktadır.

Ortadoğu’ya müdahalenin bir diğer boyutu da ABD’nin stratejik çıkarlarıdır. Bölgenin sahip olduğu enerji kaynaklarını kontrol etmek, zayıflayan ABD hegemonyasının stratejik noktalarından birisidir. Bölgede ABD’ye karşı tutarlı olmasa da kimi zaman karşı çıkan güçlerin varlığı, gelecek açısından ABD karşıtı bir kamplaşmanın büyüme potansiyeli taşıması anlamına da geliyordu. Özellikle, son yıllarda Rusya ve Çin’in nesnel ve öznel konumları ve bölgeye dönük ilgileri, 21. yüzyılda adı konulmamış paylaşım savaşında Ortadoğu’yu merkezlerden birisi haline getirdi. Irak’a müdahale ile başlayan Büyük Ortadoğu Projesi bölgenin bu anlamdaki potansiyelinin zayıflatılması ve ABD ile uyumlu yeni bir kuşağın yaratılmasına dayanmaktadır. Öte yandan ABD’nin 2012 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde de ifade edildiği üzere, ABD özellikle Çin’i çevrelemek amacıyla Asya-Pasifik bölgesini yeni stratejik nokta olarak belirliyor. Bu yönelim ABD’nin Ortadoğu’dan vazgeçmesi anlamına gelmiyor, aksine bölgenin kontrolünün hızla kendi kontrolüne alınarak gücünü bir süreç içinde Asya-Pasifik’e yönlendirmesine dayanıyor. Bu anlamda özellikle Libya ve Suriye’de görülen işbirlikçi bölge güçleri eliyle ve ülkelerin iç savaşa dayanarak dönüştürülmesi ABD için yeni –daha ekonomik ve az riskli– bir yöntem olarak devreye sokuluyor. Doğrudan askeri müdahale ise Libya’da olduğu gibi örtülü müdahale sürecinin son hamlesi ve bir sonucu olarak beliriyor. 

Müdahaleye Bağımlı ‘Devrim Teorileri’
Ortadoğu’ya yönelik Tunus ve Mısır ile başlayan yeni müdahale sürecinin nedenlerinden birisi de halk isyanlarını pasifize etmektir. Tunus ve Mısır’da temelinde son yıllardaki emekçi halk direnişlerine dayanan isyan dalgası diktatörlerin baskıları ile birlikte neoliberalizme de bir karşı çıkıştı. Ancak bu hareketlerin mevcut hareketliliği geliştirme yönünde yeterli örgütlü güce sahip olmamalarının bir sonucu olarak, emperyalizm gerici güçler eliyle halk isyanını çelerek onun yarattığı enerjiyle yeni bir müdahale sürecini başlattı. Suriye için de benzer bir gelişmeden söz etmek mümkün. 

Emperyalizmin krizi karşısında dünyada önemli direniş hareketleri gelişmekle birlikte, sosyalizmin emekçi halklar içerisinde bir kurtuluş umudu olacak ideolojik önderliğinden yoksun olduğu ve halk örgütlülüklerinin zayıf olduğu bir geçiş döneminin içerisindeyiz. Direniş hareketlerinin bir tür parlama anları olarak ortaya çıkıp geri çekilmesi –yeni dönemin biriktirmeye dönük adımları olarak– bu dönemin mücadelelerinin bir gerçeği olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu bütünlükten yoksun şekilde bakıldığında yükselme anlarını kolayca devrim süreci biçiminde görüp geri çekilmeyi de yenilgi diyerek sonlandıran absürd ve hatalı yaklaşımlar gelişebiliyor. Ortadoğu’daki halk isyanların en başında bir devrimler süreci olarak görülmesi bu tür bir yanılgının sonucu olan aceleci tavırlar olarak gündeme geldi. 

Sürecin başlarındaki coşkunun motive ettiği aceleci tavırları bir politik yanlış olarak görmek mümkün. Ancak bu hattın derinleştirilmesi giderek bu kesimleri objektif olarak emperyalist kampın parçası olmaya doğru sürükledi. Bir kırılma noktası olan Libya müdahalesi karşısında dahi hayırhah bir tutum alan, Suriye’deki gelişmelerde halen meseleyi halk hareketi olarak tanımlamaya çalışan bu yaklaşımlar tıpkı AKP’yi soldan destekleyen liberallere benzer şekilde bir politikayı tercih ettiler. Misal, açık emperyalist müdahaleye –bir zahmet– karşı çıkarken örtülü müdahalenin aracı haline gelen gerici paralı askerleri muhalefet/halk hareketi olarak tanımlama çabasından vazgeç(e)mediler. Baas ve Esat’ın kötülüklerini –tereciye tere satma misali- anlatıp dururken, Müslüman Kardeşler’den El-Kaide’ye uzanan gerici güçler eliyle yaratılan karanlık konusunda tek bir söz dahi söylemekten imtina ettiler. Anlaşılan onlar da liberallerin AKP’yi Türkiye’nin demokratik devrimci öznesi görmelerine benzer şekilde Ortadoğu’daki gerici güçleri bölgeyi demokratikleştiren devrimci güç olarak görüyorlar. İşte sonuçta onların devrimi, hem de onların önerdiği ‘devrim stratejisi’ doğrultusunda gerçekleşiyor. Hatırlayalım, G. Achar aylar öncesinde Suriyeli muhaliflere verdiği konferansta, dışarıdan müdahale çağrısının mücadelenin meşruluğu zedeleyeceğini hatırlatıp bunun yerine para ve silah yardımı alınmasını tavsiye etmişti. Bu tür görüşleri savunanlar şimdi ‘devrimlerini’ kutlayabilir elbette! 

Devrimci mücadele açısından ise isyanın çelinmesi ve çalınmasından daha kötü olan şey bölgenin etnik/mezhepsel kimlikler temelindeki ayrıştırılması ile sınıfsal mücadele dinamiğinin de zayıflatılmasıdır. Aynı zamanda bölgedeki açık ve örtülü emperyalist müdahaleye karşı güçlü bir itirazın yükselmemesi gerçeği de düşünüldüğünde kısa vadede gelişmeleri etkileyebilecek bir sol muhalefetten söz etmek güçtür. Bölge şimdi emperyalist tahakkümün güçlendiği, gerici güçlerin merkezinde olduğu yeni bir iktidar yapısı eşliğinde neoliberalizmin sıçramalı bir şekilde geliştirileceği politikalarla şekilleniyor. Devrimci mücadele o yüzden bugün süren çatışmaların parçası olarak değil bu yeni gerici iktidar yapısına/yapılarına ve onun ortaya çıkardığı/çıkaracağı sorunlara karşı mücadele içerisinde gelişecektir. 

Türkiye’nin Rolü
Bu sürece ilişkin bir diğer konu da Türkiye’nin üstlendiği role bağlı olarak sürdürülen emperyalizmle ilişkinin niteliği tartışmaları oldu. AKP’nin bölgede üstlendiği rolü Türkiye sermayesinin yayılmacı yöneliminin bir sonucu olarak gören yaklaşımlar, bu tezle dolaylı şekilde emperyalizme bağımlılık ilişkisinin de ortadan kalktığını savundu. Bu da yöntemsel yanlışlara bağlı olarak tıpkı emperyalizmi yalnızca açık müdahale ve işgalden ibaret görerek buna karşı çıkmayı yeterli görenlerin yaptığına benzer şekilde, anti-emperyalist mücadeleden kaçınmanın teorisi olarak görülebilir. Ötesinde ilişkinin niteliğini basitçe Kürecik’ten okumak, Hatay ve Adana’daki gizli üslerle üstlenilen role bakmak ya da Ortadoğu’nun paylaşımında Türkiye sermayesine verilen payı değerlendirmek, emperyalizmle kurulan ilişkinin niteliğini anlamak için yeterli olabilir. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye için müstakil/bağımsız bir sermayeden bahsetmek mümkün değil. Burjuvazinin gelişimi emperyalizme bağımlılığın parçası olarak uluslararası tekellerle bütünleşme çerçevesinde gelişmiş, son yirmi yılda da özellikle küreselleşme ile birlikte bu bütünleşmenin yoğunlaşmasıyla –AKP eliyle geliştirilen yeni burjuvazi de dahil olmak üzere– bağımlılık ilişkisi derinleştirilmiştir. Türkiye sermayesinin Ortadoğu’ya yönelimi de bu doğrultuda emperyalizmin felaket içinde sürdürdüğü neoliberal sıçramanın imkan tanıdığı yeni sermaye birikimi alanından verilen paya ilişkindir. AKP’nin özellikle Suriye konusundaki arzulu tutumu ise stratejik nedenlerle birlikte, bölgede kurulacak yeni denge içinde inisiyatifini arttırma çabası ile açıklanabilir. Ancak bunu emperyalizmin temel yöneliminin dışında ya da ona karşı bağımsız bir tutum olarak görmek doğru değildir. Emperyalizme bağımlılık ağı içerisinde de çelişkiler olmakla birlikte, ana yönelimin dışına çıkmadan payını/inisiyatifini arttırmaya dönük bölgesel/yerel mücadeleler her zaman söz konusu olmuştur. AKP’nin hem gerici reflekslerinin yol açtığı hem de bölge içerisinde daha fazla söz sahibi olmaya/pay kapmaya yöneldiği bu tutumu da sonuçta sınırları emperyalizm tarafından çizilen bir alan içerisinde ve onun verdiği misyon çerçevesinde gelişmektedir. 

Türkiye’nin bölgeye dönük özel misyonu ise bir yanıyla ABD’nin yeni müdahale stratejisine uygun şekilde bölgesel işbirlikçi güçlerin öne çıkartılması, öte yanıyla da Ortadoğu’da geliştirilen yeni İslamcı kuşağın bir parçası olmasıdır. Amerikancı güçlerin bölge temelli inisiyatifin merkezinde olduğu yeni müdahale stratejisinin en önemli aktörlerinden birisi bu bağlamda Türkiye oldu. Dışarıdan müdahale yerine içerden müdahale ile bir anlamda ‘yumuşak güç’ kullanımına dayanan taktiğin öteki yanı da emperyalist odaklarla ittifak çerçevesinde gerektiğinde dış müdahalenin içerden bir talep olarak gündeme getirilmesidir. Türkiye aynı zamanda AKP’nin temsil ettiği İslamcı kodlar temelindeki özgün yanlarıyla da bölgeye bir model misyonu çerçevesinde sunuldu. AKP’nin stratejik derinlik diye ifade ettiği, bölgeyle tarihsel, kültürel ve dini bağlar temelindeki yakınlık, ilk olarak CIA Türkiye masası eski şefi olan G. Fuller tarafından söylenen Türkiye’nin bölgedeki ‘ideolojik rolüne’ ilişkindir. (AKP’nin özellikle ideolojik rolüyle bölgede yeni bir İslamcılık anlayışının taşıyıcısı olma ve bölgedeki temel güçlerden birisi olma beklentisi son dönemde özellikle Suriye konusunda ABD’nin işbirlikçisi rolünü fazlasıyla oynamasının da ardında yatan nedendi. Ancak, –uçağın düşürülmesi sonrasında– askeri güç kullanımındaki yetersizliğinin/yetkisizliğinin görülmesi ve bölgede Müslüman Kardeşler’in etkinliğinin artması ile bu misyonu ne kadar oynayabileceği ayrı bir tartışmadır.)

Mücadele ve Eksen
Bugün artık bütün bu tartışmaların ötesinde, hem bölgeyi hem de giderek ülkemizi de içine alan bölgesel bir kaos ve etnik/mezhepsel temeldeki bir parçalanma ile karşı karşıyayız. Bu yüzden Suriye’ye dönük örtülü ve açık emperyalist müdahale ve AKP’nin taşeronluğu karşısında mücadele aynı zamanda bölgenin yakın geleceğinde yaşanacaklar karşısında da mevzilenme mücadelesidir. Acil görev, sözde demokratikleşme adı altında sürdürülen bu operasyon ve müdahale karşısında AKP’nin üstlendiği taşeronlukla ülkemizi kirli bir Amerikan üssü haline getirmesine karşı bağımsızlık ve halklar arasında barış temelinde geniş bir cephe oluşturarak inisiyatif almaktır. Solun merkezinin ve özelinde ÖDP’nin izlediği siyasetin imkan ve potansiyelleriyle bunu yapmak mümkündür. 

Bugün her şeyden önce bilinmesi gereken, Türkiye’nin paylaşım ve üretim ilişkilerinden bürokratik yapılanmasına, komşularıyla ilişkilerine kadar uluslararası kapitalizmin emperyalist siyasetine teslim olduğu gerçeğidir. 60 yılı aşan bu ilişki tarzı, içinde olduğumuz dönemde en geniş sınırlarına ulaşmış durumdadır. İktidarı ve muhalefetiyle bütün düzen içi siyaset seçenekleri emperyalist sömürgeci politikalara şu ya da bu şekilde eklemlenmek ve uygulamaktan öteye geçememektedir. Kapitalizmin dünya çapındaki hegemonik düzeni sürdüğü müddetçe de bundan farklı bir tablonun ortaya çıkması beklenemez. Emekçi halkın eşit ve özgür geleceği yöneliminin bu düzenin tüm ilişki ve bağlarından kopuşu içermesi, tüm bu nedenlerle bir zorunluluktur. Üsleriyle, finans piyasalarıyla, tüketime dayalı kültür ve yaşam tarzıyla tüm özgün ve alternatif yaklaşımlara karşıtlık içeren bu düzeni alt üst edecek tek seçenek devrimci bir mücadelenin ülkede, bölgede, dünyanın farklı coğrafyalarında kök salması, sosyalizmi hedefleyen bir bağımsızlık perspektifinin güçlendirilmesidir. İnsanlığa önerdiği tek şey, sömürü ve zorbalık olan kapitalizmin devrimci, sosyalist, bağımsız bir siyasi program ve eylemlilikle aşılabileceği gerçeği, bugün gelişen yeni müdahalecilik politikaları karşısında bir kez daha ve sıcak bir şekilde kanıtlanmıştır.


muhalefet.org adresinden alınmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder