14 Eylül 2012 Cuma

MUSTAFA KAMİL ZORTİ 12 EYLÜL'Ü ANLATIYOR...

Mustafa Kamil Zorti ile yıllar önce, 12 Eylül’ün 10. yılı münasebetiyle Demokrat dergisi için Rauf Ekşiciva bir söyleşi yapmıştı. Dile kolay aradan 22 yıl geçti. Zorti ile ikinci söyleşiyi yapmak da Muhalefet.org’a kısmet oldu.

Zorti’ye gerçekleştirdiğimiz söyleşi ile birlikte, 22 yıl önce Demokrat Dergisi için yaptığı söyleşi de yayınlıyoruz. Zira, Zorti o vakitler zaten bugün tartışılan pek çok şeyin yanıtını açık seçik vermiş. O günlerde Zorti, kendisini eleştirenlere ‘yapana kadar iyiydi ama’ diye yanıt vermiş, pek de haksız sayılmaz hani.

Zorti’yi şimdi nerde bulduk, nasıl konuştu bunlar meslek sırrı kalsın… Ama epey yaşlansa da halen 12 Eylül’ün mutluluğunu yaşamaya devam ettiğini söyleyelim, hatta Zorti pek gururlu bugünkü Türkiye’yi ballandıra ballandıra anlatıp ‘işte benim en büyük eserim’ demekten geri durmuyor.

Mutlu mesut emeklilik günleri biraz zora mı girdi? Son dönemde hakkınızdaki eleştireler yoğunlaştı.
Sabah yine erkenden kalkıp dişlerimi fırçalıyorum, kahvaltı yapmadan önce doktor raporumu alıyorum. Vallahi ev raporla doldu, isteyene bir tane gönderiveriyorum. Hafif atıştırırım, zaman kaybı olmasın diye… Öyle Zorti yaşlandı artık gününü yatakta geçiriyor sanmasınlar, işlerim yine çok yoğun.

Ne ile meşgulsünüz?
Anılarımı çizeyim diyorum. Bilmeden konuşuyorlar. Aslı öyle mi canım, sanki benden daha iyi biliyorlar da bana beni anlatıyorlar. Ben hepsini çizeceğim yine, ellerim de titremiyor, o da uydurma.

Sizi bu kadar sinirlendiren nedir, yargılanma mı yoksa?
Kim yargılanıyor şimdi çıkaramadım. Sinirli olduğumu siz nerden çıkardınız. Amerika’da büyük devlet adamları hep anılarını yazıyor ya ben de çizeceğim şimdi. Bir keresinde çocukken daha mahallede çocuklar top oynuyordu da toplarını kesmiştim de mahallede gürültü patırtı kesilmişti.

Nedir bu hakkınızdaki iddialar, oysa siz 22 yıl önce 12 Eylül’ü gazetelerden öğrendim demiştiniz…
Yani bakın şimdi ben de gazete okurum tabi. 12 Eylül sabahı gazeteye baktım meğerse konuşan benim. Anlattım ben bunu size. O zaman küçüktüm mahalle bakkalı beni kışkırtıyordu hep, gitti şu topu kes diye. İyi yaptım ama ben zaten futbolu da pek sevmezdim. O gün 12 Eylül müydü hatırlamıyorum şimdi tarihi… Hem siz tarihe niye taktınız ki, boşverin bunları.

Darbeden söz ediyorduk…
Evet duymuştum birkaç ülkede yapılmış. Bizi pek el üstünde tuttular canım. O birkaç bozguncuya bakmayın siz, ne güzeldi o günler. Bize rahat vermiyorlar diyorlar, şiir yazıyorlardı daha ne olacak. Ben de hatırlayınca o günleri içli içli söylerim ‘Mamak’a sonbahar geldi’ diye. 

Peki yargılamaya ne diyorsunuz?
Ne yapacaktık yani memleketi başı boş mu bıraksaydık yani. Hem suçlandığımı da nerden çıkardınız. Avukatlarım anlattı geçen iddianame zaten bizim iddialarımızdan oluşuyor. Hatta savcı yazmadan önce yanıma uğradı. İnanır mısınız, jilet gibi gençler yetiştirmişiz, saygısından kahvesini bile içemedi. Bana o zaman için neden geciktin, neden daha sert olmadı diyorlar, e kardeşim onu da sen becerseydin. Daha ne yapalım gül gibi memleket bıraktık bunlara.
Tayyip Erdoğan öyle demiyor sanki...
Birlikte çekilmiş fotoğraflarımızı görmemiş gibi konuşuyorsunuz. Şimdi o öyle dedi bu böyle dedi diye siz de kurnazlık yapıp bizi birbirimize mi düşüreceksiniz. Bizim çocuğumuz hepsi. Küçükken de yanıma getirmişlerdi onu, koşturup dururdu bizim bahçede, üstünde bir gömlek vardı ama markası şu an hafızamda değil. Şimdi büyüdü serpildi tabii. Bilirsiniz ben bu konularda tevazudan pek hoşlanmam ama bu çarpık bacak bizi vallahi de geçti, billahi de geçti. Bu dünyadan geldik, yakında belki de gideceğiz, ama inan olsun gözüm zerre arkada değil.

Türkiye’nin bugününü nasıl görüyorsunuz?
Güzel daha ne olsun, yıllar önce ben çizmiştim zaten bu tabloyu. Dur size göstereyim diyeceğim ama ben onu hediye etmiştim. Ama unutmadan size cennetin tapusunu göstereyim mi. Ben de var bir tek bu. Bastonumun içinde özel bir yer yaptırdım orda saklıyorum. Bizim bir zat-ı muhterem vermişti bana. Ah onu da ne çok özledim bir bilseniz, az göz yaşı dökmedi o da benim için.

Yeni bir darbe ihtimali var mı sizce?
Darbe demeyin şuna artık siz de. Duyan da kötü bir şey sanıyor. Ama şimdi ne güzel yollar buldular. Biz acemiydik paldır güldür çıktık sokağa. Öyle mi canım şimdi her şeyi günü güne ince ince sızarak yapıyorlar. Keşke zamanında biz de böyle yapsaydık diye düşündüğüm oluyor. Ama her şey zamanın şartlarına uygun olmalı. Bizim zamanımızda teknoloji çok gerideydi, bazı şeyleri yapmak daha zordu. Bugünün gençleri şanslı, her şeyi acısız-iğnesiz hallediveriyorlar.


ZORTİ 22 Yıl Önce DEMOKRAT’a Neler Anlatmıştı?

Rauf Ekşiciva, 12 Eylül’ün 10. yılı “münasebetiyle” Mustafa Kamil Zorti ile konuştu.

İnsanlar vardır ki, tarih yaparlar. İnsanlar vardır ki, tarihe konu olurlar. Aradaki fark, kıldan ince ve fakat o nebzede de kılıçtan keskindir. Aksini iddia etmek, hamhalat işgüzarların vazgeçilmez meşgalesi olup, bu kalem sahibine de gayetle uzak düşer.

Şimdi, yağlı kandilin isli aydınlığında ve kâğıt üzerinde fasılalarla ilerleyen kamış ucun cızırtısından başka sesin duyulmadığı gecelerde “tarih” yazan, tarihe babalık eden Heredot’un bir zamanlar dolaştığı topraklardayız. Evet, burası Marmaris.

Karşılıklı ıhlamur yudumladığımız âlicenap şahsiyet, daha ilk satırda zikrettiğimiz insanlardan biri. Tarihteki yeri şimdiden ayrılmış. Nasıl bir yer bu? İyi mi? kötü mü? Bunun cevabını vermek, bizim hüsnüniyetimizi bir kılaç aşar. Ve hem gazeteci objektif olmakla, gerçekleri araya yorum sıkıştırmadan yazmakla yükümlüdür. Dahası, buna “hükümlüdür”. Ki, tarihin münkir-nekir meleklerince defter-i kebir’e düşülen sabit kayıtlar, günü geldiğinde bu türlü şahsiyetler için, tarihin görünmez eli tarafından düşülecek temyizi gayrikabil hükümlere yeterli done teşkil edecektir. Bizim elimizden naçizane gelen, tarihte ek malzeme sınmaktır. Tarih yazdığımızla alakadar olur ya da burun kıvırır; artık onu da o bilir. Canı sağolsun!

Demokrat!’a bu ay yazacağımız yazı, 10. yılı münasebetiyle 12 Eylül’ü konu edecekti. Emektar daktilomuzun başına oturmuştuk ki, sağduyunun sesi geldi kulağımızın dibine fısıldadı: “Rauf Ekşicıva, sen gafilledin mi? madem konu 12 Eylül, bırak bu işin kompetanı konuşsun. Git, Mustafa Kamil Zorti’yi bul!”

Doğru söze şapka çıkarılır. Bize de Marmaris’e gitmek düştü. Oracıkta Mustafa Kamil Zorti’yi kendinden emin, yalnız, fakat vakur ve sade yaşarken bulduk. İşte karşınızda “MKZ”. İşte 12 Eylül. Otuz iki kısım tekmili birden…

>Sayın Zorti, nasıl geçiyor emeklilik günleriniz?
İyi geçiyor. Yine sabahları erkenden kalkıyorum, sakın ola zannetmeyin ki, yapacak iş yok, Zorti fosur fosur uyuyordur… Evvela yüzümü yıkıyorum. Sonra dişlerimi fırçalatıyorum. Derken sıra kahvaltıya geliyor. Umumiyetle hafif bir kahvaltı tercih ediyorum; peynir, yarım okka zeytin, portakal suyu ve…

>Afedersiniz, yarım okka zeytin fazla gelmiyor mu?
Hepsini yemiyorum ki… Buranın zeytinleri çok oynak oluyor, mütemadiyen çataldan kaçıyorlar, saplamaya muvaffak olamıyorsunuz. Zıplayıp kayboluyorlar. Ben, bu niye böyle diye bakkala sordum. Çok yağ koyuyorsunuzdur dedi. Müsriflik ettiği için aşçıyı mutfaktan tard ettirdim ben de…

>Günlük gazeteleri yine yakından takip ediyorsunuzdur herhalde Sayın Zorti…
Tabii, kahvaltıdan sonra onlarla bir müddet alakadar oluyorum… Şimdi, Saddam’ın yediği herze sebebiyle, bütün gazetelerde çarşaf çarşaf Körfez hadisesi var. Hepsini okumak hayli vakit alıyor. Netekim, adam bir defa okumaya dalınca ocakta yemeği bile yakabiliyor. O sebeple, ben de iki adam tuttum, onlar okuyup bana anlatıyorlar… bizim TRT yahut da PTT, bir servis kursa, misal, kafadan atıyorum, sıfır bilmem kaç Savaş Servisi diye… Vatandaş telefon ettiği vakit anında taze malumat verse fena mı olur?

>Sizce savaş çıkması ihtimal dahilinde mi?
Zannetmiyorum. Zira çıkacak olsaydı, bu vakte kadar çıkardı. Bu öyle uzun boylu bir iş değil ki. Bastın mı tetiğe, yallah, al sana savaş!.. Amma, esasında tayin edici husus Saddam’ın tahammül gücü ile Bush’un kararıdır. Bush kati kararlı bir kişinidir? Hatırlarsınız, Amerika ziyareti esnasında Evren Paşa, vaktin Amerikan Başkanı Reagan şerefine bir resepsiyon vermişti. Fakat Reagan o akşam kayınvalidesine el öpmeye gideceğini beyan ederek özür dilemiş, Amerikan tarafı onun yerine başbakan yardımcısı Bush’un davete gelebileceğini bildirmişti. Milletlerarası ilişkilerde var olan “Vana misafirinin kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” prensibi mevcuttur. İşte bu prensip mucibince, Türk tarafı bu teklifi reddetti. O vakit, Amerikan yönetimi paniğe kapıldı pentagon’da acil toplantı yapıldı. Ve Bush, gönlünü almak için ertesi sabah Evren Paşa’yı kahvaltıya davet etti. Hâlbuki programda öyle bir şey mevcut değildi. O sabah taksiyle hayvanat bahçesine gidilecek ve Türk tarafına sosisli ısmarlanacaktı. Program öyleydi… Söylediğim gibi Amerikalılar derhal o kahvaltıyı tertip ettiler. Lakin Evren Paşa bu daveti reddetti. Türk tarafı “Motoru bozduk”, yani bağırsaklarımız bozuldu diye de gayet kibar bir bahane, gerekçe söyledi. Bu sefer de, Bush’tan sizi sinemaya götüreyim diye yeni bir teklif geldi. Evren Paşa hiç istifinizi bozmayıp onu da refüze etti. Ardından Bush, Başkan Reagan’ın kartondan maketiyle fotoğraf çektirmek isteyip istemediğimi sordu, ona da hayır dedik: şimdi bunları niçin anlatıyorum. Hal böyleyken Bush, ırak’a taarruz kararı verebilir de vazgeçebilir de… Bunu zaman gösterecek… Ben Irak’a da gittim.

>Saddam için neler söyleyebilirsiniz Sayın Zorti?
Saddam kurnaz ve hilekâr bir adam. Ziyaretim esnasında Saddam’la birkaç el okey oynama imkânım da oldu. Hatta o benim koltukaltıma düşmüştü. Bir hayli de, okey tabiriyle bandozladım kendisini, benden taş alamadı. İki defa da taş kapaklarken şahit oldum. Benim gördüğümü fark edince utandı, başını öne eğdi… Her el bittiği vakit, Saddam’ın okeye dönmekte olduğunu gördüm. Okey Atmak maksadıyla sabırla bekliyordu, maalesef taş gelmedi, ben atmadan. Bu da gösteriyor ki, Saddam mütemadiyen büyük onamayı, riski seven bir adam. Netekim, kimseyi takmayan Kuveyt’i işgal ve ilhak ederek bu huyunu gösterdi… Esasında ben, bu hususta yakın dost ve arkadaşım olan Kuveyt Emiri El Sabah’ı defaatle ikaz da etmiştim.

>Sizi dinlemedi mi?
Artık bu mühim değil. Ben, ona ırak hududunu kuvvetlendirmesini söylemiştim. Zira çöl savaşları bir nevi hususi şartları olan savaşlardandır. Askerin gözüne kum kaçabilir, tanklar kuma saplanabilir…

>Sözünüzü kesiyorum. Bir şey hatırladım, böyle bir uyarıyı 12 Eylül’den önce Cumhurbaşkanı Korutürk de, müdahale etmeye hazırlanan komutanlara yapmıştı değil mi? Harekâtın sonbaharda yapılması halinde tankların çamura saplanabileceğini, en iyisinin baharı beklemek olduğunu söylemişti yanılmıyorsam…
Bu, o başka şimdi… Müsaade ederseniz evvela Kuveyt Emiri’ni nasıl ikaz ettiğimi izah edeyim… Ona, Irak hududu boyunca büyük vantilatörler konuşlandırmasını ve onları gece gündüz ırak’a doğru çalıştırmasını, kum fırtınasının Saddam’ı böyle bir işgalden alıkoyacağını söylemiştim. Bu nasihatimin kulak arkası edildiği anlaşılıyor. E, ne yapalım, nush ile ıslanmayanı ederler tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir…

>Efendim, sohbetimizin esas amacı biliyorsunuz, 10. yılı münasebetiyle 12 Eylül’ü ele almaktı. 10 yıl sonra baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz 12 Eylül’ü?
Unutmadan Atatürk’le alakalı sorunuzu cevap vereyim. Maazallah, sonra Zorti sorudan kaçmış diye propaganda yaparlar… Ki, zannedersem ’86 senesinde, Fransız Le Figaro Gazetesi’nden gelmişlerdi, onlara verdiğim demeçte de bu hususa temas etmiş, Korutürk’ü eleştirenler bilmiyorlar ki, tanklar çamura saplanırsa itecek olan yine kendileridir, demiştim… Aradan 4 sene geçmiş, fikirlerimde ısrar etmiyorum. Lüzumlu tadilatı yapıyorum. Şimdi bana sorsalar, müdahale etmek icap ediyorsa, tankları baharda yıla çıkarın derim. Çamur da olmaz, itme zahmeti de…

>10 yıl oluyor dedik. Ufukta yeni bir müdahale var mı sizce?
Gönül isterdi ki, bunlar hiç olmasın. Mademki demokratikiz, sivil idareden yana olmamız icap eder. Amma memleket uçurumun kenarına geldiğinde, kardeş kavgası sebebiyle kendi kendini aşağı itmesine ramak kaldığında ne yapacaksınız, seyir mi edeceksiniz?.. Şüphesizdir ki, demokrasi bu milletin müstahak olduğu en iyi bir idare şeklidir… Ben müneccimbaşı değilim, lakin yakın zamanda öyle bir şeye ihtimal vermem. Hem on senenin dolmasına daha bir hafta var… Eh… heh… heh… Espri yaptım.

>Müdahale, şartlar oluştuğunda olur diyorsunuz. Peki, 12 Eylül hangi şartlarda ortaya çıktı? Bazı emekli paşaların hatırlarında söyledikleri gibi müdahaleye en az bir yıl öncesinden karar verildiği doğru mu? Mesela siz 12 Eylül’ü ne zaman öğrendiniz?
Ben 12 Eylül’ü ilk defa 13 Eylül günü gazetelerden öğrendim.

>Efendim, ciddi misiniz?
Tabii… O vakit müdahalenin adı “12 Eylül” değildi ki. “Bayrak Harekâtı” idi. Sonradan 12 Eylül dediler. 12 Eylül’de yapıldığı için… Misal, 8 Temmuz tarihinde yapılsaydı, 8 Temmuz diyeceklerdi.

>Yani aslında müdahale daha önce yapılacaktı da, ertelendi mi demek istiyorsunuz?
Bu zaten malum bir şey. Ertelemeler oldu. Zaruri sebeplerden oldu. Yoksa kimilerinin uydurduğu gibi bir defasında haber vermek üzere zamanın Amerikan Başkanı Carter’a telefon edilmesi neticesinde, telefonunuzun müddet meşgul çalması sebebiyle müdahalenin ertelenmiş olduğu kuyruklu yalandır. Haber verilecek olsa, Ankara’da burnunun dibinde Amerikan Büyükelçiliği var, gider oraya söylersin.

>Meşgul telefon söylentisine ilave olarak, bir de 12 Eylül’den hemen önce, o günkü Hava Kuvvetleri Komutanı Sayın Şahinkaya’nın bu sebeple Amerika’ya gittiğini ileri sürmüşlerdi…
Desinler, mademki demokratiksiniz bunlara da tahammül edeceksiniz… Hem muzır bir milletvekilinin eşeleyip durması üzerine Tahsin Paşa, söylentilere karşı mal varlığını da beyan etmişti.

>Siz bu konuda oldukça mütevazı bir durumdasınız.
Benim için de neler söylediler… Beleşe ev sahibi oldu bile dediler. Hâlbuki ben onu, topladığım boş kovanları satarak almıştım.80 evvelinde sokaklarda boş kovandan yürünmüyordu!

Bu vesileyle biraz geriye dönmek istiyorum Sayın Zorti. Az önce 12 Eylül’ün birkaç defa ertelemeye uğradığını söylemiştiniz. Biraz açar mısınız? Söylentiler bir yana, neydi gerçek sebepler?
Sebeplerden biri Demirel Hükümeti’nin yeni güvenoyu almış olmasıydı. Bir müddet ona şans tanımak lazımdı ahlaken… Amma o da beceremedi. O vakit konuşulmuştu, yahu bu müdahaleler hep bu adama denk geliyor diye. Fakat en nihayetinde belki de isabet oldu. Demirel bu hususta tecrübeli olduğu için, nasıl hareket etmesi gerekiyorsa öyle yaptı. Teslim olmam filan deyip maraza da çıkarabilirdi. Bir başkası olsaydı, misal başına daha önce böyle bir şey gelmemiş olduğu için, Ecevit olsaydı şiir okuyarak karşı çıkabilirdi. Nitekim ilk müdahaleyle alaşağı edildiği vakit, Demirel de şaşırıp meşhur şapkasını makamında unutup gitmemiş miydi? Sonradan hep başına kaktılar bu hadiseyi…

Söz Sayın Demirel’e gelmişken, kendisinin, iktidarları döneminde anarşiye, müdahaleyi meşru kılabilmek amacıyla göz yumulduğu yolundaki iddialarını nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyiz?
Bu böyle, öyle söylendiği gibi değil şimdi Sayın Ekşicıva… o vakit askerin, polisin eli kolu bağlıydı anarşiste, teröriste karşı. Siz yakalıyordunuz, savcı salıveriyordu. Mahkemede beraat ediyorlardı… Demirel’den de, Ecevit’ten de kanunlarda lüzumlu değişiklikleri yapmaları hep istendi. Amma bunları meclisten çıkartamadılar. Anarşiye mani olacak olanlara lüzumlu salahiyetleri, yetkileri vermediler.

İstenen yetkiler nelerdi?
Bunlar da malum. Bir defa kanunen, ateş etmeden evvel dur demek gerekiyordu. Siz dur diyene kadar da adam kaçıyordu. Hele bir dur diyecek kişi kekeme çıktı mı, atı alan Üsküdar’ı geçiyordu… Sonra gözaltı müddeti çok kısaydı. Adam bunun kısa olduğunu bildiği içün ne yapsanız konuşmuyordu, konuşturamıyordunuz… 12 Eylül’den sonra bu süre 90 güne çıkartılınca görevliler de rahatladı, nasılsa önümüzde 3 ay var, mutlaka konuştururuz diye. Sakın ola zannetmeyiniz ki, demokratik uygulamalar da tamamen ortadan kaldırılmıştı. Misal, gözaltı müddetiyle alakalı bir istisna getirilmişti. Nasıl bu tenzilat mevsimi oluyor senede iki defa… Onun gibi işte, Mart ve Ekim aylarında gözaltına alınanlar içün gözaltı müddeti tenzilatlı olarak 45 gün tutuluyordu. Yetkileri artırılınca polislik kolaylaştı, herkes polis olma için müracaat etti. O sebeple, bunları kırmamak içün polis kadrosu devamlı artırılıyor… Netekim, işsizliğe karşı da pratik bir çözüm bu.

Yani Demirel’in iddialarına katılmıyorsunuz.
Tabii şimdi 12 Eylül’ü yapanlar kötü oldu. Bu hep böyle olmuştur zaten… Zira adamı işi oluncaya kadar severler. Bizde ahde vefa olsaydı şimdi böyle mi olurdu? Bizim millet olarak en köyü huylarımızdan biri de müsrif oluşumuzdur. Bir şeyi sonuna kadar kullanmadan atmamayı adet edinmişiz. Bu yanlış. Gönül isteri ki, böyle bitmesin… Neyse, siyasilerin mesuliyeti başkalarına yıkacağına, kendi gözlerindeki çöpü görmeleri lazım gelir evvela. Siz de o devirleri yaşadınız, herkes de yaşadı. Ne çabuk unuttular, aylarca bir cumhurbaşkanı seçemediklerini? Milletvekilleri Meclis turlarına katılacaklarına, mavi tura gidiyordu. Meclis’e dövüşmek içün geliyorlardı. Genel Kurul salonuna güreş minderi alınması içün ödenek bile ayırmamışlar mıydı? Yeni küfürler duydum diğer arkadaşları da bilgilendirmek istiyorum diye söz hakkı isteyen ben miydim? Milletvekili yeminini “Brejnev’in ölüsünü öpeyim” diye yapanlar yok muydu? Bunlara niye mani olmamışlar? Memleket ikiye bölünmüştü. Bir tarafta kurtarılmış, diğer tarafta canını kurtarabilmişlerin bölgesi… Birleşmiş Milletlere müracaat eden kurtarılmış bölgeler mevcuttu. Hangi birini sayayım? Partizanlık almış yürümüştü. İsmi lazım değil bir başbakan, kendi partisine üye alelade vatandaşların yolda gördüğü resmi makam arabalarına binebilmeleri üçün genelge çıkarabiliyordu. Düşünebiliyor musunuz, bakkal Mehmet ile Genelkurmay Başkanı aynı arabada gidiyor? Alın başka bir misal: Sümerbank, pankart yapmak maksadıyla patiska alanlara yüzde 35 tenzilat yapıyordu. Soygun paralarıyla devlet tahvili almak isteyenlere kolaylık saplanıyordu. Çalınan paraların başka türlü bulunmasından umut kesilmişti. Davul zurnayla kafa şişirdikleri yetmiyormuş gibi, grevciler çağırdı mı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gidip fabrika önlerinde konser veriyordu. Sendikalar bu derece azmıştı, onların borusu ötüyordu. İşçilerden kestikleri paralarla lüks içinde yaşıyorlardı, hepsi ipek gömlek giyiyordu!.. Bunlar saymakla bitmez, vaktinizi almayayım. İşte hal böyleyken, bunlara seyirci kalanlar şimdi topu 12 Eylül’e atıyorlar. Memleketim o zamanki vaziyetini unutuyorlar.

Evet, ’80 öncesini hepimiz biliyoruz. Türkiye’de durum buydu. Ya çevremiz nasıldı? Dış gelişmelerle 12 Eylül arasında bağ kuranlara ne diyeceksiniz?
Etrafımız o vakit şöyle bir manzara arz ediyordu… Yunanistan’da Papandreou, Amerikan üslerini taverna yapacağım diye iktidara geliyordu. Sonrada yapamadı ya, söylemesi kolay… İran’da şah devrilmiş, Humeyni sakal koyvermişti. Ruslar bir düğün davetini bahane ederek Afganistan’a girmişti. Bütün bunlara bir de, 6. Filo’nun Türkiye’ye yanaşmaktan çekindiği içün, Amerikan bahriyelilerinin umumhaneye gidemeyip abazan kalmaları ilave olunca, ABD Ortadoğu’da bir hayli sıkıntıya düştü. Amma, 12 Eylül Amerika istedi diye yapılmadı. Yalan söylüyorlar.

Fakat Amerikalıların bu işe çok sevindiği aşikar değil mi Sayın Zorti? Müdahale olduğunda, CIA’nın Ankara İstasyon Şefliğini yaptığı söylenen Paul Henze’ye yatağından kaldırılıp, “Your boys have done it”, yani “Senin çocuklar nihayet yaptı” gibisinden haber verilince, Henze’nin sevinçten don gömlek sokağa fırlaması bunu gösteriyor değil mi?
Amerikalıların bir huyu var. Emekli oldukları vakit, başlarından geçenleri hatıralında yazıyorlar. Herkes de okuyup mahrem şeyleri öğrenebiliyor. Bazı şeyleri mezara götürmek lazımdır. Ayrıca bu laftan böyle bir mana çıkarmak doğru mu? Zira 12 Eylül’ü yapanlar “çocuk” değil ki, hepsi koca adam. Belki de Henze’ye bu haber verilirken, telefon eden çocuklarıyla beraber tatilde olan karısıydı. “Çocukların nihayet yaptı! Canım vazoyu kırdılar. Şunlara terbiye veremedin gitti. Ben şimdi otel müdüriyetine ne diyeceğim?” diye arıyordu. Henze de uyku sersemine yanlış anladı, 12 Eylül oldu zannetti.

Her neyse, şöyle oldu, böyle oldu, 12 Eylül oldu. Gelelim 12 Eylül’e… Sayın Zorti, sevapları elbette çok, fakat askeri idarenin hiç mi günahı olmadı? Biliyorsunuz, çeşitli eleştiriler yapılıyor. Bu eleştiriler yerinde mi? Siz bu konuda uzman ve referans kaynağı sayılıyorsunuz. Mesela insan hakları alanındaki eleştiriler için ne dersiniz?
Yani işkence teraneler… Yani Rauf Bey, bir defa işkence her devirde olagelmiştir. 12 Eylül’e mahsus bir uygulama değildir ki… Netekim, tarihe bakarsanız bu işin evveliyatı bir hayli eskiye uzanır. Adem ile Havva’nın cennetten tard edilmesine sebep olan hadiseyi ele alalım. Elma hikâyesi… Şimdi bir adamı kopar o elmayı, kopar o elmayı diye mütemadiyen tahrik etmek… Bu da bir işkence! Psikolojik işkence… e o halde niçün kıyamet koparılıyor? tamam. 12 Eylül devrinde bazı şeyler olmuştur. Ki şarkısını da yaptılar, “Elbet olmuştur geçmişte açıklanamaz şeyler” diye… Amma, o hadiseler münferit şeylerdi. Binde bilmem kaç!.. Zaman geliyor insan karısıyla bile kavga ediyor… Hem bu işleri yapanlar hakkında davalar da açıldı, suçu olanlar cezalandırıldı. Şu kadar kişi “3 sene işkenceden men” cezası almadı mı? Bir o kadarı da, pasif görevlere kaydırılıp, mesela falakada yalnızca ayakları tutmakla sınırlandırılmadı mı?

12 Eylül mahkemeleri ve 10 senedir devam eden davalar var. Bu konuda söylenenleri biliyorsunuz. Tamamıyla haksız oldukları söylenebilir mi?
Yargılamaları Konsey üyeleri yapmadı ki, bağımsız ve kanunda yeri olan mahkemeler yaptı. Evren Paşa, Nurettin Paşa veyahut da Tahsin paşa telefonu açıp mahkeme başkanına şunu aslı, bunu kesin, berikine müebbet verin, filancaya 24 sene yeter mi demiş? Hayır!.. Keşke o senelere ait, Konsey’in telefon faturalarını fare yemeseydi de, bunlar açıklanabilseydi… Maalesef bizde gelişmemiş sanat dallarından biri de arşivciliktir. Netekim, benim Cılıklı köyü konuşmamın müsveddesini de bulanıyoruz. Bir ara Amerika’ya kaçırıldığı da söylenmişti amma haber çıkmadı daha sonra…

Halen devam eden davalar ve cezaevi şartları da şikâyete konu oluyor.
Sayın Ekşicıva, bakın siz de söylediniz, halen devam ediyor diye… Malum, devam eden davalar hakkında tefsirde bulunmak suçtur bizde… Ne söylesem yanlış anlarlar şimdi. Zorti mahkemelere tesir ediyor diye, az mı başımın etini yediler geçmişte…

Neydi onlar efendim, hatırlayabiliyor musunuz?
Şöyle tesir ediyormuşum güya Rauf Bey… Mahkeme başkanının evinin önünden geçerken ona gizlice göz kırpıp, anlarsın yani diye imada bulunuyormuşum. Yok, efendim, tebdili kıyafet siyasi duruşmalara katılıyor; mahkeme heyetine doğru hani şu Roma imparatorlarının arenada gladyatörler rakibini altına alınca kendilerine dönüp, “asalım mı, asmayıp da besleyelim mi” kabilinden sordukları vakit, imparator başparmağıyla aşağıya doğru bir hareket yapar ya, onu gibi yapıp “Asın” diye işaret ediyormuşum… Bir sürü buyruklu yalan işte…

Cezaevi şartları?
Burada da sapla samanı birbirine karıştırmamak lazım… Hep şikâyet ederler mesela, cezaevi yemeklerinden taş, toprak çıkıyor diye… 12 Eylül’de, o mesele de tahkik ettirildi. Bakın burada bir dosya mevcut. Balığı “Cezaevleri Brifingi”, ’82 senesinde Konsey idaresine arz edilmiş… Oradan aynen okuyorum. Diyor ki, “Yemeklerden taş, toprak çıkıyor diye gelen şikâyetlerin artması üzerine bir komisyon kurularak, Mamak, Metris, Bayrampaşa ve diğer irili ufaklı 8 bin 500 ceza ve tutukevinde araştırma yapılmıştır. Neticede birçok cezaevinde yemeklerde taş ve toprak numunelerine rastlanmıştır. Numunelerin tahliliyle bunlarım, tünel kazımı sırasında ortaya çıkan ve bir yerde saklanamadığı için yemek kazanlarına dökülen molozlar olduğu tespit edilmiş,, bunun üzerine derhal aramalara başlandıysa da, mahkumların kazdığı tüneller henüz ortaya çıkarılamamıştır. Buyurun bakalım, şimdi kime inanacak adam?

Çok enteresan Sayın Zorti… Cezaevleri konusunda da bizim ulaşamayacağımız bilgilere sahipsiniz. Bu sebeple güncel bir konuya dönüp fikrinizi almak istiyorum. Cezaevinden firar eden aşırı sol örgüt militanları bunu nasıl başarıyorlar? Nasıl kaçtıkları bir türlü anlaşılamıyor?
Adamın içeride işi gücü yok ki,. Böyle şeytanlıklar düşünüyor daima. Ne yapsam da firar etsem diye plan yapıyor… Oysaki herkes hayat gailesine düşmüş, ekmek peşinde… O sebeple diğerleri daha avantajlı oluyor. Kimsenin aklına gelmeyecek şeyler buluyorlar. Sizin de temas ettiğiniz gibi nasıl firar ettikleri hala bilinmiyor. Amma, ben uzunca bir müddettir vaktimi bu işe ayırdım. Onlar orada hapis, ben de burada ha… hayatını yaşıyorum yani. Yani onlar gibi benim de boş zamanım çok. Aylardır düşündüm, düşündüm, en nihayetinde buldum galiba nasıl firar ettiklerini henüz kimseye de söylemedim. Netekim, ilk defa size açıklayacağım bunu. Adalet Bakanı Sungurlu’yu aradım birkaç defa, lakin her seferinde toplantıda diyorlar… Yeri gelmişken, ilave etmek istiyorum, kendisine gönderdiğim “Sübyan Koğuşları Nasıl Hizaya Sokulur?”, “Gardiyanlarda Stresi Azaltma Çareleri”, “Hücrelerde Çiçek Yetiştire” ve “İtirafçılığı Teşvik İçin İlave Tedbirler” gibi teklif paketlerim hakkında da henüz, menfi ya da müspet bir cevap alabilmiş değilim. Kayboldularsa birer nüsha daha yollayabilirim… Neyse, ne diyorduk?

Militanların nasıl firar ettiğini açıklayacaktınız?
Öyle mi demiştik? Evet, Bakın Nasıl firar ediyorlar anlatayım. Hazır mısınız? Teyp Çalışıyor mu netekim?

Evet Sayın Zorti, nasıl kaçıyor bu militanlar cezaevlerinden? Merakla dinliyoruz…
Dediğim gibi ben bu hususta çok düşündüm. Netekim, az daha kafayı da yiyorduk… Neticede şu kanaat bende hasıl oldu. Dikkat ettiyseniz, bu adamlar içeri atılırken bayağı normaller. Hatta içerinde şişkoları dahi mevcut. Oysaki, şimdi baktığınız vakit bunların hepsi sıskalaşmış olarak tespit ediyorsunuz. Bilinçli olarak kendilerini zayıflatıyorlar. Bir deri, bir kemik kalmak içün her yolu deniyorlar. Niçin? Zayıflayacak, küçülecek ki, her türlü delikten, parmaklıktan sızıp kaçabilsin. Maksatları bu bunların… Zaten sonrası kolay. İster ziyaretçinin çantasına saklan kaç, ister içeri aldırdığın bunlar cilt cilt kalın kitaplar okur, onun içine gizlen, sonra da elini kolunu sallaya sallaya kaç! Envai çeşit yolu var.

Çok ilginç. Tünek kazıp kaçıyorlar görüşüne pek katılmıyorsunuz zannedersem.
O iş öyle zannedildiği kadar kolay değil. Kolay olsaydı, bugüne kadar ben muvaffak olurdum. Üç sefer tecrübe ettim. Üçünde de çocuklar mani oldu. Dışarısı tehlikeli, nere kaçacaksın dediler. Şimdi mecburen buradayız. Esasen adam hapistekileri daha iyi anlıyor şimdi. Amma burada yemekler iyi çıkıyor. O bakımdan rahatım. İyi halden tahliye bekliyorum.


 Muhalefet.org




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder