22 Kasım 2012 Perşembe

YÖK'Ü NE YAPMALI? - KEMAL İNAL

Liseye darbeden önce, üniversiteye ise darbeden sonra başladım; yani üniversitede öğrenciliğim 1980’lerin başlarında geçti. YÖK daha yeni kurulmuştu ve biz hemen bayrağı açmıştık. Darbenin hemen ertesiydi ve ortalık korkunç bir sessizliğe bürünmüştü. 12 Eylül faşizmi olanca azgınlığıyla devam ediyordu. Kamuya açık yerlerde Cumhuriyet gazetesini okumak bile yeterince tehlikeliydi. Ama gençlik mücadelesi yine ortaya çıkmıştı. YÖK karşıtı ne kadar gösteriye katıldığımı, kaç ton laf ettiğimi, neler yazdığımı hatırlamıyorum. Dönemin sosyalist öğrenci muhalefeti gerçekten de YÖK karşıtı bayrağı açmada çok inançlıydı. O yıllarda eylemden eyleme koşturup durduk. YÖK’ün kurulmasının üzerinden 3o yıl geçti. Hala tartışılıyor, eleştiriliyor, kaldırılması isteniyor. Devletin ve sermayenin dışında bu kuruma meşruiyet yükleyen kalmadı. Hatta bazen kimi bürokrat, politikacı ve uzmanlar bile bu kurumu yeri geldiğinde eleştirdiler. YÖK, önce 12 Eylül artığı bir takım faşizan kesimin, sonra darbeci Kemalistlerin ve en sonunda da İslamcıların eline geçti. Eline geçenin sopa diye kullandığı bu yapı gelinen noktada çok ciddi bir düzenlemenin arifesinde bulunuyor. YÖK, bu yasa tasarısı geçerse eğer, üniversiteleri tam anlamıyla neoliberalizmin hâkimiyetine sokacak ve biz kamusal üniversite fikri ve gerçekliğinin değerini daha fazla anlayacağız. 

Ama itiraf etmeli, ilk defa bir YÖK başkanı hazırlattığı yükseköğretim yasa taslağını geniş bir tartışmaya açtı. Eğitim sendikaları, üniversiteler ve bazı kişi ve kuruluşlar görüşlerini doğrudan YÖK başkanına iletmeye başladılar. Gelen görüş ve eleştiriler ne derece dikkate alınır bilinmez ama Gökhan Çetinsaya’nın önce 12 Eylül’den kalan öğrenci disiplin yönetmeliğini kaldırması, şiddet içermediği sürece her türlü görüşün kampüslerde ifade edilebileceğini bildirmesi ve son olarak da, öğrencilerin protestolarını küreselleşmeye bağlaması, daha önceki aşırı devletçi YÖK başkanlarından oldukça farklı bir tutumu gösteriyor. Ama tüm bu gelişmeler yine de şu gerçekleri değiştirmiyor:
Kamu üniversitesinden piyasacı üniversiteye bir kayış var. Yeni yasa tasarısı, öncelikle sermayenin üniversitelere müdahalesinin bir eseridir. Bu anlamda yeni tasarı, devlet eliyle sermayenin üniversitenin içini düzenleme arayışıdır. Bu arayışa karşı mutlaka yeni bir şeyler söylemeliyiz. Mevcut sistem yeterince işlemiyor ama yeni bir kamusal demokratik üniversite modeli için daha fazla düşünmeliyiz. Öncelikle her türlü demokratik muhalefet mekanizması kullanılarak bu tasarı geri çektirilmelidir. Özellikle akademisyenlerin muhalefeti önemlidir. Kesintili eğitim yasasında olduğu gibi, başta akademisyenler ve öğrenciler olmak üzere, sendikalar, araştırmacı ve uzmanlar, öğrenci velileri, politikacılar, kamu çalışanları bu tasarının sadece bir tasarı olmayıp, YÖK’ü nelioliberalize ederek daha güçlü hale sokmaya çalıştığını görmeli ve muhalefet etmelidir, çünkü üniversitelerin demokratik ve bilimsel geleceği, önemli ölçüde YÖK’ün kaldırılmasına bağlıdır.

1996’da YÖK, asistan olarak çalıştığım fakülteyi (Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi-EBF) kapatarak sıradan bir eğitim fakültesine dönüştürme kararı almıştı. Buna karşı direniş gösteren bizler maalesef çok küçük bir gruptuk. Karara karşı sesimizi duyurmak için fakültemize gelen bir TV kanalına sadece ben ve bir profesör dışında kimsenin demeç vermediğini hatırlıyorum. Muhalefet kararsız ama korku mutlaktı. Bir avuçtuk ama sonuna kadar da direnmiştik. O dönemde YÖK’e bayrak açmada tutuk, çekingen ve korkak davranan koca koca profesörler şimdi emekli olup gittiler. Eski bölümlerden yeni öğretmenlik bölümlerine altına hücum gibi bir süreç başladı. Öyle olduğu ya da onurlu biçimde direnmedikleri için YÖK hala yerinde duruyor. EBF’nin eğitim uzmanı yetiştiren bölümlerinin lisans düzeyinde öğrenci almaları yasaklandı ve o bölümler şimdi marjinalleştiler, artık can çekişiyorlar. Çok az sayıdaki lisansüstü öğrencileriyle yetinmek zorundalar.

İlginçtir, YÖK’ün kurulmasından bu yana en yiğit direnişi hocalar değil, öğrenciler gösterdiler. Öğrenciler nice eylemde coplandılar, dövüldüler, işkenceye uğradılar, hapse atıldılar, biber gazı ve tazyikli suya maruz kaldılar. Ama kamusal, demokratik ve bilimsel üniversite şiarını 30 yıl boyunca bıkıp usanmadan savunmayı sürdürdüler. Eğer akademik dünyanın elitizmi, kariyerizmi, makam-mevki sevdası, kaprisleri, egoizmi olmasaydı, şimdi YÖK mücadelesinde bambaşka bir yerde olurduk. Kendisini sokaktaki mücadeleye uygun görmeyen elitist akademisyenler şimdi çekildikleri emeklilik köşelerinde söylemeden söylenmeye devam ediyorlar. 

YÖK'ÜN BU KADAR GÜÇLÜ OLMASI TESADFÜ DEĞİL
YÖK’ün bu derece güçlenmesinde üniversitenin kendi içinden çürümesinin çok büyük bir rolü vardır. Ne yazıktır ki, kendisine solcu, ilerici veya demokrat diyen nice akademisyen, bölüm başkanı, dekan veya rektör olacağım derken en büyük mücadele bayrağını yine yanındaki meslektaşlarına karşı açtılar. 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla görevden uzaklaştırılan veya kendi isteğiyle istifa eden akademisyenlerle dayanışmak yerine, onları faşist darbecilere jurnalleyen ve boşalan kadro ve mevkilere göz diken epey sözde ilerici akademisyen oldu. Mücadele enerjileri, birikimleri ve deneyimlerinin önemli bir kısmını YÖK’e karşı değil, demokrat ve sosyalist eğilimli akademisyenlere karşı harcadılar. Unvan, kariyer, makam ve mevki, proje ve para peşinde koşan akademisyenlerin bu eğilimleri YÖK’ü daha da güçlendirdi. Çoğu profesör ve doçent, asistanlarının iş güvencesizliğine sessiz kaldılar, üniversitelerindeki yolsuzluklara karşı yeterince ses çıkarmadılar, akademik niteliği düşürenlerin yakasına yapışmadılar. En kötüsü de, haklarını aramak için sendikalı olmaktan korktular. Kendilerini Marksist olarak tanımlamakla yetinip sadece ve sadece (Marksist) teorinin sularında yelken açmayı yeterli bulanların sayısı hiç de az olmadı (hala da az değil). Oysa Marx’ın 11. tezi üniversiteler için de geçerli değil mi? YÖK’e karşı militan mücadele vermediğimiz, Eğit Sen (sonra Eğitim Sen) saflarında yeterince yer almadığımız, şu berbat akademik egoizmi ve elitizmi aşamadığımız, makam-mevki aşkımızı yenemediğimiz için YÖK hala yerinde ve çok güçlü. Üstelik artık piyasa tanrısını işe koşan daha güçlü bir YÖK var karşımızda. YÖK, üniversiteleri sermaye yönetsin, üniversite eğitimi tümüyle şirketlerin ihtiyaçlarına göre şekillensin istiyor. Şu garabet Mütevelli Heyeti veya konseyi, emin olun, üniversitelere son darbeyi vuracaktır.

Sesimiz şöyle çıkmalı: Üniversiteler mali, idari ve bilimsel açıdan özerk olmalıdır. Üniversitenin gerçek sahipleri ne devlet ne de sermayedir. Üniversiteler halkındır. Üniversiteleri öğretim üyeleri, idari personel ve öğrenciler birlikte yönetebilir, yönetmelidir. Halk adına. Bu mücadele için elimizdeki en güçlü araç, sınıf örgütümüz olan Eğitim Sen’dir. 

***
Yök bugün ne anlama geliyor?
YÖK, 1) 12 Eylül faşizminin mirası olan bir kurumdur-YÖK’ü savunmak, 12 Eylül arbesini savunmaktır. 2) Türk devlet geleneğinin merkeziyetçi eğilimini yansıtmaktadır-YÖK her halükarda kadim Türk devletçiliğinin bir göstergesidir. 3) Her kuralıyla demokrasi karşıtı bir yapılanmadır-YÖK, rektör seçimleri başta olmak üzere birçok açıdan demokrasi katilidir. 4) Akademik bir gözetim sistemidir. 5) Özerk ve özgür bilimsel ve akademik yapılanmanın düşmanıdır. 

Böyledir, çünkü YÖK, 2547 sayılı yasasıyla üniversite ve bileşenlerinin hemen her konusunu tasarrufu altında bulundurmaktadır. Rektör atama, akademik tayin ve yükseltme, yönetim, müfredat, dersler, özlük hakları, öğrenci kontenjanı, yeni bölüm açma veya eskilerini kapatma başta olmak üzere YÖK, üniversitelerin hemen her şeyini belirlemeye devam etmektedir. YÖK bu anlamda devletin üniversiteyi ideolojik aygıt olarak kullanmasının bariz bir örneğidir. Yalnız burada artık değişik bir durumla karşı karşıyayız. Ulus-devlet geleneğini büyük ölçüde kıran AKP, YÖK’ü küresel kapitalizmin neoliberal koşullarına uyarlamaya çalışıyor. Bologna Süreci ile birlikte devlet ve büyük burjuvazi, genelde tüm eğitim sisteminin özelde üniversitelerin daha rekabet edebilir, kaynaklarını kendisi yaratan, bunun için de eğitimini piyasa taleplerine göre belirleyen, öğrencisini müşteri olarak tanımlayan, iş güvencesini geçici, esnek veya performansa göre yeniden düzenleyen bir yapıya sokmaya gayret ediyor.


BirGün



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder