1 Aralık 2012 Cumartesi

İYİ Kİ DOĞDUN AHMET ABİ...

Bu memleket böyledir işte. Önce linç ederler sonra sahiplenir gibi yapıp kendi oyunlarına alet ederler. Nazım Hikmet misal. Dünya’nın gelmiş geçmiş en iyi şairlerinden biri yüreğinde memleket hasretiyle göçüp gitti. Ama asla mücadeleyi bırakmadı da. Her sözü memleket olan Nazım’ı vatan haini ilan ederken, ‘Demokrasi Yıldızları’ o tokat atar gibi cavap veriyordu; Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim./ Vatan çiftliklerinizse,/ kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,/ vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,/ vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,/ fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/ vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,/ ben vatan hainiyim./ 

Aynı şeyler Ahmet Kaya’nın da başına geldi. Çok sevdiği memleketinden sürülüp uzaklara memleket acısına yenik düştü kalbi. 28 Ekim Ahmet Kaya’nın doğum günü. Ahmet Kaya bu ülkenin yarattığı en büyük değerlerden biriydi. Şarkılarında herkes kendinden bir parça bulurdu. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde ‘olmasaydı sonumuz böyle’ derken Ahmet abi milyonların gözleri doluyordu. Bu ülkeyi cennete çevirmek isteyenlerin duygularına tercüme oluyordu. Herkesin yılgınlık içerisine düştüğü dönemlerde o ‘artık susma yorgun demokrat’ diyordu. Ahmet abi bu düzene meydan okuyanları dili oluyordu; ‘kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette!’. Ahmet abimiz yitirdiklerimize söylüyordu; ‘güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı’. Kimi zaman kişisel bunalımlarımıza tercüman oldu şarkıları, kimi zaman sevgimizi ortaya koymamızı sağladı. Rakım sofrasında da dinledik onu, en heyecanlı zamanımızda da. Kısacası tercümanıydı duygularımızın. ‘Başım belada’ derken de bir şeyler bulduk kendimizden, ‘güzel günler’ derken de… 

Yani bizdi Ahmet abi. Onu dinleyen bizler çok da, ayıp ettik ona. Kendini bilmez üç beş zibidi çatal kaşık fırlatırken ‘durun ulan siz kimsiniz!’ diyemedik. Linç edilirken arkasında duramadık. Yaşadığı o çok zor günlerde istediği selamımızı ondan esirgedik. Sahipsiz bıraktık. 

Şimdi affet bizi Ahmet abi, bağışla bizi. Senin sesin ve şarkıların bu ülkeyi kana bulayanların, bu ülkeyi satanların değildir. Senin sesin bu ülkenin kardeş halklarının, yoksul köylülerinin ve emekçilerinindir. İşte bu yüzden; bizlerin her yürüyüşü, ıslıkla söylenen her Ahmet Kaya türküsü, iktidara yönelen her çığlık, gurbette çekilen her ah, siyasi fikirleri ve eylemleri nedeniyle yaşama hakkını kaybeden yahut toprağından ayrılmak zorunda bırakılan her mülteci için saygı duruşudur.Aksini tahayyül ettiğimiz anda; Üşür ölüm bile..



ÇELİŞKİ!

Ne yazsam bilemedim. Son dakika yazıları hep böyle olur zaten, konu sıkıntısı falan… Koskoca fanzinde de kendimden bahsedemem ya! En iyisi okuldan konuşalım. Nedir üniversite mesela? Akademisyenler ne işe yarar? Öğrenci ne yapar? Hadi bu saydıklarım üniversitenin olmazsa olmazları arasında. Yani öğrenci olmazsa üniversite zaten mantıksız. Akademisyen de,öğrenciye ‘ders verecek’ kişi. Peki Özel güvenlikler necidir üniversitede? Yani şöyle diyebilirsiniz; bizi koruyorlar. Peki ama kimden ve ya neyden? Yani bizler 18 yaşını geçmedik mi? Artık bizler yaptığımız her eylemin sonucuna katlanmak zorunda değil miyiz? Hani bizim Suriye ile savaşarak ölmemiz normaldi veya Afgan dağlarında Talibana çerez olabiliriz ya biz. ÖGB neyi korur peki? O şeyi kimden korur? ÖGB bizi koruyorsa polis neden üniversitede? Polis var, ÖGB var, güvenlik kameraları neden var? 

Yani geçen sene bir kadın arkadaşımız üniversite içinde tacize uğrarken neredeydi bu güvenlik önlemleri? Veya kendini Atatürkçü gösteren faşistler, elinde demir sopalarla demokrat, ilerici ve yurtsever öğrencilere saldırırken neredeydi bu güvenlik tedbirleri? Gerçi doğru, öğrencilerin beyinlerini bildirilerde yazan ‘sakıncalı’ fikirlerden korumak için bildiri dağıtan öğrencilere saldırıyorlardı. Yurt şartlarını protesto eden sağlıklı ve ucuz beslenme hakkını isteyen öğrencilere saldırıyordu polisler. Formasyon hakkını isteyen öğrenciler çok tehlikeliydi ve rektörleri korumak için saldırıyordu ÖGB elemanları. 

Rektör ne işe yarar? Ben mi seçtim ki, beni yönetecek bu vatandaş. Kim verdi ona bu hakkı. Yandaşı olduğu parti aldığı 3 oya bakmaksızın atadı onu. Sanki ondan çok oy alanlar faklıydı. Biz verdik mi hiç oy o rektör adaylarına. Burjuvazinin ahırları parlamentolar dolsun diye verebilirken oy, neden kendi rektörümüzü seçemeyiz? Bizde mi sorun var yoksa bu çelişkiyi yaratanlarda mı? Düşün hele mahalle muhtarını şeçiyorsun, ama okulunu, sen olmazsan hiçbir anlamı olmayan okulunu yönetecek kişiyi seçemiyorsun. Bu ne yaman çelişki böyle? 

Bence bunların hepsi bir yanılsama ve yalan. Güvende olmadığın yanılsama. ÖGB, Polis ve güvenlik kameraları işe yaramaz! Rektör seçimleri yalan ve meşru değil. Bunlar doğruda ne yapmalı? Ne yapmalı? Ne yapmalı?... 




AKP KAYBEDECEK, ÜNİVERSİTE KAZANACAK!

Üniversiteliler YÖK’ün kuruluşunun 32. yılında Ankara’da olacak. Üniversiteleri gericilikle teslim almaya çalışanlara, savaş çığırtkanlarına, YÖK’e ve AKP’ye karşı Türkiye’nin dört bir yanından gençler 9 Kasım’da buluşacak. 

YÖK kurulalı 32 sene oldu. Bu 32 sene üniversitelerde YÖK’e karşı verilen eşit, parasız bilimsel ve anadilde eğitim mücadeleleriyle geçti. Bu sürenin son on senesi ise AKP iktidarının üniversiteleri teslim alma çabasına sahne oldu. AKP başaramadı, üniversiteliler teslim olmadı. 

Ancak AKP durmuyor. Sürekli yeni yollar deniyor. Üniversitelileri tutuklamalarla sindirmeyi denediler. Toplumun AKP’ye karşı direnen bütün kesimlerini hedef alan AKP yargısı üniversitelileri de hedef aldı. Yüzlerce öğrenci, sadece AKP’ye karşı çıktıkları için tutuklandı. Ama bu yetmedi. Üniversitelileri sindiremediler. 

“Her üniversiteye bir cami” ,“dindar ve kindar nesiller istiyoruz” dediler. Üniversiteleri gericilik eliyle teslim almaya çalıştılar. Gericilik eliyle kendilerine biat eden bir nesil yaratmaya çalıştılar. Üniversitelerde bu maya da tutmadı. 

Üniversiteleri Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlıklarının bir parçası haline getirmek istediler. Birçok ilde üniversite yurtlarını Özgür Suriye Ordusu militanlarına açtılar. Üniversitelerde savaş yanlısı konferanslar düzenlediler. Yalanlarıyla bizleri Suriye halkına karşı kışkırtmaya, tezkereleriyle yalanlarının peşinden koşturmaya çalışıyorlar. Türkiye’de Kürt halkına yönelik politikalarında yaptıkları yetmezmiş gibi bir de Suriye’deki Kürtlere el atıyorlar. Kürt ve Alevi düşmanlığını yükselterek insanları Suriye’ye yönelik bir savaşa ikna etmeye çalışıyorlar. Ne yapsalar tutmuyor, gençlik bu haksız ve kirli savaşa ikna olmuyor. 

Harçları kaldırarak gençliğin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştılar. Üniversiteli gençliğin yıllarca YÖK’e karşı verdiği parasız eğitim mücadelesini bir hamleyle unutturabileceklerini sandılar. Ancak, kimseyi parasız eğitim istediklerine inandıramadılar. İkinci öğretim harçlarını kaldırmamaları, AKP döneminde vakıf üniversitelerinin sayısında patlama yaşanması bu konuda samimi olmadıklarını gösteriyordu. Parasız eğitim konusunda samimi olmayanların piyasacılık konusunda samimi olduğu birçok üniversitede yemekhanelere yapılan zamlarla ortaya çıktı. 

Ellerinde meşruiyetini yitirmiş bir disiplin yönetmeliği vardı. “Üniversitelerde siyaset serbest olacak” deyip yeni disiplin yönetmelikleri yazdılar. Aslında yalnızca daha uygulanabilir bir disiplin yönetmeliği istedikleri hızla açığa çıktı. 

Şimdi de özel üniversitelerin önünü açacak, yurtdışındaki üniversitelerin Türkiye’de kampus kurmasına olanak sağlayacak, üniversiteleri tamamen piyasanın güdümüne sokacak yeni bir YÖK yönetmeliğinden bahsediyorlar. Mütevelli heyetlerini üniversite konseyi diye yedirip üniversitelilere söz hakkı tanımazken patronlara üniversite yönettirmeye çabalıyorlar, adına da demokrasi diyorlar. Bologna süreci adı verilen neoliberal dönüşümünün üniversitelerdeki bayraktarlığını yapmaya çalışıyorlar. 50/d yasasıyla üniversitelerde asistanları güvencesiz kılmaya çalışıyorlar. Bir de yaptıklarına reform deyip destek bekliyorlar. İstedikleri kadar çabalasınlar kaybetmeye mahkumlar. 

YÖK’e karşı eşit, parasız, bilimsel, anadilinde eğitim hakkını, AKP’ye karşı Türkiye’nin geleceğini, emperyalistlere ve savaş çığırtkanlarına karşı barışı, AKP gericiliğine karşı özgürlüğü savunanlar 9 Kasım’da Ankara’da buluşuyor. 

AKP, YÖK, sermaye, gericilik, emperyalizm kaybedecek! Üniversite kazanacak!



İLK DEVRİMCİ ÖĞRETMEN

‘‘Dikenlerin arasından çıkıp gelen bir yazarım ben, yüzyıllarca karanlıklarda bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy'denim. Ailem yoksuldu. Kır bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı... Annem babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten de geç tek açılan ilkokul yalnız üç sınıftı. Evimizde tek bir kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsü'nde eğitti. Öğretmen yaptı elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yoksulluktan geliyorum" Diyerek yola çıktı Fakir Baykurt. Baş koyduğu yolda ne geldiği yeri unuttu, ne de gideceği yeri. Asıl adı Tahir’di. Kendisinin de dediği gibi Burdur’a bağlı Akçaköy’de dünyaya gelmiş yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ama umut ve kararlılık onu diğerlerinden farklı kılandı. Umutluydu; çünkü bir öğretmendi. Kararlıydı; çünkü bir devrimciydi. ''Beş yıl okuyup öğretmen olacağım. İçimde iri gövdeli aslanlar dolaşıyor. He-heeey! Yeleleri savrulu aslanlar. Öğretmen olacağım '' Ve dediğini yaptı Fakir Baykurt. Öğretmen oldu. İçinde yürüyen o iri gövdeli aslanlar, şimdi devrim yolunda yürüyen aslan yürekli adamlara dönüşmüştü. Bir adam ki; halkın, köylünün, toprağın, doğunun, ta Almanya’daki Türk işçilerinin, sömürülenlerin, ezilenlerin onurlu sesi... Bir adam ki; yurttaşlarına, yoldaşlarına sanatıyla adeta bir köprü, öyle bir köprü ki; ne bendini aşan suların yıkabildiği ne de zamanın yok edebildiği.. Romanlardan, şiirlerden; mısra mısra,satır satır örülmüş bir köprü. Yazarak örülmüş bir köprü. "Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır. Kitaplarımız, bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce, toplumu bu yönde etkilemek içindir. Hayatı değiştirme amacına yönelmemiş bir sanat, insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım edemez. Bakıyorum, bazı arkadaşlar, kendini asan kızların öyküsünü yazıyorlar. Kızı, istemediği birine vermiş oluyorlar. Kurtulamayınca asıyor o da kendini. Eski öykülerde böyleydi ve hep böyle gidiyor. Bence bu, sanatta devrimci tavır olamaz. Bir ulusun da bu kızlar gibi davrandığını düşünelim, ne olur sonuç? Böyle olsak, biz Ulusal Kurtuluş Savaşı'na giremezdik. Vietnam halkı saldırgan Amerika'ya direnemezdi." Bir öğretmendi tüm bunları yazan, düşünen, yapan. Köy enstitüsü mezunu, hayatını mesleğine ve inandığı düşüncelere adamış bir öğretmen, ki sadece inanmakla, öğretmekle yetinmemiş bir öğretmen. Mesela Türkiye’deki ilk memur sendikasını kurandı bu öğretmen. Türkiye Öğretmenler Sendikası ve daha nice ilkler, nice buraya sığmayacaklar ya da hakkında bilinmeyenler… 

Peki ya bizler? Genç eğitimciler? Bizim için tek dert atanmak mı? Ya da atandıktan sonra maaşımızın veya tatilimizin yetersizliği mi? Öyleyse bizim farkımız nerede? Peki ya Tahir hocamız da böyle düşünseydi. Öğretmen olup yoksul köyünden kurtulduktan sonra ‘salla başı al maaşı’ düşüncesiyle emekliliğini bekleseydi. Ya da 'benimle mi kurtulacak memleket' deyip kitaplardaki basmakalıp bilgileri, bir sınıf dolusu öğrenciye anlatmak olsaydı tek derdi. İşte o zaman, öğrencileri bir kaç sınıftan, öğrettikleri kitaplardan ibaret olurdu. Şimdi Fakir Baykurt yok; fakat onun öğrencileri var, hem de bir sınıftan daha çok. Köy enstitüleri yok fakat bu düşüncede bu inançta öğretmenler var. Yani umut var. Yani kararlılık var. Peki sen var mısın?



12. SAYIDAN MERHABA

Okul açılalı bir ay oldu, lakin havaların güzelliği okula alışmamıza izin vermiyor. Derslere girmek zulüm, adaptasyon sıfır. Darwin’e göre doğal seleksiyonla yok olmaya adayız. İşte tüm bu olumsuzlukların tam karşısında can simisiniz Bi Haber Fanzin yine yayında… Bayram tatili uzun sürdü. Bir sürü gündem arada kaynadı. Bu sayımızda bu gündem başlıklarına dair söz üretmekle birlikte siz değerli okuyucularımıza yeni tatlarda sunmak istedik. Yeni birkaç bölümümüz mevcut. Yeni düzenlemeler yaptık fanzinde. Bu değişikliklerde kesinlikle ihtiyar heyetimizin bir parmağı yok. Yapılan yenilikler tamamıyla taban inisiyatiflerinin baskısıyla ve tamamen demokratik bir biçimde gerçekleşti. Eee her iki haftada bir aynı yemek yenmez… Yazılarımız çok çeşitli ama ana gündem yaklaşan 6 kasım ve eğitimin sorunları yine. Bu fanzinimizin edebi değerinin de çok yüksek olduğunu belirtmek isteriz. Kendimizi durdurmasak kültür ve sanat fanzinine doğru gidiyorduk. Tek sitemimiz odur ki; ‘Niye daha çok yazmıyonuz la bize?’. Bu sitemle birlikte ülkemizin hala AKP tarafından yönetildiğini ve işlerin çok kötü gittiğini hatırlatalım ve bize üniversite, gündem ya da kafanıza göre başlıklarda yazabilirsiniz diyelim. Neyse lafı fazla uzatmadan, karakollara bulaşmadan, Tayyip gibilere bakıp midemiz bulanmadan okumaya geçelim. İyi okumalar… 




HARBİDEN İNSAN EVLADIYMIŞSINIZ!

Hani denir ya hep; Futbol asla sadece futbol değildir. Harbiden de doğrudur bu söz. Böyle bir giriş cümlesi kurmak istemezdik ama ne yapalım başka bir şeyde bulamadık. En iyisi böyle başlayalım kıvırtırız tarzında ki bu girişten sonra meseleye gelelim. Mesele bir grup yıldız futbolcunun yazdığı ortak mektup. Konuyla ilgili haber ise aşağıda. Bu mektubu yazanlara ve altın ayakkabıyı Filistinli çocuklara armağan eden Ronaldo'ya sesleniyoruz; Ulan Harbiden İnsan Evladıymışsınız! Çok Yaşayın!

İşte soL'un Haberi;

Dünyaca Ünlü Futbolcular Filistin Halkının Yanında!

İsrail bombardımanı sonucunda harabeye dönen Gazze Spor Stadyumu
Avrupa'nın belli başlı kulüplerinde forma giyen onlarca futbolcu İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısına karşı Filistin halkıyla dayanışma içinde olduklarını bildiren bir mektup kaleme alırken, önümüzdeki sene düzenlenecek 21 yaş altı şampiyonasına İsrail'in seçilmesini de kınadılar.

Aralarında Chelsea'li Eden Hazard, Arsenal'li Abou Diaby, eski İngiltere Premier Ligi oyuncuları ünlü futbolcular Didier Drogba ve Frédéric Kanouté ve Fenerbahçe'li Musa Sow'un da bulunduğu 62 üst düzel futbolcu İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısını ve 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası'nın İsrail'de düzenlenecek olmasını kınayan bir mektup yayınladı.

Mektupta İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısı kınanırken, İsrail operasyonu "dünyanın vicdanında yeni bir leke" olarak nitelendirildi. Futbolcular, kuşatma altında en temel insani değerleri ve özgürlüğü elinden alınmış olan Gazze halkıyla dayanışma içinde olduklarını ilan ettiler.

İsrail'in Gazze'deki bir futbol stadyumunu vurmasına da değinilen mektupta, bu saldırı sonucunda futbol oynayan 4 gencin öldürüldüğü belirtildi. Mektupta ayrıca iki Filistinli futbolcunun herhangi bir yargılamaya tabi tutulmadan İsrail hapishanelerinde tutulduğu da hatırlatıldı.

Futbolcular, geçtiğimiz Çarşamba günü 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonası'na kimin evsahipliği yapacağına dair kararın İsrail'den yana verildiğini hatırlatarak, bu durumun İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısına karşı verilen bir "ödül" olduğu vurgulandı.

Dünyaca ünlü Portekizli futbol yıldızı Cristiano Ronaldo'nun da Gazzeli çocuklar için 1,5 milyon avro bağış yaptığı belirtilmişti.

İsrail devleti, Filistinlilerin futbol oynama hakkını bile engellemekle uzun zamandır suçlanıyor. Bu yıl içerisinde ünlü Fransız futbolcu Eric Cantona da UEFA'ya bir mektup yazarak Filistinli futbolcuların İsrail tarafından hapsedilmesini kınamış, UEFA'yı bu konuda harekete geçmeye çağırmıştı. Ancak UEFA Başkanı eski Fransız futbolcu Michel Platini İsrail'e yönelik bir baskıya sıcak bakmıyor.




EMEKÇİ SINIFLAR NASIL BİR ÜNİVERSİTE İSTER? - PROF. DR. NEJLA KURUL [1]

Kapitalist sistemde, bilimsel bilginin hangi güdülerle üretileceği ve hangi kanallarla dağılacağı soruları, büyük ölçüde üniversitelerdeki biliminsanlarının etkinliklerinde somutlaşır. Bu etkinliklerde birbirine karşıt iki temel yönelim vardır. Akademisyenler, düşlerini, emeklerini, yarattıkları değerleri, insanlaşma sürecinin ortak ürünleri olarak toplumsallaştıracaklar mıdır? Yoksa ürettikleri bilgiyi, mülkiyet düzeni ve meta ilişkilerinin zorlamasıyla özelleştirme süreçlerine mi tabi kılacaklardır? İki yol ayrımından hangisine gidileceği, tekil bireyin tercihini içerse de, büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal koşulların etkisine açıktır. Görece yakın tarihte Türkiye’de 1960’lar ve 1970’lerin ardından 12 Eylül askeri darbesi dönemine dek üniversitelerde birinci yönelimin etkileri giderek artarken, 1980 sonrası dönemde ise askeri yönetimin ilk hazırladığı yasalardan olan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun da eşliği ile ikinci yönelim ağırlık kazanmıştır.

İspanya’daki bir üniversite ile ilgili gözlemlerini aktaran Vassaf[2], köşe yazısına, “Üniversitenin Cenazesi” başlığını koymuştu. Yazıya esin kaynağı olan üniversite, 1239 yılında kurulmuş, Bologna, Paris ve Oxford üniversitelerinin çağdaşı olan Salamanca Üniversitesiydi. Vassaf, bu üniversitenin günümüzdeki cansızlığı ve renksizliği ile ilgili gözlemlerini ve en azından kıta Avrupasında bildiğimiz biçimiyle üniversitenin bitkisel yaşamına dikkat çekmekteydi: “Ortaçağ’da kuruluşundan bu yana, tarihinin uzun bir döneminde hümanizmin beşiği olan üniversite, üç maymunlar gibi sessiz, sağır ve kör. Üstelik geleneklerine ve topluma duyarsızlığı bir yana, insanı da metalaştıran yenidünya düzeniyle süratle bütünleşmekte”.

“Üniversitenin cenazesi” eğretilemesi, toplumsal sınıfsal eksenli bir okuma ile daha da derin bir anlama da çekilebilirdi. Üniversitenin cenazesi, sendikalar, dernek, oda gibi demokratik kitle örgütlerinin, sokakların, okulların, tiyatro ve sinemaların ve kısaca “toplumsallığın ölümü ve cenazesi” anlamına da gelmekteydi. 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesi, toplumsallığın ve gelişen örgütlü toplumun “cenazesini” kaldırmak amacıyla gelmişti. Bu süreçte üniversitelerde akademik özgürlükler rafa kaldırılmış, üniversite “kışla”lara dönüştürülmüştü. Ne yazık ki bugün üniversiteler hâlâ 12 Eylülün ruhunu koruyan 2547 sayılı yasa ile yönetilmektedir.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, üniversitenin bileşenlerini emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan emekçi sınıflardan uzaklaştırmayı başarmıştı. Akademisyenler bu nedenle, duymayan ve görmeyen ve bu nedenle etkili bir sözü olmayan bilgi/informasyon üreticilerine dönüşmüştü: Akademik kariyer için yayın yapan; iktisadi, toplumsal ve politik sorunlar kadar; aşırı uzmanlaşma ve üniversite içi hiyerarşinin de etkisiyle, üniversite içi meselelere de kayıtsız öğretim elemanları kitlesi. Üniversitenin bileşenleri, öğretim elemanları, öğrenciler ve idari personel, politik olmayan bir duruşa; akademik mülkiyet düzeni ve meta ilişkilerinin zorlamasıyla ‘özelleştirme süreçlerine tabi olmaya başlamışlardı. Ne var ki, üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler gibi geleneksel üniversite değerler; üniversiteleri küresel kapitalizmin bilgi motoru olarak kavrayan anlayışlarla birlikte yol alınmasını gerektiriyordu. Bu yüzden varolan biçimi ile üniversite, sanayi, ticari ve finans sermayenin gereklerine yanıt vermiyordu. Ne yazık ki, gerçekte üniversiteler, emekçi sınıfların da sorunlarının özgürce tartışılıp dillendirildiği ve siyasal iktidarların ve kamuoyunun bilgilendirilip uyarıldığı mekânlar da değildi...

AKP, üniversiteler dahil eğitimle ilgili tüm meseleleri, iktisadi ve politik olana kurban etme çalışmalarına hız kazandırdı. 4+4+4 zorunlu eğitim modeline ilişkin yasayı demokratik olmayan usullerle geçirdi ve eğitimi neoliberal ve muhafazakâr bir zemine yerleştirecek hukuksal süreçleri yerine getirdi.

Sıra üniversitelerdeydi, ancak demokrasi oyunu göstermelik de olsa sergilenmek zorundaydı. Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı tarafından tartışılmak üzere tüm üniversitelere “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” adlı bir metin gönderildi; çok kısa bir süre içinde anabilim dallarından ve üniversitelerin kurullarından görüşler istendi. Metnin üniversitelerin senatolarında tartışılıp görüşlerinin alınması ve geri yollanması süreci işlerken, birkaç gün içinde bu kez üniversiteler, zaten önceden hazırlanmış olan “Yeni Yükseköğretim Yasa Taslağı” ile karşılaştı; kendilerinden bu metni de kısa süre içinde tartışmaları isteniyordu. Yani önceki metinlere ilişkin görüşler ve öneriler, işlenip metne yansıtılmadan bu kez bir yasa taslağı önlerine konuldu. Bugünlerde öğretim elemanları sözde katılımcılık olarak tarif ettikleri bu süreçte, düşük bir umut düzeyinde bu tartışmaları yürütüyorlar.

Yeni Yükseköğretim Yasa taslağı, üniversitenin sorunlarına çözüm getirmek yerine, hiyerarşik üniversite yapısının ve anti-demokratik üniversite ikliminin sürdürülmesine hizmet ediyor. Ayrıca küresel rekabette, sermayeyi destekleyecek nitelikte iktisadi alanın motoru, küresel, ulusal ve yerel yükseköğretim pazarının oyuncusu haline getirilmek isteniyor.

Taslakta önerilen model, üniversitede bilgi üretimini, mülkiyet düzeni ve bilginin değişim değerine ve meta düzenin gereksinmelerine tabi kılıyor. Bu üniversitede zaten süregelmekte olan ticarileşmenin derinleşeceğini gösteriyor. Öğrenci harçlarının “şimdilik” kaydıyla birinci öğretimde kaldırılmasına karşın, tasarıda öğrenci katkı payı ve öğrenim ücretine ilişkin hükümler korunuyor. Yani taslağın 67. Maddesindeki ifadelerle “cari hizmet maliyetlerinin finansmanına devlet ve öğrenci tarafından katkı yapılır” deniliyor (2. Fıkra). Ancak 4. Fıkra’da “Devlet yükseköğretim kurumlarında birinci öğretim ve açık öğretimde öğrenimine program süreleri içinde devam eden öğrencilerden öğrenci katkı payı alınmaz. Ancak, program süreleri sonunda mezun olamayan bu öğrencilerden öğrenci katkı payı alınır” deniyor. Yani ikircikli ifadeler yasalaşma sürecinde netlik kazanacaktır. Buna karşın ikinci öğretim ve uzaktan öğretimin fiyatlandırılmasını taslak kesinleştiriyor.

Üniversitede özellikle üst yönetim ve denetim süreçlerini, birlikte ilerleyen iktisadi ve siyasal alanın gereksinmelerine tabi kılınıyor. Yani üniversitenin temel belirleyeni bu yapılar oluyor. Üniversite içi akademik ve yönetsel kurullarda sınırlı düzeyde demokratikleşme gözlenirken, örneğin dekanların seçimi öğretim üyelerine bırakılırken, Türkiye Yükseköğretim Kurulu ve üniversite konseyleri yapılanması ile üniversitenin bileşenlerinin üzerindeki yapıların, yönetim ve denetim gücünü ellerinde tutmalarına yol açıyor. Üniversitenin canlı toplumsallığını sağlayan üniversitenin bileşenlerinin güçlerinin yerine, siyasal ve para gücünü (sanayi, ticari ve finans sermayesinin) koyuyor. Örneğin kurumsallaşmış üniversiteler olarak adlandırdığı ve bildiğimiz büyük kent üniversiteleri için öngörülen üniversite konseyi yapısını, öğretim üyelerinin seçtiği beş öğretim üyesine karşılık, üniversite dışından gelen altı üye ile onbire tamamlıyor. Üniversite dışından gelenlerin kim olduğuna gelince, Bakanlar Kurulu tarafından seçilen iki, Türkiye Yükseköğretim Kurulu tarafından üniversitenin profesörleri arasından seçilen iki, sözü edilen dokuz üyenin birlikte seçtiği, bir üniversite mezunu ile en çok vergi veren ya da üniversiteye en çok bağış yapan bir kişi ile konseyi tamamlıyor. Üniversite dışından gelen üyeler arasında en demokratik ve mütevazı duran üniversite mezunudur. Ancak muhtemelen bu üye, bu sıradan bir mezun olmayacaktır; para ve siyasal gücü olan kişilerin temsil edilme olasılığının çok yüksek olacağı kolayca tahmin edilebilir.

Üniversite rektörü, CEO gibi, kâr amaçlı, az sayıda hissedarlı bir şirketin yöneticisi gibi seçiliyor. Rektör Adaylarını Belirleme Komisyonu oluşturuluyor, bunların üçü TYÖK’ten (Türkiye Yükseköğretim Kurulu), üçü üniversite senatosundan, biri de en çok vergi veren ya da bağışçı olarak belirlenmiştir. Bu komisyon ilana çıkıyor. Komisyon bu ilana başvuranlardan üçünü belirliyor. Belirlenen adaylardan biri Kurul/Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Rektörünü seçemeyen profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, araştırma görevlileri, öğrenciler ve idari personele “sahnelenen oyun”u izlemek kalıyor.

Ülkenin yöneticileri, demokratik bir ülkenin seçimlerinde en çok oyu aldığını ve aldığı pek çok kararı tartışmaksızın uygulamasının meşru olduğunu söylerken, aynı ülkenin kitapla en çok buluşmuş, mürekkep yalamış, yeni terimlerle, parmakları sürekli bilgisayarda olan bir kesiminin kendi rektörünü seçmesine izin vermek istemiyor. Bu gerçekten çok hazin bir çelişkidir… Ancak anlaşılırdır; zira iktidarda kalmak üniversite dahil her alanda iktidar kurmak demektir.

Taslakta, üniversitelerde iş güvencesi ve bununla yakından ilişkili olan akademik özgürlükler tehdit ediliyor. Bir öğretim elemanının hiçbir korku ve kaygı taşımadan araştırmalarını özgürce yapabilmesi, ürettiği bilgiyi ve düşüncelerini sınıfında ve kamuoyunda özgürce anlatabilmesi gerekiyor. Üniversite özerkliği de benzer bir güvenceyi sağlıyor; devlet, piyasalar ya da toplumsal baskı grupları tarafından üniversiteye gelebilecek ekonomik, politik ve baskılara karşı üniversite bileşenlerini koruyor. Üniversite özerkliği ile üniversite içinden ve dışından gelebilecek baskılara karşı, öğretim elemanlarının araştırma ve öğretim özgürlüklerini, öğrencilerin öğrenme özgürlüklerini güvenceye alması gerekiyor. Böylece mali ve politik nedenlerden dolayı öğrencilerin üniversiteden atılmaması yani öğrenme özgürlüklerinin korunması gerekirken, öğretim elemanlarının güvenceli istihdamı sağlanarak akademik özgürlükler korunuyor. Ancak taslak bu özgürlükleri kısıtlıyor.

Yükseköğretim Kanunu Taslağı açıkça emekçi sınıfların üniversitesini yaratmaktan uzak… Yükseköğretimden beklenen işlevler şunlar: Rekabetçi yükseköğretim pazarında üniversitelerin para kazanmasını sağlamak; sermayeye uluslararası ve ulusal pazarlarda para kazandıracak bilgi ve teknoloji desteği sağlamak; üniversitenin kendi kendisini de yönetmesine izin vermemek, insani özgüveni kırmak; toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştırmak.

Peki, emekçi sınıfların üniversitesi nasıl olabilir? Söylenecek şeyler kuşkusuz sadece üniversiteyi bağlamayacaktır. Çünkü üniversite zihinsel emek yoğunluklu bir yaşam alanıdır; kafa ve kol emeğinin bütünselliği içinde yaşamın kendisine, gündelik yaşama inmek ve hatta onu yaşamak gerekecektir. Böylece söylenen her şeyin sadece üniversite için değil, aile formları, okul formları, siyasal ve kültürel yaşam formları için de bir karşılığı vardır. Yaşamın her alanında insanların kendi iradeleri ile kendilerini yönetmelerini sağlayacak; insanlığın, Türkiye insanının sahici demokratik, özyönetimci uygulamalara ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin üniversiteleri yaşamın içinde, sorunsallarını emekçi sınıfların sorunlarından alan eşit ve özgür bir dünya kurma düşlerinden besleneceklerdir. Mühendislik fakülteleri Ankara’nın tamamlanamamış metro sorununa, gelişmeyen toplu taşım sistemlerine; sosyal bilimler dahil tüm bilimler, çarpık kentleşmeye, yeşil alanların ortadan kalkmasına, araba merkezleri yaşama, kürtaj yasağına, iş kazalarına, açıkça iş cinayetlerine, sendikal örgütlerin yok edilmesine, Kürt halkının kültürel taleplerinin göz ardı edilmesine, kolektif ve bireysel insan özgürlüklerinin kısıtlanmasına ve ortadan kaldırılmasına, ataerkil egemenliğinin kadınlar üzerinde yarattığı baskılara, kadınların namus cinayetlerine kurban edilmesine ve her türlü şiddete itiraz edeceklerdir. Yine üniversiteler doğanın sınırsızca sömürülmesine, ekolojik sorunlara, salt insan merkezli yaşamlara itiraz edeceklerdir. Ancak itirazın yetmeyeceğinin de bilincinde olarak insanı kısıtlayan yaşam biçimlerinin değiştirilmesini de talep edeceklerdir.

Bu beklentiler, üniversitenin işlevlerini nüfusun büyük bir çoğunluğunun ihtiyaçlarını gözetecek biçimde tanımlayarak, akademik özgürlükleri, korku ve kaygı duymaksızın bu ihtiyaçları inceleyecek ve çözümler getirecek olanakları yaratarak, bunun için de üniversite içi tüm bileşenlerinin (Öğretim elemanları, öğrenciler ve idari personel) üniversiteyi ortaklaşa yönetmelerini sağlayacak işleyişleri oluşturarak karşılanacaktır.

Halk sınıflarının ihtiyaçlarına dönük olarak üniversitenin yapılandırılması için gerek insanlık ve gerekse Türkiye yeterli deneyime sahiptir. Buna dönük Yükseköğretim Kanunu Taslağı da kolayca hazırlanabilir. Üniversitenin işlevlerinin halka dönük olarak tanımlanması, üniversite özerkliği ve akademik özgürlüklerin güvence altına alınması, her düzeyde güvenceli istihdamın sağlanması, üniversitenin tüm bileşenlerinin temsilini içeren demokratik kurullar, yöneticilerin geri çağrılmasının işleyişi, yükseköğretimin kamusal bir hak olarak vergilerle finansmanı ve demokratik bir üniversite iklimi.

Yönetimin demokratikleşmesi, üniversiteye erişimin demokratikleştirilmesi, bilgiye erişimin demokratikleştirilmesi ile üniversite yaşamı, daha özgür, daha yaratıcı ve doğaya, insana ve topluma daha dönük olacaktır. Öğretim elemanları, salt mesleki dayanışma dürtüsü içinde değil, aydın sorumluluğu içinde dünyayı, insanlığı, üniversiteyi ve mesleği tartışmak durumundadır. Toplumsal süreçlerin ve toplumsal bütünlüğün bir parçası olarak üniversiteler, kendini toplumun geniş kesimlerinin hizmetine adamış siyasal yapıların desteği ile demokratik, özgürlükçü ve yaratıcı olabilir. Ancak üniversitenin sorunu, üniversitenin içinden bu yönde destek gelmedikçe ve halk sınıflarının desteği alınmadıkça çözülemez.


[1] Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi

[2] Gündüz Vassaf.(2004). “Üniversitenin Cenazesi”.Radikal Gazetesi. 29 Şubat 2004.


BirGün



YENİ YÜKSEK ÖĞRETİM YASA TASARISI ÜZERİNE

YÖK’ün kuruluşunun yıldönümünün hemen öncesinde, 5 Kasım’da açıklanan yasa tasarısı, üniversitelerin finansman ve işleyiş, yönetim ve yoğunlaşma alanlarına göre ayrılmasını; YÖK’ün adının ve işleyişinin değiştirilmesini; üniversite kurullarının ve akademisinin bu işleyişe uygun biçimde yapılandırılmasını öngörüyor. Tüm bu alanlarda yapılacak olan değişiklikler ise YÖK tarafından belirlenen ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilecek.

Tasarıya göre YÖK’ün ismi değiştirilerek Türkiye Yükseköğretim Kurulu olması öneriliyor. 12 Eylül’ün üniversitelerde yeniden yapılanma sürecinin aracı olarak kurulan YÖK’e ilişkin değişiklik AKP tarafından bir tür YÖK ile hesaplaşma ile üniversitelerin özgürleştirilmesi adı altında yeniden yapılanmanın içeriği gizlenmeye çalışılıyor. 

YÖK’ün yeniden yapılanma ihtiyacının nedeni, neoliberal sömürü düzeninin gerekleri doğrultusundaki gelişmelerin üst yapıda tamamlanması bu anlamda üniversitelerin piyasa merkezli yeni bir kurumsal işleyiş içerisindeki yeni bir hukukunun oluşturulmasıdır. 

Yeni tasarının içeriği de bu ihtiyaca yanıt vermek, piyasa merkezli düzenlemeleri belirli bir bütünlük içerisinde sıçratmak üzerine oluşturulmuş durumda. 

* Yeni Yükseköğretimin Piyasa Merkezli Genel İlkeleri
YÖK’ün 3 Şubat 2011’de, “Çeşitlilik”, “Kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik”, “Performans değerlendirmesi ve rekabet”, “Kalite güvencesi” ilkeleri çerçevesinde yükseköğretimini yeniden yapılandırılmasına ilişkin çalışmalarını başlatmıştı. 14 Ekim’de yayımlanan yeni yükseköğretim yasasına ilişkin genel çerçeve metni de aynı ilkeler doğrultusunda hazırlanmış; son yayımlanan tasarı ile yapılandırmanın ince ayarları da yapılmıştır. 

“Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı metinde ise ilkelerin tanımlamaları şöyle yer alıyor:

Çeşitlilik ilkesi: Farklı özellikteki üniversiteleri farklı yönetim modelleri eşliğinde faaliyette bulunabilmeleri, bölgesel dinamikleri ve ihtiyaçları gözeterek farklı alanlara odaklanabilmeleri, uzaktan eğitim modeline de imkân tanıyan bir öğretim ortamının kurulması.

Kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik: Bütün yükseköğretim kurumları şeffaf bir yapı içerisinde kendi kurullarına, öğrencilerine, öğretim elemanlarına, bulunduğu bölgeye, ilgili üst kurula, ulusal ve uluslararası kalite kuruluşlarına hesap verebilecektir.

Performans değerlendirmesi ve rekabet: Rekabeti teşvik etmek, yükseköğretim kurumlarının performansı öne çıkaran bir yönetim modeli geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. Akademik üretimi merkeze alan bir yapı önerildiği için akademisyenlerin performansları doğrudan kurumun performansına yansımaktadır. 

Mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı: Yeni bir finansman modeli geliştirmek önemli. Üniversitelerin bölgesinden ve mezunlarından daha fazla katkı alabilmelerini teşvik eden bir sistem öngörülmekte. Kaynak kullanımında esneklik önemli bir noktadadır.

Bu ilkeler temelinde yeniden yapılandırılması öngörülen taslağa göre üniversiteler finansman ve işleyişine, yönetimine ve yoğunlaşma alanına göre ayrıştırılıyor. Buna göre yükseköğretimin özerkliği sadece mali özerkliğe; çeşitliliği ise piyasalaşma mantığına uygun üniversitelerin çoğaltılmasında ve farklı alanlarda yapılan çalışmalarıyla sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatılmasına dayandırılıyor.

Tasarı ile finansman ve işleyişine göre devlet ve vakıf olarak ayrılan üniversitelere özel üniversiteler de ekleniyor. Böylece çeşitli alanlarda sermayenin bilgi üretimini gerçekleştiren ‘şirket üniversiteler’in kurulması için getirilen vakıf zorunluluğu ortadan kaldırılıyor. 

*Üniversitelerin Yönetim Biçimindeki Değişiklikler
Tasarıya göre, üniversiteler yönetim biçimi esasında kurumsallaşmış ve kurumsallaşmakta olan üniversiteler olarak ikiye ayrılıyor. Devlet üniversitelerinin kurumsallaşmış olan bazılarında üniversite konseyi kurulabileceği ifade ediliyor. Büyük üniversitelerde kurulacak mütevelli heyeti görevli konseyin kuruluş şartları ise devlet üniversitelerinin ne kadar ‘şirketleşebildiği’ni gösteren kriterlerini kriterlere dayanıyor: Üniversitenin mali özerkliğini sağlamış olması (son 5 yıl içinde yükseköğretim kurumunun bütçesinin Kurul tarafından belirlenen miktarının kendi öz gelirlerinden elde edilmesi); öğretim elemanlarının performansının diğer devlet üniversitelerinden öğretim elemanlarının performansından yüksek olması. 

Konsey üyelerinin, 2’si Bakanlar Kurulu tarafından, 2’si Yükseköğretim Kurulu tarafından atanır; 5’i üniversitenin her biri farklı fakültelerden ve bölüm başkanı ve üstü herhangi bir idari görevi olmayan öğretim üyesinden, 1’i ilde en çok vergi verenler veya üniversiteye en çok “bağış”ta bulunanlardan seçilecek. Sermayedarların ve hükümet temsilcilerinin üniversite yönetimine dahil edildiği konsey, rektör ve dekanlar seçecek, üniversite adına kamulaştırma yapacak, gayrimenkul satın alacak, sözleşmeli öğretim elemanları ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri, ders programlarını belirleyecek, öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirleyecek. Buna göre, oluşturulması planlanan Türkiye Yükseköğretim Kurulu’nun öğrenim ücreti için belirlediği ücretlendirme alt-üst limitli olacak; üniversite konseyleri de bu limite göre kendi aralığını seçecek. Maddenin uygulanabilmesi için gösterilecek referans ise ‘kaldırılan’ harçlar olacak.

* Üniversitelerde Teknik Ayrıştırma
Tasarıya göre üniversiteler yoğunlaşma alanlarına göre; araştırma,eğitim ve toplumsal hizmet şeklinde üç farklı alanda hizmet üretmeye odaklanacak.Böylece,kimi üniversitelerin sadece araştırma yapan, kimisinin sadece eğitim hizmeti üreten, kimisinin ise sadece toplumsal hizmet üreten üniversiteler ayrıştırılacak. Oysa bu üç hizmetin bileşimi üniversitelerin temelini oluşturan ve bilimsel bilgi üretimini sağlayan yapıyı oluşturur. Araştırma yapmayan, eğitim hizmeti üretmeyen ve bu hizmetleri toplumsallaştırmayan bir kurumun ise üniversite olmasına imkan yoktur. 

*Yeniden Yapılandırılmış YÖK = TYK 
YÖK yerine kurulacak olan Türkiye Yükseköğretim Kurulu ise YÖK’ün tüm görev ve yetkilerini devralarak bu görev ve yetkilerin tüm okullarda işletildiği merkez bir mekanizma işlevini görecek. Kurul’un iki danışmanı olacak:Rektörler Kurulu ve bunun yanında daha geniş bir danışma birimi olarak Yükseköğretim Şurası adıyla yeni bir yapı. 

Tasarıya göre TYK, üniversitelerin diploma programlarını ülke ihtiyaçlarına ve kalite standartlarına göre düzenleyecek. Rekabet ve piyasa koşullarına göre değişen ülke ihtiyaçları, her yıl sermaye için güncellenen ders müfredatlarını oluşturacak, bu ihtiyacı karşılayacak yeni ders programlarının oluşturulmasına neden olacak. 

“Yükseköğretim Kurumlarının Senatoları” ise her yıl bu düzenlemeyi yapacak kurul olarak görevlendiriliyor: Öğrenci ders değerlendirmeleri ile öğrencilerin mezuniyet sonrası istihdamına ilişkin bilgi, görüş ve tecrübelerine ihtiyaç duyulan kişileri ifade eden dış paydaşların diploma programlarına ilişkin değerlendirmelerini alır.

* Performansa Dayalı Akademi
Tasarıya göre, araştırma yapacak birimler, uzmanlaştıkları alanlarda ilave kamu kaynakları, idari ve mali kolaylıklar ve özel projelerle Kurul ve diğer kamu kurumları tarafından desteklenecek. Araştırmacı öğretim elemanı ise boş öğretim elemanı kadrosu yerine atanacak.

Taslakta, araştırma görevliliği ya da asistanlığın ise adı bile geçmiyor. Bunun yerine “proje araştırmacısı” ile “doktora sonrası araştırmacı” tanımlarına yer veriliyor. Proje araştırmacı, öğretim üyelerinin yürüttükleri projelerde kendilerine yardımcı olacak ve verdikleri işleri yapacak sözleşmeli statüde proje süresi ile sınırlı olmak üzere istihdam edilecek; doktora sonrası araştırmacı ise devlet yükseköğretim kurumlarında 2 yıl sözleşmeli olarak istihdam edilecek.

Böylece genç bilim insanları, projelere bağlı sözleşmeli çalışan statüsünde olacak güvencesiz-geçici istihdam olacak. Ya proje bittiğinde ya da doktora sonrası iki yılın ardından işten atılacaklar. İTÜ’lü araştırma görevlileri hakkında verilen kararların da dayanağını bu hüküm oluşturuyor.

Tasarı ile sadece araştırma görevlileri de yardımcı doçentler de tamamen sözleşmeli olacak; doçent ve profesörlerin de bir kısmı sözleşmeli olacak. Böylece tam esnek çalışma modeli üniversitenin tüm öğretim elemanları için geçerli hale getiriliyor. Performans ise akademik yükseltmenin temeli olacak.

* Toplumsal Hizmet! Bilgi Satma Ofisleri!
Üniversitelerde yapılması planlanan dönüşümün en somut ifadesi ise kurulması planlanan Bilgi Lisanslama Ofisleri faaliyetleriyle karşımıza çıkıyor. Ofislerin amaçları şöyle tanımlanıyor:
-Araştırmacıların yapacağı tanıtım faaliyetleri ile bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirmek,
-Pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleme çalışmalarını yürütmek,
-Araştırma sonunda üretilen bilgilerin ticari potansiyelini belirleme çalışmalarını yürütmek,
-Ticari değeri olan bilgileri fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alma çalışmalarını yürütmek,
-Bilgilerin sanayi şirketlerinde veya AR-GE merkezlerinde ürüne dönüştürülmesi çalışmalarına destek hizmetleri sunmak, 
-Bilgilerin satışından elde edilen gelirlerin yönetilmesi konularında faaliyet göstermek.
Bilginin satılabilir-satın alınabilir bir meta olarak görüldüğünün en açık ifadesi olan bu amaçlarla bilim tamamen terk ediliyor; bilimin kurumu olması gereken üniversiteler bütünüyle sermayeye teslim ediliyor.


***

Üniversiteleri Yeni Bir Mücadele Dönemi Bekliyor

AKP yeni üniversite yapılanmasını baskıcı ve merkeziyetçi yapısıyla 31 yıldır üniversitelerin kâbusu olan ve artık düzen açısından da ihtiyacı karşılamaktan uzaklaşan YÖK’ün yeniden yapılandırılması bir tür demokratik yöndeki değişim olarak sunmaya çalışıyor. 

YÖK, 12 Eylül ile birlikte girilen emperyalizmin küreselleşme dalgasına eklemlenme doğrultusundaki neoliberal dönüşüm sürecinin yürütücüsü oldu. Düzenin yeniden yapılanmasına da paralel olarak üniversitelerde de bu süreç YÖK eliyle tedrici olarak gerçekleştirildi. 

Bugün, yeniden yapılanmanın AKP eliyle büyük oranda tamamlandığı, sermayenin sınırsız hareket imkanına kavuşması ile bütün alanlara doğrudan nüfuz etmesinin yolunun açıldığı bir dönemdeyiz. 

Üniversitelerin de bu sürece daha köklü biçimdeki bir değişimle eklemlenmesinin tamamlanması noktasında YÖK’ün bugünkü merkezi yapısının yetersiz kaldığı noktada bir değişim uzunca zamandır gündemdeydi. AKP birinci döneminde sözde YÖK’e karşı çıkar görünürken pek çok alanla birlikte YÖK’ün iktidarını da ele geçirerek kendi politikalarının bir parçası haline getirdi. 

Bugün ise, yıllardır TÜSİAD’in raporlarında tartışılan ve sermayenin ihtiyacına yanıt verecek şekilde YÖK’ün yeniden yapılandırılması gündemde. 

Yeniden yapılandırma içinde YÖK’ün yetkileri genişletilerek Türkiye Yükseköğretim Kurulu (TYK) olan –Yenilenmiş YÖK’e- devredilecek. 

Önerilen değişikliklerde temel noktalardan birisi üniversite yönetimlerinde artık sermaye kesimlerinin doğrudan söz ve karar sahibi kılınmasıdır. TYK bir üst yasa yapıcı ve koordinasyon kurulu işlevine sahip olurken, mikro oligarşik yapılar olarak her üniversitenin kendi YÖK’ü –bu şekilde kurulmuş olacak. 

İkinci temel nokta ise üniversitelerin sermayenin ihtiyacına uygun olarak piyasa için fonksiyonel hale getirilmesini esas alan bir esnekliğe kavuşturulması. Bu esneklik içerisinde kimi üniversiteler üst teknik liselere dönüştürülürken kimi üniversiteler sermayenin araştırma-geliştirme faaliyetlerinin merkezi işlevini görecek. Bilimsel bilginin yerini piyasa projelerinin almasına bağlı olarak üniversitenin akademik yapısı da buna uygun şekilde performansa göre düzenlenecek. 

Bu şekilde üniversitenin kamusal niteliği tamamen ortadan kaldırılıyor. Üniversiteler artık büyük bir bütçeyi kontrol edecek üst yapısındaki sermaye ile birlikte bir piyasa unsuru haline dönüştürülecek. 

Topyekûn dönüşümün ifadesi olan tasarı ile AKP’nin son dönemde tüm kamu alanlarında yaptığı gibi esnek-güvencesiz-sözleşmeli çalışma koşulları yasalaştırılacak. Bu çalışma koşullarının baskısı altında kalacak olan akademisyenler ise piyasanın ihtiyacını karşılayacak araştırma yapmak zorunda kalacak. Böylesi bir çalışma koşulları altında ise özgür-bilimsel ve toplum, insan ve doğa yararına araştırma yapılamayacak. 

Üniversitelerin doğrudan sermayenin söz sahibi olduğu mikro oligarşik yönetim mekanizması ile yönetilmesi her şeyden önce üniversitelerde gerçek bir demokrasi sorununu belirgin hale getirmektedir. Öğrencilerin ve üniversitenin gerçek tüm bileşenlerinin yönetim yapısı dışında bırakıldığı, yönetimin üniversite dışındaki unsurlarla belirlendiği yeni yapılanma karşısında söz ve karar hakkı mücadelesinin de önemi daha da artacak. 

Öte yandan üniversitenin piyasa ilkelerinin içerisinde kurumsallaştırılması kamusallığı tamamen ortadan kaldıran, üniversite içi bütün ilişkileri piyasalaştıran bir sonuç üretecek. Bunun yaratacağı derin sonuçlar karşısında kamusal bir eğitimi savunmak önemli bir mücadele başlığı olacaktır. Üniversitelerin piyasanın ihtiyacına yanıt üretme noktasında farklılaştırılmasına dayanan esnekleştirmenin sonuçları bir üniversite bütünlüğünü de tamamen ortadan kaldırarak, farklı sorunları gündeme getirecektir. Bu aynı zamanda bugün de en temel sorunlardan birisi olan işsizlik ve güvencesizliği derinleştirecektir. 

Bu anlamda, üniversiteleri yeni bir mücadele dönemi beklemektedir.

muhalefet.org